|
|
|
|
|
 |
|
 |
BEDİÜZZAMMAN SAİD NURSÎ
15.02.2010
Yıl 1960. 27 Mayıs ihtilaline sayılı günler kalmış. Üstad hazretleri 1960 Mart ayında Urfa'ya gider. Durum hayli gergindir. Dönemin İçişleri Bakanı emir verir. "Onu çıkarın Urfa'dan" der. Efendim "raporu var, hareket edemiyor" derler. Çünkü Üstad hayli bitkin ve hastadır. 83 yaşında hasta yatağından kıpırdamayacak güçte olmasına rağmen onu Urfa'dan çıkarmak için her türlü baskı yapılır. Ankara'da siyasi çevreler bu konuyu tartışa dursun bir haber gelir ki, "Üstad vefat etti..."
Üstadın talebelerinden Bayram Yüksel O'nu hasta yatağının başında bekliyordu. 23 Mart 1960 Çarşamba sabaha karşı 03:00'te yüksek ateşle uykuya daldı. Bir daha da uyandıramadılar. Vefat haberi hızla yayılır.
İçişleri Bakanı, bu sefer yine emir verir: "Kimse Urfa'ya girmesin veya gitmesin" der. O sırada Başbakan Adnan Menderes İstanbul'da bulunmaktadır. Üstadın talebelerinden bazıları "Başbakan'a telefon edelim söyleyelim de hiç olmazsa bu baskıya bir mani olunsun" derler. İstanbul'da Ahmet Aytimur, tanıdığı bir kimseyle Menderes'e haber gönderir. Durumu Menderes'e anlatarak cenazeyi Cuma günü kaldırmak istiyoruz der. Başbakan Adnan Menderes "tamam herkes gitsin, kimse mani olmasın, ama Cuma günü için ısrar etmesinler, kalkacaksa, Perşembe günü kalksın" der. Vefat haberi ertesi günü birçok gazetenin manşetinde yer alır.
Cenaze Namazı
ImageBaşbakan Adnan Menderes "Cenazeyi Perşembe günü kaldırın" deyince yüz binden fazla insan, Urfa'ya gelir. Türkiye'nin dört bir yanından da talebeleri Urfa'ya akın etmeye başlar. Caddeler ve sokaklar insan seliyle dolar. Urfa'da İbrahim Kadallah Mescidi'nin yanına gömülecektir. Yeri de daha önceden hazırlanmış ve orada üç tane kubbe yapılmıştır. Müslim Hafız bu kubbeleri hazırlamıştır. O kubbelerden birisine Üstad Bediüzzaman'ı gömerler. Yüz binden fazla insan bu olayı görür.
Üstadın Kabri
ImageÜstad'ın, İbrahim Kadallah Mescidi'ndeki kubbelerden birine gömüldüğünü önde gelen talebelerden biri görünce Elazığlı Hulusi Yahyagil abiye bir soru sorar. "Abi" der. "Üstad bana demişti ki, sen benim kabrimi bilmeyeceksin. Ama şimdi herkes gördü. Bu nasıl olacak böyle" der.
Hulusi Ağabey şöyle cevap verir: "Sen merak etme, ben kırk sene Üstad'ın yanında kaldım, ne dediyse hepsi çıktı. Bundan sonra bu da çıkacak ama ne zaman çıkacak biraz sabredelim." der.
O talebesi, Üstad'a zamanında "Üstadım niye kabrinizin bilinmesini istemiyorsunuz?" diye bir soru sorar. Üstad şöyle cevap verir: "Ben hayattayken elimi öpenler bana tokat atmış gibi oluyor. Ben öldükten sonra da kabrime gelip şeriata ve sünnet-i seniyyeye muhalif hareket edenler bana kabirde de azap ederler, onun için benim kabrimi kimsenin bilmesini istemiyorum" der.
Evet, hakikaten de 27 Mayıs ihtilalinden sonra yönetimi ele geçiren askeri idare onu orada bırakmaz. 12 Temmuz 1960'ta bir gece yarısı kabrinden çıkarılarak başka bir yere nakledilir. Bu gün de halâ kabrinin yeri bilinmemektedir. Vefatının 49. yılında Üstad Bediüzzaman'ı rahmetle anıyoruz.
Üstad Bediüzzaman'ın Hayat Kronolojisi
* 1877- Bitlis'in Hizan ilçesi İsparit nahiyesine bağlı Nurs köyünde doğdu.
* 1885- İlk tahsiline başlamak için ailesinden ayrılıp Tağ köyü medresesine geldi. Burada bir süre kalıp tekrar köyüne döndü.
* 1893- Bitlis ve Siirt civarında çeşitli yerlerde ilim tahsili için bulundu. Daha sonra Siirt'in Tillo kasabasında bir kubbede inzivaya çekildi.
* 1894- Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinden rüyasında aldığı emir üzerine, Cizre'de aşiret reislerinden Mustafa Paşa'yı ikaz için Cizre ve Mardin taraflarına gitti.
* 1895- Mardin'den Bitlis'e sürgün edildi ve burada iki yıl valinin tahsis ettiği odada kaldı.
* 1897- Vali Hasan Paşa'nın daveti üzerine Van'a gitti. 80-90 cilt tutarındaki kitapları üç ayda bir defa ezberden tekrarladı.
* 1900- İngiliz Müstemlekât Nâzırı Gladston'un gazetelerde çıkan konuşması onun ruhunda bir feveran ve gayret meydana getirdi.
* 1907- İstanbul'a geldi. Fatih'te kaldığı yerin kapısına "Her suale cevap verilir ama soru sorulmaz" levhasını asıp, âlimleri sual sormaya davet etti. Sultan Abdülhamid'e Şark'ta üniversite açtırmak için müracaat etti. Aynı yıl Yıldız Divan-ı Harbi'ne verildi.
* 1909- Patlak veren 31 Mart Vakası üzerine isyan etmiş olan sekiz adet taburu yaptığı konuşmalarla itaate getirdi. Yine Divan-ı Harb'e verildi ve beraat etti.
* 1910- Van'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrıldı. Horhor medresesinde talebe okutmaya başladı.
* 1911- Şam'a gitti. Emeviye Camii'nde "Hutbe-i Şamiye" adıyla meşhur olan hutbesini verdi. Ardından Sultan Reşad'la beraber Rumeli seyahatine çıktı.
* 1913- Van'a giderek Şark Üniversitesi'nin temelini attırdı.
* 1915- Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla milis kumandanı olarak Pasinler cephesinde talebeleriyle Ruslarla çarpıştı. Meşhur 'işârât'ul-i'câz' tefsirini, bu savaş esnasında ve fırsat bulduğu zamanlarda talebesi ve cihad arkadaşı olan Molla Habib'e dikte ettirmiş, yanlarına düşen top mermileri bile lahûtî ve ma'nevî âlemine etki edememiş, kendisini Kur'an'ın ilâhî ve ruhî tefekküründen alıkoyamamıştır.
* 1916- Ruslara esir düştü ve Sibirya'nın Kosturma şehrine esir olarak gönderildi. Rusya'da 'esir zabitler kampında' bulunduğu sırada, kampı ziyarete ve teftişe gelen Rus Orduları Başkomutanı'nın önünde bütün esirler hürmetle ve korku ile kalkarken, Üstad Bediuzzaman asla yerinden bile kıpırdamamış, İslam'ın izzetini ve şerefini bil-fiil izhâr ederek göstermiştir. Bunu; kendisi, ülkesi ve Çarlık Rusyası için büyük bir hakaret olarak telâkki eden Rus Başkomutanı, tercümanı vasıtasıyla; "neden ayağa kalkmadılar, yoksa beni tanımadılar mı?" diye sorar. Üstad Bediuzzaman ise, gayet vakur ve sakin bir tarzda, "Bilakis iyi tanıyorum; Rus Çarı'nın dayısı ve Rus Orduları Başkomutanı Nikola Nikolaviç'dir. Bu tavrım, hakaret için değil; bağlı bulunduğum yüce İslâm dininin gereğidir. Çünkü, ben Müslüman bir kimseyim; bir Müslüman, bir kâfirden üstün olduğundan dolayı, senin önünde asla kıyam etmem, edemem!" seklinde cevap verir ve bu cevap da, kendisinin 'Divan-i Harbe' verilerek idam edilme kararının alınmasını doğurur. Bir kaç esir zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahim neticenin önlenmesini isterler. Fakat Üstad ise; "bunların idam kararı, benim ebedi aleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir." deyip, kemâl-i izzetle ve şecaatle idam emrine hiç ehemmiyet vermez ve idam öncesi 'iki rek'at namaz' kılmak için müsâade alır ve namaz üzerinde iken, Rus başkomutanı gelir ve durumu öğrenerek; "o tavrınızın mukaddesatınıza bağlılıktan ileri geldiğine kanâat getirdim; dini inançlara saygılıyım..." diyerek, özür diler ve idam kararını geri aldırtır...
* 1918- Rusya'da esaretten kurtulduktan sonra, Varşova ve Berlin üzerinden İstanbul'a gelir. Dostlarının ısrarı ve Ordu-yu Hümâyun'un tavsiyesiyle kısa bir süre "Dar'ul-Hikmet'ül-İslâmîye" azalığı yapar. İngilizlerin işgaline karşı hitabelerle ve basım-yayın yoluyla ateşli bir mücadele başlatır. Harbiye Nezareti'nin ikramiye ve harp madalyası verdi.
* 1919- Sultan Vahdeddin'in, Bediüzzaman'a "Mahreç" pâyesi verdi.
* 1920- İngiliz işgaline karşı "Hutuvat-ı Sitte"yi neşrederek Anglikan Kilisesi'ne gerekli cevabı verdi. İstiklal Savaşı'nda Kuvâ-yı Milliyeyi destekledi.
* 1922- İstanbul'daki faaliyetleri Ankara Hükümeti'nin dikkatini çekmesi üzerine Ankara'ya davet edildi. Meclis'te hoşâmedî ile karşılandı. Milletvekillerine namaz konusunda sohbet etti.
* 1923- Meclis'te mebuslara hitaben bir beyanname neşretti. Sonra da Van'a gitmek üzere yola çıktı.
* 1925- Bediüzzaman Van'dan nefyedilerek önce İstanbul'a oradan da Burdur'a getirildi.
* 1925- Barla'ya getirildi. Ömür boyu sürgün hayatı yaşamak mecburiyetinde bırakılan Üsdad Said-i Nursî Hazretleri "Risale-i Nur" adı verilen ve baştan başa imân ve Kur'an hakikatlarını ihtiva eden eserlerini telif etmeye başladı.
* 1934- Barla'dan Isparta'ya getirildi
* 1935- Tutuklanarak muhakeme edilmek üzere Eskişehir'e götürüldü.
* 1936- Eskişehir'den tahliye edilerek Kastamonu'da ikamete mecbur edildi.
* 1943- Bediüzzaman tekrar tutuklanarak Çankırı yoluyla Ankara'ya getirildi.
* 1944- Denizli mahkemesinin başladı. Mahkeme beraat verdi. Ardından Emirdağ'da ikamete gönderildi.
* 1948- Bediüzzaman ve talebeleri tekrar tutuklandı. Afyon mahkemesine sevk edildi ve mahkeme mahkûmiyet kararı verdi.
* 1949- Afyon hapsinden gece yarısı tahliye edildi ve tekrar Emirdağ'a getirildi.
* 1952- Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul'a geldi ve duruşmada beraat etti.
* 1953- Tekrar Emirdağ'a döndü. Ardından yine İstanbul'a gelerek üç ay kadar kaldı. Patrik Athenagoras'la görüştü. On sekiz yıllık ayrılıktan sonra Barla'ya gitti.
* 1956- 1948 yılından beri sekiz sene devam eden Afyon Mahkemesi'nde Risale-i Nurların beraatı ve iade edilmesi kararlaştırıldı.
* 1957- Nur Risalelerinin ve bu arada Tarihçe-i Hayat'ın matbaalarda basılarak neşredilmeye başlandı.
* 1960- Isparta'dan Urfa'ya doğru yola çıktı. 27 Mayıs ihtilalinin ayak seslerinin duyulduğu günlerde Ramazan'ın 25. günü 23 Mart 1960 Çarşamba gecesi saat 03:00 civarında Urfa'da vefat etti.
* 12 Temmuz 1960- Urfa'da Halilürrahman'da bulunan mezarı açılarak naaşı bir kısım resmi yetkililerce meçhul bir yere götürülerek nakledildi.
Bir Düşünce ve Aksiyon İnsanı: Bediüzzaman[1]
M. Fethullah GülenBediüzzaman, üzerinde titizlikle durulup düşünülmesi, araştırılıp insanlığa tanıtılması gerekli olan bir simadır. O, İslâm âleminin, inanç, moral ve vicdânî enginliğini hem de en katıksız ve müessir şekilde ortaya koyan çağın bir numaralı insanıdır. Ona, onun düşüncelerine, hissî mülâhazalarla yaklaşmak, onu ve eserini anmak sayılmaz. Duygusallık, onun her zaman uğrunda yiğitçe tavır ortaya koyduğu ve gürül gürül anlattığı meselelerin ciddiyetiyle telif edilemez. O, bütün ömrünü, kitap ve sünnetin gölgesinde, tecrübe ve mantığın kanatları altında, derin bir aşk ve heyecanla beraber hep bir muhakeme insanı olarak sürdürmüştür.
Bediüzzaman'ın, yüksek mefkûresi, yaşadığı çağı düşünüp söylemesi, sadeliği, insânî enginliği, vefâsı, dostlarına bağlılığı, iffeti, tevâzuu, mahviyeti ve istiğnâsı üzerine şimdiye kadar pek çok şey yazıldı ve söylendi. Aslında, her biri başlı başına birer kitaba mevzu teşkil edecek olan yukarıdaki vasıflar, onun kitaplarında da sıkça üzerinde durduğu konulardır. Ayrıca, hâlâ aramızda, hayatta iken onun yakınında bulunma bahtiyarlığına ermiş ve onu, rûhî enginliği, fikrî zenginliği ile tanımış dünya kadar insan var ki, bunlar da canlı birer kitap gibi bu konunun en sadık şahitleri.
Dış görünüş itibarıyla sade ve basit görünen Bediüzzaman, gerek düşünce hayatında, gerek aksiyonunda hemen her zaman başkalarında bulunmayan engin bir karakter sergilemiştir. Onun, insanlık için en hayâtî meselelerde bütün insanlığı kucaklayışı, küfür, zulüm ve dalâlete karşı tiksinti duyuşu, her yerde istibdâtla savaşı, hatta bu uğurda hayatını istihkâr edercesine vefâsı ve civanmertliği ve ölümü gülerek karşılaması, onun için normal davranışlardı. O engin bir his insanı olmanın yanında, misyonuyla alâkalı meselelerde, hep kitap-sünnet yörüngeli; muhâkeme ve mantık televvünlü yaşamıştı. O hemen her zaman, davranışları itibarıyla, mâsum bir ikili görünüm sergilerdi: Biri, engin bir vicdan eri, derin bir aşk ve heyecan timsâli ve olabildiğince mert bir insan görünümü; diğeri de fevkalâde dengeli, çağdaşlarının çok önünde ileri görüşlü, büyük plân ve projeler üretebilen sağlam bir kafa yapısına sahip mütefekkir görünümü. Bediüzzaman ve onun davasına bu zaviyeden yaklaşmak, onun, İslâm büyüklerinin bir devamı olarak, içinde bulunduğumuz çağda bizim için ifade ettiği mânâyı anlamamız bakımından çok önemlidir.
Bazı kimseler görmemezlikten gelseler de gerçek şu ki; Bediüzzaman çağdaşlarınca, kendi kuşağının en ciddî düşünürü ve yazarı kabul edilmiş; kitlelere hem bir sözcü hem de önder olabilmiş; ama katiyen kendini beğenmemiş, gösterişe girmemiş ve hep âlâyişten uzak kalmaya çalışmıştır. "Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır..." sözü, onun bu konudaki altın beyanlarından sadece bir tanesi. O, yirminci asırda İslâm dünyasında, şimdilerde dünyanın dört bir yanında, her zaman listenin başında birkaç yazardan biri olarak tanınmış, her kesimce sevilerek okunmuş ve zamanın eskitemediği simâlardan biri olarak da tarihe mâl olmuştur.
Bediüzzaman'ın hemen bütün eserleri, içinde doğmuş olduğu çağ zaviyesinden, yorumlanmaya açık bazı meseleleri yorumlama açısından o uğurda harcanmış ciddî bir gayretin sonucudur. Onun eserlerinde önce Anadolu, sonra da bütün İslâm dünyasının hem âh u efgânı, hem de ümit ve şevk u târâbını duyup dinlemek mümkündür. Gerçi o, doğunun ücrâ bir kasabasında doğmuştur ama, kendini hep bir Anadolulu olarak hissetmiş, bizim duygularımızı bir İstanbul efendisi gibi soluklamış ve her zaman topyekün bir ülkeyi engin bir şefkat ve dupduru bir samimiyetle kucaklamıştır.
Bediüzzaman, materyalist düşüncenin, fikir hayatımızı hercümerc ettiği, komünizmin en çılgın dönemini yaşadığı, dünyanın en bunalımlı, en karanlık, en sıkıntılı günlerden geçtiği çok talihsiz bir zaman diliminde, îman ve ümit tüten eserleriyle, sarsıntı üstüne sarsıntı yaşayan insanımıza Hızır çeşmesine giden yolları gösterdi ve gezdiği her yerde yığınlara hep "basü badel mevt" üfledi. Onun, hepimizden ve herkesten evvel görüp sezdiği ve ele alıp çözmeye çalıştığı en büyük problem, küfür ve ilhad kaynaklı anarşi problemiydi. O, bütün hayatı boyunca, insanımıza, çağın bu hastalığının mutlaka aşılması lazım geldiğini salıkladı. Ve bu hususta insanüstü bir gayret sarfetti. Böylesine buhranlar içinde inim inim bir dünya ile karşılaşan Bediüzzaman, kendini bekleyen sorumlulukların farkındaydı.. ve Kafdağından ağır böyle bir yükün altına girerken, fevkalâde mütevâzı, mahviyet içinde ve hacâletle iki büklümdü; iki büklümdü ama, Cenâb-ı Hakkın sonsuz kudret ve nâmütenâhî gınâsına karşı da olabildiğine bir güven içindeydi.
Evet, bütün insanların fen ve felsefe âlet edilerek ilhâda sürüklendiği, komünizmle beyinlerin yıkandığı, bu menfî oluşumlara "dur" diyenlerin memleket memleket sürgüne gönderildiği, ülkenin her köşesinde en utandırıcı tehcirlerin yaşandığı ve daha garibi de bütün bunların medeniyet ve çağdaşlaşma hesabına yapıldığı, hatta nihilizmin, asrın en yaygın büyüsü haline getirildiği o kapkara günlerde, Bediüzzaman, hâzık bir hekim edâsıyla hepimizin, içlerimizdeki zindanları, ruhlarımızdaki çeşit çeşit mahkûmiyetleri, kendi cinâyetlerimizi ve kendi kendimize esâretlerimizi hatırlattı, ruh dünyalarımızda ve vicdânî hayatlarımızda uyuyan insânî yanlarımızı harekete geçirerek, maâliyâta müştak gönüllerimize üst üste nefesler aldırdı, ötelerle alâkalı derinliklerimizi gözler önüne serdi, tekye, zâviye, mektep ve medresenin bütün vâridâtını birden başımıza boşalttı.
Evet, Bediüzzaman milletin fikrî seviyesizliklerle sürüm sürüm yaşadığı ve içtimâî dertlerin birer buhran hâlini aldığı, ülkenin hemen her yanında ürperten yüzlerce hâdise ile yüz yüze kalındığı, her tarafta İslâmî ve millî değerlerin enkaz enkaz üstüne yıkılıp gittiği ifritten bir dönemin, düşünen, çareler arayan, teşhis ve tespitlerde bulunan sonra da bu rahatsızlıklara reçeteler sunan bir hekimi olmuştu. O, upuzun ve karanlık yılların hazırlayıp sahneye sürdüğü dünya kadar felâket altında didinip duran talihsiz nesillerin, îmansızlık, dalâlet ve şüphe vadilerinde bocaladığını, kurtulmak istedikçe daha derin buhranlara gömüldüğünü gören, hisseden, görüp hissettiklerini vicdanının derinliklerinde duyan bir insan olarak, ilk günden itibaren hep müteheyyiç yaşadı.. sürekli düşündü.. devlet ve topluma alternatif tedaviler teklif etti.. ve bu şanlı fakat talihsiz millete, muhteşem fakat bahtsız ülkeye eski enginlik ve zenginliğini duyurmaya çalıştı.
Bediüzzaman, tâ Devlet-i Âliye döneminden başlayarak ülkenin pek çok yöresini dolaştı; en büyük şehirlerden en ücrâ kasabalara, nüfusu yoğun beldelerden, en tenhâ mıntıkalara kadar her yere uğradı.. uğradığı her yerde cehaletin hükümfermâ olduğunu, yığınların fakr u zarûretle kıvrandığını, insanımızın değişik buudlardaki iftiraklarla birbirini yiyip bitirdiğini gördü, ürperdi.. ve yaşadığı çağı çok iyi idrak etmiş bir mütefekkir olarak, o günkü perişan yığınlara ilim ruhu aşılamak istedi. Fakr u zarûret ve iktisâdî problemlerimiz üzerinde durdu. İftiraklarımıza çareler aradı ve hemen her zaman birlik ve beraberliğimizi solukladı.. solukladı ve milletimizi, bu bunalımlı günlerinde bir an bile yalnız bırakmadı. O, gezdiği her yerde âvâzı çıktığı kadar bağırıyor ve: "Bu iç içe dertler eğer şimdi tedavi edilmez, yaralarımız, mâhir ve mütehassıs eller tarafından sarılmazsa, hastalıklarımız müzminleşir, yaralarımız da kangren halini alır. İlmî, içtimâî, idârî dertlerimiz mutlaka teşhis edilmeli, maddî-manevî bütün problemlerimiz çözüme alınmalı ki, mevcudiyetimizi kemiren, varlığımızı temelinden sarsan ve bizi her gün daha fecî çukurlara sürükleyen sıkıntılara mâruz kalmayalım" diyordu.
Evet, insanımız bu asır ve bu asrın vâridat, mânâ ve yorumlarıyla mutlaka tanışmalı, barışmalı ve uzlaşmalıydı. Dünya başını almış bir yerlere giderken, kendi dar kabuğumuza çekilip, inzivâya dalmak bizi öldürürdü. Bugünü yaşamak isteyenler mutlaka, hayatın çağlayanlarıyla, kendi irade, say ve gayretleri arasındaki âhengi, uyumu ve desteği yakalama mecburiyetindedirler. Aksine, kâinattaki umûmî cereyana karşı direnmeleri, onların mahvolup gitmelerini netice verir.
Eğer Bediüzzaman soluk soluğa ülkenin dört bir yanına mesajlarını sunduğu zaman, onu anlayacak birkaç yüz aydın, düşüncelerinde ona destek olabilseydi, ihtimal bugün en zengin ülkelerden daha zengin, en medenî milletlerden daha medenî hâle gelmiş ve daha sonraları karşımıza çıkan her engeli aşabilecek güce ulaşarak, şimdilerde girilmiş gibi görülen bu nurlu yola tâ asrın başında girmiş ve bugünkü problemlerin pek çoğuyla karşılaşmamış olacaktık.. yine de her şeye rağmen ümitvârız. Ben, milletimizin, bütün bütün mânâ köklerinin kuruduğunu iddia edenlerin gaflet ve zühûllerine inanırım. Gerçi başka milletler gibi biz de düştük; bunu inkâr etmemize imkân yok. Ne var ki, doğrulup kendimize gelemeyeceğimizi de kimse iddia edemez. Şimdilerde, milletçe, eski rahat düşkünlüğü yerinde intibah nurları parıldıyor, harem hisleriyle titrek ruhlarımızda taptaze bir canlılık ve bir dirilme sıcaklığı var. Bu gelişmeleri, masmavi bahar günlerinin takip edeceği kuşkusuz, ancak dolaşıp yamaçlarımızda seccâde serecek Hızırlar ve korkmadan enginlere yelken açacak İlyaslar bekliyoruz. Bu konuda Bediüzzaman önemli bir işarettir...
"Dehâ için intihap yoktur" derler; yani dehâ sahibi "şunu yapayım, şunu yapmayayım" demez; "şunu yapmak yararlı, şu da zararlı" diyerek, bir şeyin yapılacağına veya terkedileceğine hüküm vermez. O, ilâhî bir mevhibe, ledünnî bir saika ve şaika ile, çevresinin en derin, en şümullü ve zahirî, bâtınî, rûhî, içtimâî ihtiyaçlarını kucaklayacak çok üniteli bir güç kaynağı gibi pek çok şeyi omuzlayabilecek kuvvetleri ruhunda toplamış bir fıtrat harikasıdır. Bediüzzaman ve onun arkada bıraktığı eserlerini tetkik edenler onda dehânın bütün hususlarının var olduğunu görürler. O, gençlik döneminde, çevresine sunduğu ilk deha solukları sayılan eserlerinden, mahkemeler, zindanlar ve sürgünlerle geçen çileli bir hayat içinde inkişaf edip gelişen olgunluk dönemi kitaplarına kadar hep o seviyeler üstü seviyesini korumuş ve her zaman dâhiyâne konuşmuştur.
Fethullah Gülen Hocaefendi'den Bediüzzaman'a Dair Bazı Pasajlar
Bediüzzaman, üzerinde titizlikle durulup düşünülmesi, araştırılıp insanlığa tanıtılması gerekli olan bir simadır. O, İslâm âleminin, inanç, moral ve vicdânî enginliğini hem de en katıksız ve müessir şekilde ortaya koyan çağın bir numaralı insanıdır.
O, bütün ömrünü, Kitap ve Sünnet'in gölgesinde, tecrübe ve mantığın kanatları altında, derin bir aşk ve heyecanla beraber, hep bir muhakeme insanı olarak sürdürmüştür.
Bazı kimseler görmemezlikten gelseler de gerçek şu ki; Bediüzzaman çağdaşlarınca, kendi kuşağının en ciddî düşünürü ve yazarı kabul edilmiş; kitlelere hem bir sözcü hem de önder olabilmiş; ama katiyen kendini beğenmemiş, gösterişe girmemiş ve hep alâyişten uzak kalmaya çalışmıştır.
Akılların Batı düşüncesine kapıldığı ve hızla Sünnet'in inkârına gidildiği bir devrede Bediüzzaman'ın mucizeleri ele alması ve inkârı kabil olmayacak bir seviyede izah ve ispat etmesi, -her işinde olduğu gibi- tektir, orijinaldir, şükran ve minnete lâyıktır.
Bediüzzaman Tarihe Mâlolmuştur
Kötülükler karşısında Hz. Bediüzzaman gibi davranmak hem akıllıca hem de teslimiyet ve tefviz buutlu bir yoldur. O, kötülüklere maruz kaldığı demlerde: "Demek benim bilemediğim bir günahım var ki, Cenab-ı Hak ehl-i dünyanın eliyle beni tazip ve terbiye ediyor" şeklinde düşünür ve sonra da "Ey adil kader..." diyerek teslimiyet soluklar.
O, yirminci asırda İslâm dünyasında, şimdilerde dünyanın dört bir yanında, her zaman listenin başında birkaç yazardan biri olarak tanınmış, her kesimce sevilerek okunmuş ve zamanın eskitemediği simalardan biri olarak tarihe mal olmuştur.
Bediüzzaman'ın hemen bütün eserleri, içinde doğmuş olduğu çağ zaviyesinden, yorumlanmaya açık bazı meseleleri yorumlama açısından o uğurda harcanmış ciddî bir gayretin sonucudur. Onun eserlerinde önce Anadolu, sonra da bütün İslâm dünyasının hem âh u efgânı, hem de ümit ve şevk u târâbını duyup dinlemek mümkündür.
Çağın Hastalıklarını Biliyordu
Onun, hepimizden ve herkesten evvel görüp sezdiği ve ele alıp çözmeye çalıştığı en büyük problem, küfür ve ilhad kaynaklı anarşi problemiydi. O, bütün hayatı boyunca, insanımıza, çağın bu hastalığının mutlaka aşılması lazım geldiğini salıkladı. Ve bu hususta insanüstü bir gayret sarf etti.
Evet, Bediüzzaman milletin fikrî seviyesizliklerle sürüm sürüm yaşadığı ve içtimâî dertlerin birer buhran hâlini aldığı, ülkenin hemen her yanında ürperten yüzlerce hâdise ile yüz yüze gelindiği, her tarafta İslâmî ve millî değerlerin enkaz enkaz üstüne yıkılıp gittiği ifritten bir dönemin, düşünen, çareler arayan, teşhis ve tespitlerde bulunan sonra da bu rahatsızlıklara reçeteler sunan bir hekimi olmuştu.
Bu manada feleğin kemer bağladığı yüzlerce dava adamı vardır. Aylar güneşler hep onların bezmine ve hikmet dersine koşmuştur. Devr-i Saadet'ten sonrası taksimde, hissemize en çelimlisi ve çalımlısı düştü. Bulanlar buldu, bilenler bildi. Bilmem ki biz tanıyabildik mi?
Bakın asrın ruh ve beyin mimarına; o bir taraftan ümit-şiken olmamak ve mübtedilerin kapıdan girmelerini sağlamak için "Takva; ferâizi yerine getirmek, kebâiri terketmektir" derken, öte taraftan da "Her nur talebesinin bir ölçüde azamî takvayı, azamî zühdü, azamî velâyeti, azamî ihlâsı yakalama cehdi olmalıdır" der. Yani, ilki bu işin asgarîsidir, hedef ise azamîyi yakalamaktır.
Hayatı Sürgünlerle Geçti
Hayatı Sürgünlerle Geçti Ve Bediüzzaman... 20. asrın insanının kendisine muhtaç ve medyun olduğu bu büyük çilekeş, 1925'lerde Barla'ya sürgün edilmiş, bir kır bekçisiyle görüşmesi bile çok görülmüş; hapishanelerde ve tehcir-i mutlaklarda yaşamaya zorlanmıştır. Hatta düşüncelerine ket vurulmak istenerek eser yazmasına bile fırsat verilmemiştir. Fakat o büyük mücadele insanı, bütün engellemelere rağmen tıpkı vahyin yazılmasında olduğu gibi, eserlerini sigara kâğıtları, tahta parçaları gibi iptidaî malzemelere yazdırmış ve o varidat, bir yolu bulunup dışarı çıkarılarak çoğaltılmıştır. İmam-ı Azam, İmam-ı Hanbel ve diğer büyükler gibi Bediüzzaman da, o saf ruha ve ulaşmak istediği rıza ufkuna yükselebilmek ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bıraktığı mirası alıp asrımızdaki muhtaç sinelere taşıyarak devam ettirebilmek için 28 sene çile çekmiştir.
O'nu Anlamak Gayret İster
Üstad Bediüzzaman'ı, yaptığı insanüstü hizmetlerle anlamak zor olduğu gibi, bilkuvve yapabileceği şeyleri idrak etmek de oldukça zordur. O, Dost'a vuslat anının yaklaştığı o son demlerinde, yanındaki en sadık talebelerine: "Beni anlayamadılar" der, inler. Bence, bu mesele üzerinde durulmaya değer. Acaba Üstad'ı anlamayanlar, yaşadığı dönemin cebbar hafiyeleri miydi, yoksa kendi vefalarıyla onun çevresinde dönüp durdukları ve onu kabul ettikleri halde, o misyon insanının esas vazifesini tamamıyla kavrayamayanlar mıydı? Şunu özellikle vurgulamakta yarar görüyorum ki, eğer bu serzeniş talebe ve dostlarına idiyse, bu sözden bizim almamız gereken hisse ötekilerden çok daha fazladır.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri hayatı boyunca yazdığı eserlerle, insanların zihnindeki şüpheleri izale edip, imanı tahkime çalışan bir İslâm âlimidir. Belki de Cenâb-ı Hakk, bu görevi daha çevik-çavak yapsın diye, ona bu imansızlık fezaat ve fecaatini göstermiş, aşk ve şevkle iman hizmetinde bulunmasını sağlamıştır.
Bediüzzaman'ın benim açımdan farklılığı, onun bu çağa ait olması ve çağını çok iyi okuması bakımındandır. Yazmış olduğu eserler, iman hakikatlerine ihtiyaç duyanlar açısından iyi bir reçetedir. Ayrıca, talebeleriyle aralarındaki yazışmaların muhassalası (sonuç) diyebileceğim mektuplar, lahikalar vardır; orada, kavgasız, gürültüsüz, radikalliğe, teröre girmeden, huzur ve emniyeti ihlal etmeden hizmet yapılabileceğini, düsturlarını (genel kural) ortaya koyarak göstermiştir.
O'na Minnettarım
Ben Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) babamdan, annemden tevarüs ettiğim duygularla, düşüncelerle sımsıkı bağlıydım. Fakat Efendimizin insanlık çapında yaptığı şeyleri ister mucizatıyla, ister Reşhalarla Bediüzzaman'da gördüğüm zaman kendi kendime çocukluğumda şöyle dedim; "Demek ki ben uzaktan bakıyormuşum. Uzaktan bana göz kırpan o yıldızlar, nerdeyse çocukların ellerini uzatıp yıldızları avlamaya çalışması gibi şimdi benim avlayacağım ufka girdi."
Meseleler Bediüzzaman'ı okuduktan sonra benim için daha inandırıcı olmuştur. Mesela yine Zat-ı ulûhiyet meselesine iki kere ikinin dört edeceğinden daha kesin bir kanaatin bende hâsıl olmasına sebep olduysa, Allah'ın kalbimde iman nurunu yakması onun rehberliğinde olduysa benim ona minnet duymam bir vecibedir.
Üstad Bediüzzaman'ın, başka hiç kimsede görmediğim bir tespiti daha var; O, dünyanın üç yüzü bulunduğunu, bunlardan birincisinin esma-i ilâhiye, ikincisinin insanların hevesatlarına, üçüncüsünün de ahiret hayatının kazanılmasına baktığını söylüyor ki, gayet manidardır.
Bediüzzaman'ı sadece bir kısım imanî meseleleri anlatan, bir kısım sorulara, şüphe ve tereddütlere cevap veren eserlerin yazarı olarak görür ve öyle değerlendirirsiniz; bu bir yanıyla doğru ama eksiktir. O, bu hususlar gibi daha bir kısım hizmet düsturları ile milletin önüne geçip hizmete yönlendiren önemli bir mürşittir. Evet, o bir hizmet dâhisi ve hakikat-i Ahmediye'nin de bir müfessiridir. O, hem Museviyet hakikatinin, hem Îseviyet ruhunun, hem de Muhammediyet gerçeğinin önemli bir temsilcisi ve çok geniş dairede hizmet veren bir hizmet eridir.
Vefalıydı
Eğer Sa'd b. Muaz'ı asrımızda ille de birine benzetmek gerekirse, Bediüzzaman Said Nursî'ye benzetmek uygun olur zannediyorum. Çünkü onu çok vefâlı gördük. Kendisini, otuz yıllık hapis yıldırmamış ve on-on beş sene dağlarda yalnız bırakılması ve hiç kimsenin yanına sokulmaması ümitsiz kılmamıştır. Öyle rikkatime dokunur ki, o bir vesileyle, "Aylardan beri şu ormanda, ormancılar da ormana gelmediklerinden, bu dağın başında yapayalnızım." der. Sıkıntılı bir dönemde benim de tesellim bu oldu ve kendi kendime "Canım çıksın, benim yanımda iki kişi vardı, sense yapayalnızdın." dedim. O büyük insan, iki ay sonra Çam dağından iner ve ilk defa yanına bir adam sokulur; bu Sıddık Süleyman'dır. Onun kahramanlığını, bu davanın tarih yazarları unutmamalıdırlar. Çamurlara bata çıka gelirken, "Üstadım" der yanına sokulur. Ve ardından Hulusi Bey, Hüsrev Efendi, Tahirî Mutlu'lar derken yeni bir silsile-i zeheb oluşur. Evet, bütün bu hâdiseler onu yıldırmamış ve hiçbir şekilde dize getirememişti. Bir hayat boyu "garîbem, bîkesem, nâtuvanem, alîlem, zelîlem.." demiş, fakat daima eğilmeyen bir baş, bükülmeyen bir kamet olarak kalmıştı.
Hiçbirimiz, Üstad'dan daha ileri bir seviyede hak ve hakikati anlatma, i'lâ-yı kelimetullah da bulunma gayreti içinde olamayız. Hiçbirimiz dine ve ülkeye hizmette onun kadar cehd, himmet ve meşguliyete sahip değiliz. O, bizim altından kalkamayacağımız hizmetlerinin yanında evrâd u ezkârında da hiç mi hiç kusur etmemiştir. En ağır şartlar altında Risaleleri yazmış, tashih etmiş, onları çoğaltıp her tarafa dağıtmış, talebe yetiştirmiş, ehli dünya ile yaka-paça olmuş, hapishanelerde gezmiş-dolaşmış, fakat evrâd u ezkârını hiç aksatmamıştır. Talebelerinin şehadetiyle o, gecelerde, göz kamaştıran bir huşû ile sabaha kadar ubudiyette bulunmuş; yaz-kış bu âdetini değiştirmemiş; teheccüd, münâcat ve evradlarını asla terk etmemiştir.
Evet, o ömür boyu hep koşmuş durmuş ama, işi sadece evrâd u ezkâr olan bir insan diyebileceğimiz şekilde de bir zikir kahramanı olarak yaşamış; Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu asırdaki bir izdüşümü gibi davranmıştır.
Eserleri
Risale-i Nur Üstad Hazretleri, okunan risaleleri talebelerine özetletirmiş. Zaten bu özetleme gayretlerini Lahikalarda açıkça görebilirsiniz. Mesela, Hulusi Efendi ve Hoca Sabri Efendi gibi insanların özetlemeleri öyle hoştur ki, pek beğenirsiniz. Eserlere çok vakıftırlar, dilleri de çok güzeldir. Fakat sadece onlar değil; Üstad âdet edinmiş, bu yolla pek çok talebe yetiştirmiş. Onlar, okudukları yerlerden ne anladıklarını çok iyi kompoze etmişler. Bu sayede hem kendileri öğrenmiş ve hem de başkalarına risaleleri okutmuş, öğretmişler.
Üstad, kendi mülahazalarını, ilk eserlerinde (Muhakemat, Lemaat) ifade ederken, çağın önemli velilerinden bir tanesi, (yanık şiirlerine bayıldığım bir zattır) ona diyor ki; 'Gel bir tarikatın başına geç, zamanın İmamı Rabbani'si sensin...' O zatı (Esad Erbili) yürekten alkışlıyorum, çok önemli bir basiret göstermiş. Bediüzzaman'ı görüp, ondaki istidat ve kabiliyeti keşfetmesi, engin bir ferasetin var olduğunu gösteriyor. Fakat Bediüzzaman'ın da ona cevabı enteresan; 'Evet bu müesseseler mübarek müesseselerdir, fakat ben önümüzdeki yıllarda korkunç bir tehlike görüyorum ki, iman ciddi bir tehlikeye maruz kalacak, bütün himmeti imanı ikame etmeye sarf etmek, iman uğruna mücadele vermek lazım' diyor. Bunu o zatın müntesipleri, pek çoğu hâlâ hayattadır, onlar anlatıyor.
Bu müthiş adamı görmeyi hepiniz gibi ben de çok arzu ederdim. Tabii dizinin dibinde oturmayı, sohbetine ermeyi, dinlemeyi çok isterdim. Nasip... Belki bize görememenin hasret ve hicran sevabı, görenlere de huzurun insibağının sevabı yazılır.
Üstad'ın iradi olarak tercih ettiği ümmiliğe bu vesile ile dikkatlerinizi çekmiş olayım. O, çağın ortaya koyduğu bilgilere rağmen Kur'an'ı öne çıkarmış, her şeyi Kur'an ve Sünnet'le test etmiş ve bunda da başarılı olmuş bir insandır. Bu anlamda onda bir ümmiyet tercihi vardır. Bildiklerine Kur'an rengi kazandırmış, Kur'an'ı bir filtre olarak kullanmıştır o. Yazıyı işlek şekilde yazamamasından dolayı değil de, dışarıda bırakması gerekli olan şeyleri bırakması açısından yarı ümmi. Bu çok önemli ama gözden kaçan bir husustur. Yabancı bir düşünce yoktur onda. Her şeyiyle yerlidir O.
Bediüzzaman'ın Üslubu
Bediüzzaman Bediüzzaman erkân-ı imaniyyeyi tahkime ihtiyaç duyulan bir mevzu olarak ele almış, farklı bir üslupla onları yeniden anlatmıştır. Hem de defalarca tekrarlama bahasına. Ben bu tekrarları askerî mülahaza ile tabyeler olarak görüyorum. Yani tek bir tabyeye bağlı kalmama, nefis ve şeytanın değişik taarruz şekillerine, vesveselerine, iğvalarına (aldatmalarına) karşı farklı ve alternatifli müdafaa şekilleri geliştirme nazarıyla bakıyorum. Kaldı ki Kur'an'ın uslûbudur bu. Aynı konuyu farklı yerlerde, farklı üslûplarla defalarca ele almamış mıdır Kur'an? Demek kaynağı Kur'an olan orijinal bir metoddur bu.
Ben yetiştiğim çevrenin de sevkiyle bütün tasavvuf büyüklerine karşı derin bir saygı, alaka ve sevgiyle büyüdüm. Onların isimlerini sürekli dualarımda zikrettim; himmetlerini umdum. Fakat buna rağmen, selefi sâlihînin eserlerini okurken tenkit edebileceğim yerler gördüm. Çok istifade ettiğim bazı kitapları okurken bile kritiğe tabi tuttuğum noktalar oldu. Çoğu zaman sevgi ve saygı anlayışıma çarpan tenkit düşüncesi parçalanıp kırılsa da kafama takılan mevzular oldu. Fakat Bediüzzaman'ı çok farklı gördüm. O, acayip kılığı, garip kıyafeti, farklı hali ve çağın tuhaflığı içinde gizlemiş kendisini. O, düşünce ufkunun mihrabı gibi bir insan. İnsan, düşüncede mihraptan başkasına yönelirse kıbleden dönmüş gibi olur. Ama neylersiniz ki, yüzünü Batı'ya çevirmiş dünya kadar yerli, evlerinde ve hemen önlerindeki bu kıbleye sırtlarını dönmüşler. Anlaşılamayacak bir alakasızlıkla ondan mahrum kalmışlar.
[1] Fethullah Gülen, Yeni Ümit, Ekim-Aralık 1994, Sayı 26
20. ASIR İSLÂM DÜŞÜNCE VE AKSİYONUNDA BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’NİN YERİ
12.03.2009
Hayatın zevkini ve lezzetini isterseniz, hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz. Ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.
Bediüzzaman
Avrupa medeniyeti 19. asrın sonlarında, maddî alanda gerçekleştirmiş olduğu başarılar sebebiyle oldukça gururlu idi. Kendinden emin olup bu medeniyeti, bütün insanlık için geçerli bir ideal görüyordu. Bu dönemde Avrupa medeniyetine hâkim olan pozitivizm, Yaratıcı'yı ve dinî değerleri, âhiret hayatını, insanın ruhanî boyutunu inkâr ediyordu. Hikmetten uzaklaşan bu zihniyet dengesiz ruh hastası insanlar yetiştirdi.
Yirminci asır başlarında insanlığı Birinci Dünya Savaşı'na sürükledi. Dünyayı kana boğdu. Bu felâketten ders almak yerine, materyalist sömürgeci Batı Avrupa ülkeleri, hırslarını tatmin etmek için nüfuz alanlarını daha da genişletmek istediler. 1. Dünya Savaşı'ndan sonra, şimdi sayıları 54 olan İslâm ülkelerinden sadece üç tanesi (Türkiye, İran, Afganistan) dışındaki bütün İslâm dünyası sömürgeci Batı Avrupalıların istilâsı altına girdi. Doğu Avrupa ve Asya kıtasının büyük bir kısmı da materyalizmin öteki versiyonu olan sosyalist Rus işgaline maruz kaldı.
1. Dünya Savaşı öncesinde İslâm dünyasında Avrupa medeniyeti karşısında başlıca üç tutum ortaya çıkmıştı: 1- Geleneği olduğu gibi sürdürmek isteyenler, 2- Kurtuluş ve ilerlemek için Avrupa medeniyetini tamamen benimsemek isteyen modernist tutum, 3- İslâm'ın özünden ayrılmaksızın Müslümanları yeni çağın şartlarına göre tavır almaya çalışan tecdid anlayışı.
Bu üç bölüm içinde de, birbirinden oldukça farklı tutumlar vardır. Özellikle son bölüme dahil farklı tutumlar fazladır. Mesela C. Afgani, M. Abduh, M. İkbal, Emir Abdülkadir, Sudanlı Mehdi, Ahmed Cevdet Paşa, Said Halim Paşa. M. Akif, Hasan el-Benna gibi şahsiyetler, en başta hatıra gelen isimlerdir.
1. Dünya Savaşı'ndan sonra seküler Bati medeniyetinin bazı yaldızları dökülmesine rağmen, Batılı güçler elde ettikleri siyasi ekonomik, bilimsel ve teknolojik kuvvet sayesinde hakimiyetlerini devam ettirdiler. Bu medeniyet, yirmi sene sonra, insanlığı ikinci Dünya Savaşı’na sürükledi. Bu iki savaşta öldürülen insan sayısı, insanlık tarihinin başlangıcından beri savaşlarda öldürülen insan sayısından galiba daha fazladır. Birleşmiş Milletlerin kurulmasından sonra da kan ve ateş eksilmedi. Bu zihniyetin Bosna-Hersek faciasındaki tutumu, üç sene boyunca Avrupa'nın ortasında insanlık kıyımına seyirci kalması, gözlerimizden silinmiş değildir. Bu medeniyetin insanlığa rehber olamayacağı anlaşılmasına rağmen, kültür emperyalizmi ve üstün propaganda gücü sayesinde modernist Batıcı anlayış, hemen bütün İslâm ülkelerinde toplumlara zorla benimsetilmeye çalışıldı. Müslüman bünyesinin bunu kabul etmesi mümkün olmadığı için birçok sıkıntılar çekildi ve hala da sıkıntılar dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanmaktadır.
Çeşitli İslâm ülkelerinde müteaddit kurtuluş ve uyanış hareketleri ortaya çıktı. Bu yazıda Osmanlı Devleti'nin son döneminden itibaren B. Said Nursi'nin tutumunu özetlemeye çalışacağız. Nursi'nin önemi, seküler Batı'nın henüz yaldızlarının dökülmediği dönemde, ilahi vahye alternatif olma iddiasını taşıyan bu zihniyetin, bünyesinde taşıdığı zararlı tohumları teşhis etmesi, iyice tahlil edip çürütmesi ve asrın manevi hastalıklarına, Kur'an'dan kaynaklanarak şifalar sunmasındadır. Onun fikir ve aksiyonu, seksen küsur yıldan beri ilerleyerek devam etmesi itibariyle gerçekten İslam dünyasında en çok dikkat çeken tecrübe ve örneklerin başta gelenlerinden biridir. Nitekim Türkiye’deki başarısından sonra, başta Orta Asya Türk İslam dünyası olarak İslam dünyasının birçok ülkesi, şimdi ondan istifade etmeye başlamıştır.
Nursi, İslâmî ilimleri sağlam bir şekilde tahsil edip, devrin bazı meşhur otoritelerinden icazet almıştı. Osmanlı Devleti'nin merkezi olan İstanbul ilim mahfillerinde kendisini kabul ettirmişti. Osmanlının son döneminde kurulan ve dinî ilimlerde en yüksek ilmi mercî sayılan Daru'l-Hikmeti'l-İslamiye azalığına seçilmişti. İlmiye sınıfından olması itibariyle askerlikle yükümlü olmamasına rağmen, Birinci Dünya Savası sonrasında talebelerinden teşkil ettiği gönüllü alayın başında Ruslara karşı vatan müdafaasına katıldı. Yaralı olarak esir düştü, iki yıllık esaretten sonra 1917 Ekim ihtilalinin karışıklıkları içinde kaçıp kurtulmaya muvaffak oldu. İstanbul’a döndükten sonra Batılı işgal kuvvetlerine karşı cihada devam etti. Osmanlı padişahı esir durumunda olduğundan, Anadolu İstiklal Savaşını destekledi. Kurtuluştan sonra devlet yöneticilerinde modernist Batıcı tutumun hâkim olduğunu görünce, siyasi zeminde mücadelenin mümkün olmadığını anladı. İnzivaya çekildi. Bu inziva aslında fikri ve manevî mücahedesine başlangıç olacaktı. Batıcı yöneticiler onun temsil ettiği manevi cihaddan endişe ettiklerinden, kendisi kanun dişi bir eyleme girişmediği halde, ona rahat vermediler. O zamana kadar dış düşmanlarla mücadele etmiş bu zat, 50 yaşından sonra (87 yaşında vefat ettiği 1960 yılına kadar) kendi ülkesinin yöneticilerince düşman muamelesi gördü. Tarihte emsali görülmemiş bir hadise olarak o ve talebeleri aleyhinde 2500 kadar mahkeme davası başlatıldı. Bunlar hep beraatle neticelendi (Bkz. B. S. Nursi Tarihçe-i Hayatı, İstanbul, 1991; S. YILDIRIM, B. Said Nursi, Allah Dostları, İst. 1996, Şule Yayınları, c.10 içinde).
Nursi'nin tecdidi başlıca şu esasları ihtiva ediyordu: 1- İman esaslarını kuvvetlendirmek şarttır. Zira müslümanın fikirleri, uygulamaları, hülasa bütün dünyası, bu temel üzerine bina edilmektedir. Temel sağlam olmazsa çatısının ve duvarlarının onarılıp süslenmesi, binayı kurtarmaz. O şöyle diyordu:
"Bu zamanda Ehl-i İslam’ın en mühim tehlikesi, fen (bilim) ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir" (B. S. Nursi, Lem'alar, s. 104). O Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini dikkatle tefekkür ederek aldığı ilhamlarla Allah’ın varlığını, birliğini, kemal sıfatlarını, vahiy ve nübüvvetin lüzumunu, ahiret, haşir ve kader inancını, Kur'an'ın mucize oluşunun çeşitli vecihlerini ve diğer birçok konuyu aklı, kalbi ve duyguları tatmin edecek şekilde 130 kadar eseriyle (Bkz. İhsan Kasım Salihi, B. S. Nursi ve Eseri, İzmir 1993, Kahire. 1988: M. Refiî Kileci, Risale-i Nur'da Kur’ân'ın İ'cazı, İstanbul, İz Yayınları, 1997; Muhsin Abdülhamid, en-Nursî: Mütekellimü'l-Asri'l-Hadis, Bağdad). O bu meseleleri ele alırken önce felsefe ve bilim adına ileri sürülen şüpheleri giderir. Felsefeye vâkıf olduğu halde, o şüpheleri öne süren filozofların adlarını anmaz. Sadece o şüphelerin farkında olarak onları geçersiz kılacak açıklamalar yapar. İzah ve ispatlarını yaparken sadece müslümanları değil, ayrıca imandan uzak, fakat aklını kullanan kişileri de muhatap alır. Pozitivist eğitimden geçen nesiller içinden yüzbinlerce genç aydın, bu eserler sayesinde tahkiki imana kavuştu. Nursî'nin iman hareketi sadece ferdî değil, ferdi eğiterek toplumu kurtarmaya yönelir. Bir tarihçinin onun hakkında şu cümlesi gerçeğin ifadesidir: "O Türkiye'de dinsizlerin plânlarını alt üst eden adamdır."
2- Medreselerin ıslah edilmesini şart görüyordu (S. Nursî, Münazarat, s. 75). Kelâm ilminin eski metodlarıyla, çağdaş dönemde imanî mevzular temellendirilemezdi. Zira son asırlarda medrese de, tabiî bilimleri ihmal etmişti.
Nursî, Kur'ân'dan şunu öğrendi: Allah'ın iki kitabı vardır. Birisi: Onun irade sıfatının tecellîsi olan kâinat kitabı, diğeri kelâm sıfatından gelen Kur'ân-ı Kerim. Kur'ân bu iki kitabın birimlerine de "âyet" adını verir. Bu iki ilim arasında zıtlık olması mümkün değildir. Hakîkat birdir: "Vicdanın ziyası ulûm-u diniyyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassub, İkincisinde hile ve şüphe tevellüd eder" (S. Nursî, Münazarat, İstanbul 1991, s. 72).
Müslümanların modern çağdaki tepkileri farklı oldu. Bazıları pozitif bilimleri mutlak ve tarafsız gerçekler sanarak, Kur'ân'ı onlara onaylatma cihetine gittiler. Bazısı ise onları hiç nazar-ı itibara almadı. Bazıları "bilginin İslâmîleştirilmesini" teklif etti. Buna mukabil, bazı düşünürler bunu "İslâm'ın Batılılaştırılmasi" olarak algıladılar (M. Kemal Öke, Bilgi Çağında İslâm Bilimi ve Bediüzzaman (B. Sempozyumu, İst., 1996 içinde, s. 503).
Nursî şu gibi ölçüleri koyarak bilimi değerlendiriyordu: Müslümanlar aklî burhana tâbi olacaklardır. Zaten Kur'ân bu yolu göstermektedir. (B. S. Nursî, Hutbe-i Şamiyye, s. 23). "Şu kâinattan maksad-ı âla, (en yüce maksad), tezahür-i rubûbiyyete karşı, ubûdiyet-i külliyye-i insaniyyedir (İnsanlığın külli kulluğudur) ve insanın gaye-i aksâsı (en ileri gayesi) o ubudiyete ulûm ve kemalâtla yetişmektir" (B. S. Nursî, Sözler, s. 275).
"Hilkat-i âlem kanun-i tekâmüle tâbidir, insan ise, âlemin semerat ve eczasından olduğundan, onda dahi meylü'l-istikmalden bir meylü't-terakkî mevcuttur. Bu meyil ise telâhuk-i efkârdan istimdad ile neşv ü nema bulur. Telâhuk-i efkâr ise, tekemmül-i mebâdi ile inbisat eder. Tekemmül-i mebâdi ise, fünun-i ekvanın tohumlarını sulb-i hilkatten, zamanın terbiyegerdesi bir zemine ilka ile telkih eder. O tohumlar ise, tedricî tecrübelerle büyür ve neşv ü nema bulur" (B. S. Nursî, Muhâkemat. s. 16).
"İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibariyle her şey ilme bağlıdır ve bütün ulûm-i hakikiyyenin esası ve ma'deni ve nuru ve ruhu marifetullahtır."
Hulâsa, Nursî, "ilimlerin birliği" mefhumunu destekledi. Kur'ân'ın ilmin ve marifetin esası olduğuna, keza içtimaî, beşerî ve tabiî ilimlerin Kur'ân'dan kaynaklandığını Allah'ın esma-yı hüsnasına istinad ettiğini açıkladı. O, bu hususta el-Gazzalî'den etkilendi; fakat bu telâkkiyi geliştirdi. Zira bunun uygulanması için, ilimlerin İslâmîleştirilmesi için laboratuar diye düşün-düğü ez-Zehrâ Üniversitesini (Van'da) kurmaya teşebbüs etti. Böylece kâinat, hayat ve insana Kur'ân prizmasından bakarak ilimleri temellendirmek istedi. Gerçi o İslâmîleştirme işleminde bir program çizmedi. Fakat kendi devrinin şartları içinde, bu işleme hükmedecek genel çerçeveyi çizip temel kuralları koydu. Böylece ilimlerin İslâmîleştirilmesinde en önemli isimlerden biri oldu" (Ziyad ed-Değamin, İ'cazu'l-Kur'ân ve Eb'âduhu'l-Hadâriyye fî Fikri'n-Nursî, Malezya İslâm Üniv., 1996, s. 304).
Oryantalistler, ondokuzuncu asrın sonlarından beri müslümanların Avrupa'da gelişen pozitif bilimleri tahsil etmeleri halinde imânlarını terkedeceklerini iddia ediyorlardı. Nursî bunun yanlışlığını ispatladı.
3- Batı medeniyeti karşısında müslümanın konumunu belirledi. Batıda olan her şey ne tamamen iyi, ne de tamamen kötüdür. Batı medeniyeti müşterek değerler ihtiva eder. Batı Eski Yunan ve Roma medeniyetleri ile Hıristiyanlığın yanında İslâm medeniyetinden de çok istifa-de etmiştir. İyi olanı almalıdır. Zira hikmet mü'minin yitiğidir. Ama Kur'ân'a uymayanı ise bırakmalıdır.
Seküler Batı felsefesi ile Kur'ân hikmetinin, insanın içtimaî hayatına verdiği değer ölçülerini şöyle mukayese eder: Felsefe, hayat-ı içtimaiyyede nokta-i istinadı kuvvet kabul eder. Hedefi menfaat bilir. Düstur-i hayatı cidal tanır. Cemaatlerin rabıtasını unsuriyyet, menfi milliyeti tutar. Semeratı ise hevesat-ı nefsaniyyeyi tatmin ve hacat-i beşeriyyeyi tezyiddir. Halbuki kuvvetin şe'ni tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her rızaya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-i cidalin şe'ni, çarpışmaktır. Unsuriyyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selbolmuştur.
Amma hikmet-i Kur"âniyye ise, nokta-i istinadda kuvvete bedel hakkı kabul eder. Gayede menfaate bedel fazilet ve rıza-yı ilâhîyi kabul eder. Hayatta düstûr-i cidal yerine, düstur-i teavünü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyyet, milliyet yerine rabıta-yı dinî ve sınıfî ve vatanî kabul eder. Gâyatı hevesat-ı nefsaniyyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyyesini tatmin eder ve insanı, kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder. Hakkın şe'ni ittifaktır. Faziletin şe'ni tesanüddür. Düstur-i teavünün şe'ni birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni uhuvvettir, incizabdir. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlat kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni saâdet-i dareyndir (Sözler, s. 139). (Tabloya Bak.).
Bu mukayeseyi şu şekilde özetleyebiliriz: Nursî, Kur'ân'ın, ümmetin akide ve kültürünü tashih etmede, medeniyetini kurmada, en büyük mercî olmasına çalıştı. Tam bir cesaret ve güvenle Kur'ân'ın Batı medeniyetinin alternatifi olduğunu, beşer hayatının onsuz mümkün olmadığını anlattı. Bunu ispatlamak için birçok mukayeseler yaptı (Ziyad ed-Değamin, ...Fikrün-Nursî, s.303).
4- İslâm Ahlâkını Yaşamak
İslâmiyeti ifrat ve tefritten uzak, sırat-ı müstakim olarak anlamak, nefsinde yaşamak gerekir. "Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikâmeti gösterirsek, ecnebiler fevc fevc İslâm'a dahil olacaklardır" (B. S. Nursî Tarihçe-i Hayatı, İstanbul, 1991, s. 77).
İhlâsı esas almak, başkalarının eksiği ile uğraşmak yerine doğru bildiklerini anlatmak ve uygulamak, İslâm kardeşliği, ehl-i hakla ittifak etmeyi, tevfik-i İlâhînin vesilesi bilmek onun başlıca düsturlarından idi (B. s. Nursî, Lem'alar, s.140-141).
5- B. S. Nursî'ye göre ırkçılık Frengistandan (Avrupa'dan) gelen Frenk illetidir (Nursî, Mektubat, s. 329 ve devamı). Bu hastalık İslâm dünyasına gayr-ı müslimlerin propagandaları ve çalışmaları neticesinde sirayet etmiştir. Maksatları müslümanları parçalayarak onların dünyada kuvvet olmalarını önlemektir. Buna karşılık Nursî, hayatı boyunca İslâm birliği için çalıştı. Osmanlı Devleti sona ermeden önce "Müttefik İslâm Cumhuriyetleri" tarzında uluslararası teşkilâtlar teklif etmişti. Hareketinin çeşitli etnik yapılardan gelen mensuplar ihtiva etmesi, kendisi de kurt olmasına ve onbinlerce kürt talebesinin bulunmasına rağmen kürtçülük içinde bulunmamaları, bu işte ne derece başarılı olduğunu gösterir.
6- Hayat tecrübesi ve yaşadığı toplumun şartları ona politik faaliyetin dışında kalıp ilmî ve imânî hizmet içinde olma yolunu gösterdi. Zira onu yüce İslâm toplumunda siyasî parti mensupları, tarafgir hareket edince ihlâs, Hak rızası zarar görebilirdi (B. S. Nursî. Emirdağ Lahikası, I, 266). Diğer taraftan idareciler, politik faaliyet gösterenlere karşı insafsız, dengesiz hareket edenler, onları, kendi mevkilerine göz diken kimseler olarak görüp, kendileri müslüman olmalarına rağmen onların dinî ve içtimaî hizmetlerine karşı amansız bir mücadeleye girerler. Velhasıl siyaset, meleği şeytan şeytanı ise melek gösterebilir.
Müslüman toplumlarda İslâm'a taraftar olanlar yüzde doksan civarında iken siyasî parti kurma halinde, taraftarlarının nisbetinin çok düşmesi bu gerçeği gösterir. Politik yol ile yönetimi devralma ve sürdürmenin örneğini bulmak zordur. S. Ramadan el-Bûtî'nin dediği gibi: "Bu politik faaliyetler şu sonucu doğurdu: Bu kişilerin önünde arzu ettikleri İslâmî toplumu kurma yolu kapandı. Hem halk nezdinde, hem de idareciler nezdinde itimadı kaybettiler. Hatta kendileri de ihlâslarım koruyamadılar" (S. R. el-Butî, Bediüzzaman'ın İslâm'a Davet Tecrübesi, s. 113. B. Sempozyumu, İstanbul, 1996 içinde).
Nursî, dindarların çalışmalarını son derece baskı altında tutan rejime rağmen, pek dar da olsa, hep kanunî çerçevede kaldı, illegal duruma geçmedi. Bu hareket aleyhinde 2500 kadar dava açıldığı halde, mahkemeler beraatle neticelendi. Bu, Allah'ın bir lütfudur. Sebep de hikmetli hizmet düsturlarına uymaktır. Nursî, sahayı başkalarına terketmedi. Hep saha içinde hizmetine devam etti. Aksi halde saha dışına atılacaktı. Bu, işin pek önemli bir yönüdür. Sonunda ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün şu cümlesindeki itirafı ile, küçük siyaset değil, büyük siyaset galip geldi. CHP 1950'de iktidardan düşürülünce İnönü: "Bizi Nurcular (Nursî'nin hareketi) iktidardan düşürdü". Nitekim bu parti, o zamandan beri hiçbir seçimde çoğunluk sağlayamamıştır.
Demek ki politik faaliyete girmeden, uzaktan ağırlığını, hissettirerek irşad faaliyeti içinde bulunmak, bütün müslümanları kucaklamak, herkes ile diyalog içinde bulunmak, İslâm'ın müsamaha ve şefkati ile müsbet hareket etmek, hizmet için en isabetli yoldur.
Cihad kavramı çok geniştir. İbn Kayyım el-Cevziyye'nin sınıflandırmasına göre (Zadü'l-Meâd, Beyrut, 1985, c. III, 9-11, Terc. 3: 1011-12. Cantaş y.) cihadın mertebeleri şöyle şekillendirilebilir:
1. Nefisle cihad
a) Ona hak dini öğretme
b) Öğrendiklerini uygulama
c) Başkalarına anlatma
d) Tebliğ sebebiyle ezalara sabretme
2. Şeytanla cihad
a) Onun şüphelerini uzaklaştırma
b) Çağırdığı süflî arzulardan vazgeçme
3. Kâfirler
a) Kalb ile
b) Dil ile
c) Mal ile
d) Can ile savaş
4. Münafıklarla
a) Kalb ile
b) Dil ile
c) İkna yolu ile cihad
Kısaca söylemek gerekirse B. S. Nursî bu nevi cihadların hepsini gerçekleştirmiş, hatta cihad denince birçok kimsenin anladığı tek nevi olan can ile savaşmayı da gerçekleştirmiştir. Bu mükemmel anlayışla, milyonlarca insanın gönlünün İslâm'a kazandırılmasına vesile olmuştur.
Bediüzzaman'ın 1909'da yayınladığı “Bediüzzaman'ın Fihriste-i Makasıdı ve Efkârının Programı”nı, hayatının sonuna kadar 50 yıl boyunca devam ettirmiştir. Özeti şudur:
1- İslâm âlemini terakkiye sevkedecek uyanışı sağlamak
2- Müslümanların üç temel kurumu olan medrese, mektep ve tekke arasında koordinasyon sağlamak
3- İlmî çevrelerde hürriyeti te'sis etmek.
4- Osmanlı toplumunu geliştirmek için en büyük üç düşman olan cehalet, zaruret (fakirlik) ve ihtilafı eğitim ve bilim, san'at (endüstri) ve ittifak silahlarıyla mağlub etmek
5- Hilafet makamının ıslah edilmesi
6- Medreselerde ihtisas şubeleri kurmak.
7- Osmanlı Devleti'nin beylikler haline dönüşmemesi için ittihad-ı Muhammedi fikrinin geliştirilmesi
8- Millî birliği özellikle Kürtlerin bütünleşmelerini sağlayıp o kuvvetten istifade.
O, İslâmî hizmette, îmân esaslarına ağırlık vermenin peşinden "hayat" merhalesinin geleceğini söylemişti. Kendisinden sonra talebeleri hizmetini devam ettirdiler. Özellikle onlardan Fethullah Gülen Hocaefendi onun fikirlerini hayata, geniş topluluklara mâl etmede pek önemli hizmetlere vesile oldu. Türkiye'de vesile olduğu yüzlerce eğitim müessesesinden sonra son yıllarda Türkiye dışına yayılan iki yüzden fazla kolej, uluslararası boyutlarda dikkatleri çekti. Arnavutluk'tan. Bosna-Hersek'ten Moğolistan'a, Yakutistan'dan Tayland'a geniş bir coğrafyaya yayılan bu okullar Uluslararası Bilim Olimpiyatlarında birçok dereceler kazanarak kalitelerini de ispatladılar.
Bosna-Hersek milletvekili merhum Profesör Niyaz Şükriç 1991'de İstanbul'da Zaman Gazetesince tertiplenen "Ebedî Risalet Sempozyumu" vesilesi ile geldiğinde, bu hizmetle ilgili bazı kurumları da tanıma imkânı buldu. Sonunda şöyle demişti: "Bir hafta kadar bir zaman içinde fotoğraf alır gibi bazı yerleri gezdik. Bize pek bir şey anlatmadınız. Ama sizin anlatmanıza hiçbir ihtiyaç kalmadan ben şimdi bu mükemmel hizmeti pek iyi anladım".
Dünya yeni doğuşlara gebe. Değerli Bosna-Hersek'in de mutlu bir geleceğe namzet olduğuna inanıyoruz. Bediüzzaman Said Nursî'nin bu yazımızda özetlediğimiz fikirlerinde ve aksiyonunda somutlaşan İslâm'ın hikmet, tefekkür, müsamaha ve barış prensip-leriyle bu ülke, Avrupa'da İslâm medeniyetinin parlak bir merkezi olarak tarihî misyonunu, Allah'ın izniyle devam ettirecektir.
(Yeni Ümit, 37. Sayı) |
|
 |
|
 |
|
|
|
|
|
Sorular ve cevaplar kodu
| |