KURUCU YAŞAR BAYRAM 1-ANA SAYFA 2-PEYGAMBERLER 3-ALİMLER 4-EVLİYALAR 5-MEZHEPLER 6-ÖĞÜTLER
1-HZ MUHAMMET 2-ALİMLER 3-EVLİYALAR 4-MEZHEPLER KURUCU YAŞAR BAYRAM SAYFAMIZA
HOŞGELDİNİZ
ein Bild ein Bild

Sitene Ekle...

GÜLLERİN EFENDİSİ  
 
  ŞEMS TEBRİZİ HAYATI VE ESERLERİ 07.05.2025 22:26 (UTC)
   
 
ŞEMSi TEBRiZiNiN HAYATI , 23/12/2007 ·
[ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]
Konya’da, eski adıyla güllük mevkiinde Şems Parkı olarak bilinen alanın içinde eski bir cami ve türbe vardır. Yılın her günü ziyaretçilerle dolup taşan Mevlânâ türbesine yaklaşık on dakikalık mesafedeki bu mekânı  bilen ve ziyaret edenlerin sayısı ise parmakla gösterilecek kadar azdır.
Sözünü ettiğimiz türbe, Mevlânâ’yı hakikâtin sırlarına ulaştıran bir zatın adını taşımaktadır. Tahmin ettiğiniz gibi Şems-i Tebrizi’nin adını....
Büyük bir arif olduğu bilinen Melikdad oğlu Ali adlı bir kişinin oğlu olan Muhammed Şemseddin, 1164 senesinde Tebriz’de dünyaya gelmiştir. Henüz çocukluk ve ilk gençlik yıllarında bile kendi kuşağının çocuklarından bambaşka olduğunu göstermiş, anne babasını,yakınlarını, hocalarını hayrete düşüren davranışlar ortaya koymuştur. Zamanın ölçülerini aşan bu zat, çocukluk dönemine ait bir anıyı şöyle anlatıyor:
“Henüz ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı otuz kırk gün hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim. Günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı : ’ Oğlum’,  dedi ‘ben senin bu halinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak?‘ ben ona şu cevabı verdim:
‘Baba, seninle benim babalık ve evlatlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına  tavuk yumurtalarıyla bir de kaz yumurtası koymuşlar. Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman, bunlar hep birlikte analarının ardına düşerler, bir göl kenarına gelirler. Kaz yumurtasından çıkan civciv hemen kendini suya atar, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum boğulacak der. Çırpınmaya başlar. Halbuki kaz yavrusu, neşe içinde suda yüzmektedir. İşte, seninle benim aramdaki fark da böyledir.”
Muhammed  Şemseddin, bazı görüşlerin ve Mevlana’nın müridi, öğrencisi olduğu yolundaki yaygın inanışın aksine, basit bir batıni dervişi değil, üstün vasıflarla bezenmiş, hatta vasıftan dahi söz edilemeyecek yapıda bir zattır. Mevlana gibi zahir ve batın ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, müderrislik, müftülük yapmış seçkin bir insanı aşk ateşiyle pişirip ona mânâ aleminin pencerelerini açan biri hakkında başka nasıl düşünebiliriz ki?
Her sözü, sohbeti ve bakışı ile insanları alt üst eden, dar, sınırlı bir ahlaktan Allah’ın ahlakı anlayışına çeken Şems, kendisi için şunları söylüyor :
“Ben bir tarafta, dünyanın insanla şenelmiş dörtte bir kısmının halkı da bir tarafta olsa,beni sorguya çekse onlara cevap vermekten kaçınmam ve daldan sıçramam. Ne kadar zor şey sorsalar cevap üstüne cevap veririm. Benim bir sözüm, onlardan her birisi için on cevap ve hüccet olur.”
Bir gün Baba Kemal’in, kendisine Şeyh Fahreddin Iraki’ye açılan sırlardan ve hakikâtlerden yana bir keşif gelip gelmediğini, sorması üzerine Tebrizi:
“Ondan daha çok müşahade gelir! Ancak onun bildiği bazı ıstılahlar vardır,onun için gördüğünü en sevimli şekilde sunar. Bana gelince, bende öyle güç yoktur.” diye cevap verir. Baba Kemal de
“Allah ü Teala, sana günlük bir arkadaş versin ki, evvellerin ahirlerin bilgilerini hakikâtlerini senin adına izhar etsin. Hikmet ırmakları onun kalbinden diline aksın, harf ve ses kıyafetine girsin, o kıyafetin rütbesi de senin adına olsun” der.
Makalat adlı eserindeki ifadelerinden onun Tebriz’de Ebubekir adlı Şeyhinden feyz aldığı anlaşılır, ancak yine kendisinin bildirdiğine göre, şeyhi  onda olan bir şeyi görememiş, başka kimsenin de göremediği bu farkı, sadece Hüdavendigârı Mevlana anlayabilmiştir.
Zaten şeyhi onu daha fazla olgunlaştırmanın kendi gücünü aştığını anladığı zaman seyahate çıkmasına izin verir. O da diyar diyar  gezip Sohbetine dayanabilecek bir dost, bir mürşit arar. Fakat aradığını bir türlü bulamaz, hiç kimse onu tatmin edemez. Konuştuğu kişileri imtihan eder,istediği cevabı alamayınca oradan ayrılır. Kendisini olgunlaştıracak bir şeyh aradığını söyler; ama bütün  şeyhleri kendine mürid yapıp arayışına devam eder.
Memleketi olan Tebriz’de kendisine manevi kemalinden dolayı “Kamili Tebrizi”, durmadan gezdiği, yolları tayy ettiği için “Şemseddin-i Perende” (uçan Şemseddin) derler.
Bir gün yolu Bağdat şehrine düşer. Orada meşhur sofilerden Şeyh Evhadüddin Kirmani’yi bulup neyle meşgul olduğunu sorar.
“Ayı leğendeki suda görüyorum” diye cevap verir Kirmani.
Şems Hazretleri bu cevap üzerine:
 “Boynunda çıban yoksa neden başını kaldırıp da onu gökte görmüyorsun? Kendini tedavi ettirmek için bir doktor bulmaya bak. Böylece, neye bakarsan gerçekten bakılmaya değer olanı onda görürsün” der.
Kirmani Hazretleri Şems’in ellerine sarılıp müridi olmak istediğini söyler. Şems’in cevabı kesindir:
“Sen benim arkadaşlığıma dayanamazsın!”
Ama, Evhadüddin, ısrarlıdır. Nihayet, Şems, Bağdat pazarının tam ortasında birlikte şarap içmek şartıyla kabul edeceğini söyler. Evhadüddin “bunu yapamam” deyince,
“O zaman benim için şarap bulup getirir misin?” sorusunu yöneltir. Onu da yapamayacağını bildiren Kirmani’ye “ben içerken bana arkadaşlık eder misin? ”diye sorar. “Edemem” yanıtı üzerine artık Şems Hazretleri, “ Erlerin huzurundan ırak ol!”diye bağırır. “Bana arkadaş olamazsın . Bütün müridlerini ve dünyanın bütün namus ve şerefini bir kadeh şaraba satmalısın. Bu aşk meydanı erlerin ve bilenlerin işidir. Ve şunu da iyi bil ki ben mürid değil, şeyh arıyorum.
Hem de rastgele bir şeyh değil, hakikâti arayan olgun bir şeyh!..”
Kirmani, teslimiyet ve kabiliyet imtihanını bu nedenle geçememiş, onun asıl maksadını idrak edememiştir.
Tebrizi, arayışları sırasında bir rüya görür. Rüyasında kendisine bir velinin arkadaş edileceği bildirilir. Üst üste iki gece rüya tekrarlanır ve o velinin Rum ülkesinde olduğu haberi verilir.
Onu aramak için yollara düşmek ister,  fakat daha zamanının gelmediği, “işlerin vakitlerine tabi ve rehinli olduğu bildirilir.”
Şems ilahi tecellilerle mest olduğu, tam mânâsıyla istiğraka daldığı, müşahedenin güzelliğine beşer kuvvetiyle tahammül gösteremediği zamanlarda “gizli velilerinden birini bana göster” diyerek  niyaz eder ve sabırsızlanır. Üzerindeki o yoğun halleri dağıtmak için başka işlerle oyalanmaya çalışır. Para almadan inşaat işlerinde bile çalışır.
Nihayet bir gün;
“Madem ki ısrar ve arzu ediyorsun O halde şükrane olarak ne vereceksin?” diye bir ilham gelir.
O da “başımı!..” cevabını verir.
Bu cevaba karşılık olarak,
Bütün kâinatta Mevlana-yı Rumi Hazretlerinden başka, senin şerefli arkadaşın yoktur.” haberi gelir.
Artık Rum ülkesine gitmek, o sevgili ile görüşmek ve yolunda başını feda etmek üzere yola çıkacaktır.
Uzun bir yolculuğun ardından Şemseddin Muhammed, M. 1244 yılının Ekim ayında Konya’ya gelir. Kaldığı han odasının anahtarını boynuna zamanın tüccarları gibi asıp çarşıda dolaşmaya başlar aşk ve ilmin tüccarı olduğuna işaret ederek...
İkindiye doğru, ana caddede, katıra binmiş, talebeleri etrafında dört dönen bir müderris görünür. Şems aradığı dostun o olduğunu anlar. Önüne geçerek katırın dizginlerini tutar ve keskin bakışlarıyla:
“Sen Belhli Baha Veled’in oğlu Mevlana Celaleddin misin?” diye sorar.
Mevlana “evet” diye cevap verir. Şems:
“Ey müslümanların imamı! Bir müşkülüm var. Hz. Muhammed mi büyük, Bayezid-i Bistami mi?
Sorunun heybetinden kendinden geçen Mevlana, kendini toplayınca;
“Bu nasıl sual böyle? Tabi ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed bütün yaratıkların en büyüğüdür.”
O zaman Şems:
“O halde neden Peygamber bu kadar büyüklüğü ile Ya Rabbi seni tenzih ederim, biz seni layık olduğun vechile bilemedik” buyururken,
Bayezid, “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yok!..” demekte?
Mevlana:
“Hz. Muhammed, müthiş bir manevi susuzluk hastalığına tutulmuştu,’biz senin göğsünü açmadık mı?’  şerhiyle kalbi genişledi. Bunun için de susuzluktan dem vurdu. O Her gün sayısız makamlar geçiyor, her makamı geçtikçe evvelki bilgi ve makamına istiğfar ediyor, daha çok yakınlık istiyordu.
Bayezid ise, bir yudum suyla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. Vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılarak kendinden geçti ve o makamda kalarak bu sözü söyledi.”
Şemsi Tebrizi, bu cevap karşısında  “Allah”diyerek yere yuvarlanır.
Mevlana, hemen atından inip yanındaki adamların da yardımıyla onu yerden kaldırıp medresesine götürür.
Artık bu medresede iki âşık, hiç dışarı çıkmadan, yanlarına kimsenin girmesine izin verilmeden aylarca sürecek sohbetlere dalacaktır. Mevlana bunca zaman kitapların, sayfaların  arasında aradığı ve  Şeyhi Seyyid Burhaneddin’in yıllarca önceden müjdelediği sevgilisine, gönül dostuna kavuşmuş,o andan itibaren de bütün yaşamı değişmiştir.
Şems, önce onu çok değer verdiği zatların, hatta babasının bile eserlerini okumaktan men eder, değer verdiği bütün kitaplarını birer birer havuza atar. Daha sonra hiç kimseyle konuşmasına izin vermez.
Medresedeki derslerini, vaazlarını terk etmek zorunda kalır.
Şimdi sıra imtihanlardadır...
Bir gün Şems-i Tebrizi, Mevlana’yı denemek maksadıyla güzel bir sevgili ister ondan. O da güzellikte eşi bulunmayan karısını getirir tereddüt etmeden . Şems, “bu benim can kız kardeşimdir. Bu olmaz. Bana hizmet edecek bir erkek çocuğu bul” der.
Mevlana, Oğlu Sultan Veled’i ona kul olsun diye getirir. Şems, “bu kalbimi bağlayan oğlumdur. Şimdi şarap olsaydı, su yerine onu içerdim. Ben onsuz yapamam” deyince, Mevlana hemen gidip  Yahudi mahallesinden bir testi şarap getirir.
Şems, bu teslimiyet ve itaatten hayrete düşüp
“Başlangıcı olmayan başlangıcın ve sonu olmayan sonun hakkı için diyorum ki, dünyanın başından sonuna kadar senin gibi gönül yutan bir Muhammed yürekli bu aleme ne gelmiş ne de gelecektir.” dedi.
Ben Mevlana’nın hilminin derecesini anlamak için bu imtihanları yaptım. Onun iç alemi o kadar geniş ki, rivayet ve hikaye çerçevesine sığmaz.” der.
Kendisine hürmetle, sevgiyle yaklaşan diğer insanlara da çeşitli imtihanlar uygulamış, örneğin kendisinden para isteyince bütün parasını, malını mülkünü ayaklarına seren Hüsameddin Çelebi’ye Velilerin gıpta ettiği bir makamı müjdelemiştir. O servetin içinden de sadece bir dirhem alır. Geri kalanını Hüsameddin’e bağışlar.
Mevlana ve Şemsi Tebrizi’ye gönül verenler bu haldeyken, sohbetlerden ve bu sofradaki zenginlikten mahrum kalanlar Şems’ten kendilerine bir gönül hoşluğu gelmediğini öne sürüp kıskançlık içinde fitne tohumlarını atmaktadırlar. Dedikodularla atılan düşmanlık tohumları iyice olgunlaştığında  Şems, bir gece aniden Konya’yı terk ederek  kayıplara karışır. On altı ay boyunca hiçbir haber alınamaz.
Bu ayrılık süresince Mevlana tekrar eski haline gelmek, halka ve derslerine dönmek şöyle dursun, kimseyle görüşmez konuşmaz, medresesini büsbütün bırakır, keder içinde yalnızlığa çekilir. Hastalanır. Artık neredeyse can verecekken, Şam’dan gelen mektupla canlanır. Şems ikinci kez Konya’ya gelir. Birkaç ay süren sohbetler, görüşmeler neticesinde yine fitneler düşmanlıklar baş gösterir. Bunun üzerine Şems, tekrar kayıplara karışır...
Mevlana için yine ayrılık başlamıştır, coşkun bir aşk ve cezbe halinde aylarca gözyaşı döker gazeller söyler, her gelenden onu sorar, yalan haber getirenlere bile üstünde ne varsa verir, doğru haberi verene canını teslim edeceğini söyleyerek...
Bu arada fesat ve dedikodu çıkaranların çoğu, bu yolla Mevlana’yı kendilerini döndüremeyeceklerini anlar, bazıları da Şems’in kıymetini fark ederek pişmanlık içinde özür dilerler.
Birkaç ay sonra Şems-i Tebrizi’nin Şam’da olduğu haberi gelince Mevlana halini anlatan mektuplar gönderir, yalvarır, dualar eder. Nihayet üçüncü mektuba aylar süren bekleyişten sonra karşılık gelir. Şems de aynı coşkunlukla ona cevap gönderir.
Mektubu alan Mevlana, hemen oğlu Sultan Veledi çağırıp eline dördüncü mektubu vererek şunları söyler:
“Birkaç arkadaşınla Mevlana Şems’i aramaya git. Giderken şu kadar gümüş ve altın parayı da beraberinde götür. Bu paraları Şam’da O Tebriz Sultanının ayakkabısı içine dök ve onun mübarek ayakkabısını Rum tarafına çevir. Benim selamımı ilet ve âşıklara yaraşır secdemi O’na arz et. Şam’a ulaştığın vakit,Cebel-i Salihiye’de meşhur bir han vardır, doğru oraya git. Orada Mevlana Şemseddin’in güzel bir Frenk çocuğuyla satranç oynadığını görürsün. Sonunda oyunu Şems kazanırsa, Frengin malını alır. Frenk çocuğu kazanırsa, Şems’e bir tokat vurur. Sen onun vurduğunu görünce hata edip kızmayasın. Çünkü o çocuk kutuplardandır. Fakat o kendini iyi tanımıyor. Şems’in sohbetinin bereketi ve inayeti ile halinin olgunlaşması lazımdır.”
Sultan Veled, babasının dediklerini aynen yaparak yanındaki adamlarla birlikte yola çıkar. Şam’a varınca hemen hana gider. Şems, Mevlana’nın söylediği gibi bir  frenk çocuğuyla satranç oynamaktadır. Sultan Veled,  babasının mektubunu, armağanlarını Şems’e teslim ettikten sonra, bütün dostların yaptıklarından pişman olduklarını kendisini saygı ve hasretle Konya’da beklediklerini anlatır. Yalvarıp türlü niyaz ve ricalarla onu dönmeye ikna eder. Birlikte yola çıkarlar. Şemsi kendi atına bindiren Sultan Veled, aşk ve neşe içinde  Konya’ya kadar yayan olarak gelir. Şems onun gösterdiği bu saygı ve bağlılıktan çok hoşnut kalır, ona övgü dolu sözler söyler. Uzun bir yolculuktan sonra, Konya’ya yakın Zencirli Hanı’na geldiklerinde babasına müjdelemek için şehre bir derviş gönderir. Mevlana bu müjdeyi duyunca üstünde ne varsa çıkarıp dervişe verir. Konya halkına haber salıp emirlerden, bilginlerden, fakirlerden ve ahilerden onu karşılamak isteyenlerin toplanmasını ister. Kendisi de ata binerek bütün Konya ileri gelenleri ve ahalisiyle birlikte Şems’i şehre getirir.
Bu defa da altı ay boyunca medresedeki bir hücrede baş başa kalırlar. Yanlarına kuyumcu Selahaddin ve Sultan Veled’den başkası girememektedir. Mevlana’nın Şems’e bağlılığı bu son gelişte daha da artmıştır. Öylesine kaynaşmışlardır ki, artık ayrılık mümkün görünmemektedir. Şems, himmet ve teveccühleriyle Mevlana’yı daha da olgunlaştırmış aşk ateşiyle pişirip Hakk’a vuslatı sağlamıştır. Daha önce Şems’e muhalefet edenler de gelip birer birer  özür dilerler.
Onun rahat edebilmesi ve hizmetinin görülmesi için evde evlatlık olarak yetiştirilmiş Kimya adındaki genç ve güzel kız Şems’e nikah edilir.
Ama bu sefer de müritler arasında kıskançlık başgösterir. Mevlana’nın diğer oğlu Alaeddin Çelebi bile edebi aşan birkaç davranışıyla kıskançlığını dile getirir. Bu arada Şems’i sevmeyenler de her fırsatta muhalefete, hakaret, iftira ve düşmanlık  dolu hareketlere yönelirler.
Şems ile Mevlana, sohbet ve irşadın son merhalelerini, en güzel dönemlerini yaşarken onlar da dışarda kaynamaya, taşkınlık etmeye başlarlar. Artık Mevlana, istenen mertebeye gelmiş Şems’in irşad vazifesi tamamlanmış, daha önce kendisine bildirilen hüküm gereğince başını feda etme zamanı gelmiştir.
Hanımı Kimya Hatun da rahatsızlanıp vefat etmiştir. Bu haberin şehre yayılmasından sonra onu ne pahasına olursa olsun uzaklaştırmak ve Mevlana’yı elinden kurtarmak(!) isteyenler bir plan kurup bu iş için yedi kişi seçerler.
1247 yılının  Aralık ayında, aralarında Mevlana’nın oğlu Alaeddin Çelebi’nin de olduğu rivayet edilen  bu yedi kişi medresenin avlusunda pusuya yatar. Bir derviş kapıdan seslenerek Şems Hazretlerini dışarı çağırır. Şems derhal yerinden kalkıp çıkarken Mevlana’ya:
“Görüyormusun beni dönüşü olmayan bir davetle dışarıya çağırıyorlar!” diyerek vedalaşıp çıkar.
Sonra bir “Allah “ feryadı yankılanır gecede...
Kapı açıldığında ise, ortalıkta kimseler yoktur.
Sadece birkaç damla kan lekesi görülür yerde...
Başka da bir iz bulunamaz.
Bu son ayrılıktır. Mevlana yine aylarca süren bekleyişe, diyar diyar gezip aramaya başlar. Ama onu maddeten olmasa da manen kendinde bulduğunu şu dizelerle dile getirir:
“Beden bakımından ondan uzağız amma;
Cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz;
İster O’nu gör, ister beni...
Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben”

ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ESERİ
MAKALAT
(KONUŞMALAR)  
Yıllardır, Makalât-ı Şems-i Tebrizî, ikinci adıyle Hırka-i Şems üzerinde çalışmaktayım. Bugünün diliyle Şems-i Tebrlzî, Konuşmalar diye adlandırdığımız bu kitabın aslı, Farsça ve Arapça ile karışık, onüçüncü yüzyılda yazılmış çok çetin ve arkaik pasajlar ve deyimlerle dolu bir elyazmasıdır. Eser, çok önemli ve şaşırtıcı tasavvuf konularını içine aldığı gibi, o çağın belli başlı şahsiyetlerini, zamanın kültür ve bilim hareketlerini yansıtması, hele Mevlânâ Celâleddin'ln karanlıkta kalmış olan bazı yönlerini aydınlatması bakımından da bir hazine değerindedir.
Şems-i Tebrizî, Konya'ya niçin gelmiştir? Mevlânâ ile onun arasındaki ilişki nasıl başlamıştır? Mevlânâ'nın normal hayatını birdenbire altüst ederek ona coşkun ve taşkın yepyeni bir ruh aşılayan bu adam kimdir? İşte bu noktaları bize açıkça gösterecek çok Önemli bilgileri bu kitapta bulmaktayız. Kitabın gerçi çok çetin ve dikenli tarafları vardır ve bu özelliği, bugüne kadar bir çevirisinin yapılmasına engel olmuştur. Ancak mutlu bir raslantının bana bu eseri Türk aydınlarına ve tasavvuf meraklılarına tanıtmak fırsat ve cesaretini vermiş olduğunu söylersem, okurlarımın beni yadırgamayacaklarını sanırım. Bu çeviriye kaynak olan kitap, çok saygıdeğer dostum Mevlânâ torunlarından Prof. Dr. Ferudun Nafiz Uzluk tarafından vaktiyle bana armağan edilmiş olan elyazması bir nüshadır. Bu metin, 27x21 ölçüsünde ve 326 sayfadır. Nesih kırması, nesih, sülüs ve ta'lik gibi çeşitli yazı örnekleriyle temiz ve okunaklı bir şekilde yazılmış, üzerinde yer yer ufak tefek nüsha farkları işaret edilmiştir. Metnin bazı kısımlarının kenarlarına bol haşiyeler, açıklamalar eklenmiştir. Tarihi ve yazarı belli olmayan bu nüshanın, merhum Mevlevi arif meşahirinden Ayaşlı Şakir tarafından Dergâh müzesindeki iki nüsha ile karşılaştırılarak orijinal bir metinden kopya edildiği, sayfa kenarlarındaki haşiyelerin de sonradan eklendiği anlaşılmaktadır, işte üstad Prof. Dr. Uzluk'un himmetine borçlu olduğum bu kitabı her ihtimale karşı memleket kitaplıklarında bulunan başka elyazmalarıyle de karşılaştırmak lüzumunu duyduğum için önce Konya'dan işe başladım. Mevlânâ Müzesi Kitaplığı'ndaki 2144 ve 2145 sayılı iki yazma metinle yer yer karşılaştırdım. Daha sonra istanbul'da Beyazıd Kütüphanesi Kataloglarına baş vurdum. Veliyüddin Efendi Kitaplığından aktarılmış bir Makalât yazması buldum ama bu kitapçık ufak bir özetten başka bir şey değildi, istanbul Üniversitesi kitaplığında bulduğum 679 F.Y. numaralı metin de yine bir özetten ibaretti. Yaptığım bu araştırma ve incelemelerden sonra elimdeki nüshanın en doğru ve sağlam bir kaynak olduğu sonucuna vardım.
Kitabın bazı yerlerinde irkildiğim oldu. Bu yüzden, başlamış olduğum çeviri hayli gecikti. Son günlerde ikinci bir raslantı daha oldu. İran'da basılmış olan bir Makalât metni, yine aziz dostum Prof. Dr. Uzluk tarafından getirtilerek bana armağan edildi. Bu yeni fırsattan da faydalanarak yaptığım çevirileri bir de basılı metinle karşılaştırmak ve son kontroldan geçirmek lüzumunu hissettim. Türkiye'deki metinlerden alınan kopyalardan meydana geldiği anlaşılan bu kitabın, değerli bilgin ve araştırıcı İranlı Ahmed Hoşnuvis tarafından gözden geçirilerek üzerinde düzeltmeler yapıldığını, gerekli not ve haşiyelerle süslendiğini ve güzel bir baskı halinde irfan âlemine sunulduğunu görmekle de ayrıca mutluluk duydum. Kendi hesabıma, bu yeni baskıdan da hayli faydalandığımı inkâr edemem. Müellifine teşekkürlerimi sunmayı da bir borç bilirim. Ancak, benim çevirime esas olan nüsha ile yeni baskı arasında büyük ve önemli farklar buldum. Bendeki nüshanın birçok sayfaları basılı kitapta eksik kalmıştır. Hele yazma nüshanın 95'inci sayfasından 164'üncü sayfasına kadar  olan kısım tamamiyle atlanmıştır. Daha başka yerlerde de hayli atlamalar görülmektedir ki kitabın ikinci baskısında bunların düzeltilmesi çok faydalı olacaktır. Şu hale göre Farsça metnin Türkiye'de kritik bir baskısını yapmak zorunlu görünmektedir.
Kitap hakkındaki araştırmalarımızı bu satırlarla özetledikten sonra, biraz da çeviri zorlukları üzerinde durmak isteriz. Kitaba esas olan elyazmalarını daha önce incelemiş bulunan İran'ın sayılı ilim ve fikir adamlarından rahmetli Furûzan Fer'in şu sözlerini aynen naklediyorum:
«Makalât kitabı, Şemseddin-i Tebrizî'nin bazı meclislerdeki sohbetleri sırasında, Mevlânâ ile konuşurken aralarında geçen bahislerden, müritler ve inkarcılar tarafından sorulan sorulara verdiği cevaplardan derlenmiş bir eserdir. Kitaptaki cümle ve pasajların kesik ve dağınık olması da gösteriyor ki bu eseri Şems kendisi kaleme almamış, belki o anılar her gün müritler tarafından kaydedilmiş ve son derece bir tertip bozukluğu ile de derlenmiştir. Ama inkâr edilemez ki, bize Mevlânâ'mn özel yaşantısını, onun hayat hikâyesini kapsayan bir çok gizli noktaları da gün ışığına çıkarmaktadır.»
Mevlânâ'nın, Şemseddin Tebrizî ile nasıl buluştuğunu anlatan ve o buluşmanın efsaneleşmiş yönlerini, iyi bilinemeyen, sebepleri anlaşılamayan taraflarını aydınlatmak gayreti gösteren birçok eski ve yeni menakıb yazarları, bu hikâyeleri ancak romantik bir kılıkta uzun uzadıya nakletmeye özenmişlerdir, işte Makalât kitabı bu gizli kalmış konular üzerindeki perdeyi kaldırdığı gibi, Mevlânâ'nın, Şems'e nasıl kapıldığına da bir dereceye kadar ışı tutmakta ve açıklık getirmektedir. Kitap, herkesçe bilinen halin aksine olarak Şemseddin-i Tebrizî'nin çok keskin görüşlü bir bilgin ve bir hakikat âşığı, mürşitlik mertebesine ermiş arif bir yol gösterici olduğunu öğretmektedir. İşte sadece bu nokta bile eserin önemini belirtmeye yeter.
Kitabın tarihî değerinden başka ayrıca, Şemseddin'le görüşmesinden sonra Mevlânâ'da yeni bir hayatın başladığım gösteren açık işaretler vardır.
Şems'in getirdiği yeni fikirler, prensipler ve öğretim sistemi konusunda araştırma yapmak isteyenler, aradıklarını Makalât kitabında bulacaklardır. Çünkü Makalât ile Mesnevi arasında kuvvetli bir bağlantı vardır. Nasıl ki Mevlânâ, Mesnevi'de geçen birçok fıkra, hikâye ve nükteleri Makalât'tan almıştır.
Kitap ayrıca gönül çekici deyim ve terimlerindeki üslûp güzelliği bakımından Fars Edebiyat ve Filolojisinin bir hazinesi değerindedir.
İşin   zorluğunu  belirtmek için   yukarda   saydığım  sebepleri üstat Furûzan Fer de kabul ediyor. Ana dili Farsça olan bir ilim adamının bu görüşü, açık bir gerçeğin ifadesidir. Çevirinin zorluğunu artıran engellerin başında en çok diyaloglar gelmektedir. Konuşanla dinleyen, soran ve cevap veren; hatta üçüncü şahıs, aynı fiil ile ifade edilmektedir. Dedim ki, dedi ki yerine hep dedi fiili kullanılmıştır ki bu da şaşırtıcı sebeplerden biridir. Ama kitabı birkaç kere dikkatle, merakla ve sabırla okuyup da havasına girdikten sonra konu biraz daha aydınlanıyor. Kesik ve bağlantısız gibi görünen devrik cümlelerden sonraki cümle ve satırlardan bir mânâ çıkarmak mümkün oluyor, ama ne de olsa yine gramer kurallarına sığmayan sözler eksik değil. Bizi en ziyade ilgilendiren nokta, ele alman konuları herkesçe anlaşılabilir bir hale getirmek, Türk dilinin bugün benimsenmiş olan deyim ve terimlerine uygun fakat her türlü aşırılıktan, zorlama ve yapmacıklardan uzak bir çeviri örneği vermektir. İşte bu nokta üzerinde, gücümüzün yettiği kadar uğraştık. Konuşmalar kitabında, özellikle üstadın hayat hikâyesi, Mevlânâ ile aralarında geçen tasavvufî bahislerdeki görüş birliği, bazen düşünce ayrılığı, üstadın ağzından çıktığı gibi kayt ve zapt edilmiştir. Bu sohbet konuşmasından bazen değişik bir üslûp kokusu gelir; yer yer söğüp saymalar, öfke belirtileri, zamaneye göre ayıp sayılmayan bazı açık saçık nükteler de eksik değil. Ama bu özellik ve konulardaki değişik eda, okurları sıkmadan, onlarda derin bir ilgi ve merak uyandırmaktadır. Şimdi eserden müessire intikal yoluyle biraz da müellifin kısa bir biyografisini çizmeye çalışalım.
ŞEMS-İ TEBRİZÎ KİMDİR?  
Büyük arif Melikdâd oğlu Ali oğlu Muhammed Şemseddln, yaradılışında üstün vasıflarla bezenmiş, Allah vergisi yüksek bir istidat ve kabiliyetle doğmuş Allah âşıklarından, ilâhî aşk şarabiyle başı dönmüş hakikat ve mânâ ehli erenlerdendir. Altıncı hicret yüzyılında Tebriz'de hayata gözlerini açmış, henüz çocukluk ve ilk gençlik çağlarında bile çağdaşı olan kuşağın çocuklarından bambaşka bir vasıfta yaratıldığını göstermiştir. Coşkun, hareketli, duygu ve düşünce bakımından daima ileriye bakan ve zamanının değer ölçülerini aşan bu harika çocuk, bize kendini şöyle anlatıyor:
«Henüz erginlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı, 30-40 gün hiç bir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim, günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı, 'Oğlum, dedi, ben senin bu halinden birşey anlamıyorum; bunun sonu nereye varacak? Bu davranışlar seni felâkete götürecek.' Ben ona şu cevabı verdim: Baba! Seninle benim babalık ve evlâtlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyle karışık bir de kaz yumurtası koymuşlar. Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman bunlar hep birlikte analarının arkasına düşer giderler, yolda bir göl kenarına raslarlar. Kaz yumurtasından çıkan civciv hemen kendisini suya atar, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum boğulacak der. Çırpınmaya başlar. Halbuki kaz yavrusu neşe içinde suda yüzmektedir. İşte seninle benim aramdaki fark da böyledir.»
Ahmet Eflâkİ'nin, sayın dostum Prof. Tahsin Yazıcı tarafından dilimize çevrilmiş olan Ariflerin Menkıbeleri adlı eserine göre Tebriz şehrinde Şemseddin'e Şems-i Perende yani Uçan Şems derlermiş. Bu lakabın ona, çok gezmesinden ve sık sık zamane ariflerini ziyaret için şehirler arasında dolaşmasından ötürü verildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca ona manevî mertebesi ve ergin ariflerden sayılması dolayısiyle Kâmil.i Tebrizî de denilirmiş. Ama bunun, hem büyük arif Şemseddin Muhammed'in hem de başka bir Şemseddin'in lakabı olduğu anlaşılmaktadır. Merhum üstat Furûzan Fer'in İran'da vaktiyle neşretmiş olduğu Menakıb-i Evhaduddin-i Kirman adlı eserde Evhaduddin şöyle anlatıyor: «Kayseri'de bulunduğum sırada Kâmil-i Tebrizî denilen bir zat vardı; bu, perişan halli bir âşık idi. Sultan Alaeddin ile vezirleri ona çok saygı ve sevgi gösterirlerdi. Batın ehli bir adam idi. Sultan yanında çok itibarı var idi. Herhangi bir adam için bin dinar bile iltimas etseydi red olunmazdı.» Şimdi Evhaduddin'in bahsettiği bu Kâmil-i Tebrizî ile büyük arif Şems-i Tebrizî'nin başka başka kişiler olduğunda şüphe etmiyoruz. Çünkü Şems-i Tebrizî, sözü geçen Kirmanlı Evhaduddin'in uzun uzadıya aleyhinde bulunmuş ve Evhaduddin, Şems'in yüce mertebesini anlayamamıştır. Şu hale göre onun Kayseri'de rastladığı Kâmil-i Tebrizî, başka birisidir yani Kâmil sözünün, o Şemseddin'in vasfı değil ismi olduğu anlaşılmaktadır.
Yine Eflâkî'nin Ariflerin Menkıbeleri kitabında, Mevlânâ Celâleddin, yukarda sözü geçen ikinci Şems-i Tebrizî'den bahsederken, «Tebrizli Kâmil, Konya şehrinin aptalıdır, Fakih Ah-med'den birkaç derece daha üstündür,» demektedir. Bu Kâmil-i Tebrizî'nin, çok vakit zamane sultanlarının, devlet büyüklerinin makamlarına teklifsizce girip çıktığı, Saray kapıcılarının ona ses çıkarmadığı, hatta sultanın tahtına çıkıp oturduğu, meclislere vakitli vakitsiz girip çıktığı, meclislerdeki aletlerden herhangi birini alıp dışarı fırladığı halde hiç kimsenin ona engel olmaya cesaret edemediği anlaşılmaktadır. Bazı açık gönüllü büyükler, Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'ye, Seyfullah yani Allah Kılıcı da demişlerdir. Bu Kâmil-i Tebrizî'nin adı, Makalât kitabında da aynen geçmektedir. İlerde görüleceği gibi Makalât' ın ikinci bölümü şöyle başlıyor:
«Pir Muhammed'e sordular: Tebrizli Kâmil'in hırkası önünde ne hale geliyorsun? Tıpkı doğan pençesine tutulmuş bir serçeye dönüyorsun sonra diyorsun ki, 'doğanı öldüreyim de kendimi kurtarayım. Çünkü o kendi hesabına yaşıyor»
Yukarıdaki sözlerden de anlaşılıyor ki bu Kâmil-i Tebriz başka bir Allah eridir. Evhaduddin'in Kayseri'de gördüğü, Mevlânâ'nm, «Fakih Ahmed'den birkaç kat daha üstündür,» diye bahsettiği zat da Kâmil-i Tebrizi'den başka birisi değildir. Çünkü bunun büyük arif Şemseddin Muhammed'e benzer bir tarafı yoktur. Zaten Eflâkî'nin verdiği bilgi ile Mevlânâ Çelâleddin'in Şems hakkında kullandığı deyimler arasında da çelişki vardır. Mevlânâ, hiç bir zaman üstadını başka vasıfla övmemiş, onu Kâmil-i Tebrizî diye anmamıştır. Bu açıklamalardan sonra şimdi yine asıl konumuza dönebiliriz.
Büyük arif Tebrizli Muhammed Şemseddin, bazı yanlış görüşlü tetkikçilerin sandığı ve bize tanıttıkları gibi basit bir bâtınî dervişi değildir. O yüzyılların yetiştirdiği büyük mürşitler arasında üstün vasıflarla yaratılmış eşsiz bir ariftir. Böyle olmasaydı, Mevlânâ gibi zahir ve batin ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, zamanında müderrislik ve müftülük mertebelerine yükselmiş seçkin bir insanı, Allahsal bir aşk ve iştiyak ateşiyle tutuşturabilir miydi? Mevlânâ'ya bütün normal hayatını bir tarafa iterek, işini gücünü, medresesini ihmal ettirerek, onu madde âleminin dışında başka bir âleme götüren; ona mânâ âleminin pencerelerini açan bu Tebriz güneşi, bu Türk velisi olmuştur. Şu halde, bu nitelikte ve bu yetenekte olan ulu bir arifin bayağı bir bâtınî dervişi olamayacağı; onun, gönlü yüce hakikatlerle dolu bir irfan ve irşad kaynağı olduğu şüphesizdir. Makalât'ın incelenmesi, bize, Tebrizli Şemseddin'in, zamanında en yüksek islâmî bilgilerden, tefsir, hadis, fıkıh, felsefe ve kelâm bilimlerinde de yeter derecede ilerlemiş olduğunu ve dört mezhebin fıkıh esaslarına da âşinâ bulunduğunu ve bu cümleden olarak Şafiîlerin meşhur beş kitabında Tenbih adlı eseri de incelediğini gösteriyor. Şems'in, Arap edebiyat ve filolojisinde de üstün bir bilgiye sahip olduğunu anlıyoruz. Yıllarca Suriye'de Halep ve Şam gibi büyük şehirlerde yaşadığı, Araplarla ilişki kurduğu, onların dillerini gayet iyi bir şekilde konuşup yazdığı Makalât'taki yer yer Arapça pasajlardan anlaşılmaktadır. Bir aralık Erzurum'da ve Türk şehirlerinde öğretmenlik yapmış olan Şems'in Konya'ya nasıl ve niçin geldiği bahsine dönelim:
Makalât'ta şu satırları okumaktayız:
«Allah'a yalvardım. Yarabbi beni kendi velilerinle tanıştır, onlarla yoldaş et dedim. Rüyamda, 'Seni bir veliyle yoldaş edelim,' dediler. 'O veli nerededir?' diye sordum. Ertesi gece bu velinin Rum diyarında (Anadolu'da) olduğunu söylediler. Bir müddet sonra tekrar gördüğüm rüyada, 'Henüz vakti gelmemiştir, her işin bir zamanı var,' dediler.»
Bu açıklama bize, Mevlânâ'nın da vaktin olgun velileri mertebesine yükselmiş kendisine muhatap olacak kuvvetli bir mânâ ehli bulamadığı için zahir bilgileri çerçevesi içerisinde kalmış olduğunu göstermektedir. Şems bunu duymuş ve sezmiştir. İçindeki coşkun hisleri aktaracak derin ve geniş bir gönül aramaktadır. Aradığını da Mevlânâ Celâleddin'de bulmuştur.
Mevlânâ Celâleddin, gerçi mânâ âlemine ait bilgilerden yoksun değildi. İlk tasavvuf neşesini babası Sultanu'l-Ulemâ' dan, onun ölümünden sonra da Horasan erenlerinden babasının arkadaşı Tirmizli Seyid Burhaneddin'den almıştı. Ama Şems ile buluşması bambaşka bir hadise olmuştur. Bu hadiseyi Eflâkî, Molla Cami ve diğer tezkirecilerle Mevlânâ'nın büyük oğlu Sultan Veled, çeşitli ve renkli dekorlar içerisinde anlatırlar. İlerde bu konuya dönmek üzere bir de Şems'in ilk üstatlarına -ve tasavvufla nasıl ilgilenmiş olduğuna dair elimizdeki bilgileri özetleyelim:
 
İlk Çağları
Şems, kendi ifadesine göre ilk nasibini Tebriz'de, Ebûbekr Sellebaf (Sepetçi Ebubekir) adında bir mürşitten almıştır. Eflâkî'nin Sultan Veled'den naklederek anlattığına göre bütün velîlik niteliklerini onda bulmuştur ama kendisinde, şeyhinin göremediği ve hiç kimsenin farkında olamadığı birşey vardı ki onu ancak Mevlânâ Celâleddin görebilmişti. Yine Şems'in Sultan Veled'e anlattığına göre çocukluk günlerinde Allah'ı, melekleri, yerlerde ve göklerde bir çok olayları görür, herkesi de kendisi gibi sanırmış. Ama sonradan anlamıştır ki bunları başkaları göremiyor. Şeyh Ebubekir de bunları herkese söylemesini yasaklarmış.
Hafız Hüseyin Kerbalayî'nin, Ravzatül Cinan  (Cennet Ban. çeleri)   adlı  eserinde şu  satırları  okumaktayız:
Şems-i Tebrizî uzun süre Tebriz'de Şeyh Ebûbekr Selle-bafın hizmetinde bulundu. Büyük bir olgunluk ve erginlik mertebesine erdi ama onu daha fazla olgunlaştırmak Şeyhinin takati üstüne çıkınca Ebûbekr, insaf ve takdir yoluyla ona artık bu olgunlaşmanın daha ileri mertebesini başka yerde aramasını tavsiye etti; seyahata çıkmasına izin verdi. Şems önce Kirmanlı Şeyh Evhaduddin'in piri Şecaslı Şeyh Rükneddin'e, sonra da Tebrizli Şeyh Şahabeddln Mahmud'a gitti. Zamanın büyük mürşitlerinden olan o zatın hizmetlerinden de çok feyiz aldı. Daha sonra zamane şeyhlerinin önderi sayılan Cent'li Baba Kemal'e baş vurdu; ondan da hayli faydalandı ama Mevlânâ ile buluşuncaya kadar, ilk üstadı Ebûbekr'in hatırasını daima saygı ile andı; onu hiç unutamadı. Ebûbekr'in manevî mertebesini Şeyh Sadi de Bostan kitabında şöyle övmektedir:
«Tebriz taraflarında bir aziz vardı ki, daima uyanık gönüllüydü, geceleri uyumazdı. Gecenin birinde bir hırsızın dama çıkmak için kement attığını gördü. Adam o sırada, halkın sesini işitince o tehlikeli durumda sığınacak bir yer bulamadı; telaş ve korku içerisinde kaçmaya çalışıyordu. Bunu seyreden aziz derviş, mum gibi erimeye başladı, zavallı hırsızın çektiği korkuyu düşündü. Karanlıkta dama doğru yürüdü, başka bir yoldan hırsızın karşısına çıktı, 'Dostum gitme,' dedi. 'Ben sana yabancı değilim. Yiğitlikte senin ayağının toprağıyım.' Hemen kavuğunu, sarığını, yanındaki eşyasını yukarıdan hırsızın eteğine bıraktı ona çok özürler diledi ve 'Haydi çabuk şimdi buradan kaçıp canını kurtarmaya bak; duman gibi kendini yok etmeye çalış,' dedi.»
Cennet Bahçeleri'nin yazarı Kerbelâlı hafız Hüseyin, işte bu azizin Şems-i Tebrizî'yi yetiştiren Ebûbekr olduğunu; onun, eli vergili, cömert ve çok üstün yaratılışlı seçkin bir zat olduğunu kaydetmektedir.
Şimdi Mevlânâ'nın Şems'i nasıl gördüğünü, ona bağlanmasının nedenlerini tekrar araştıralım: Eflâkî şöyle diyor: «Hazreti Mevlânâ buyurdu ki 'Bir gün bana Melekût âleminin yolları açıldı; ilâhi bir temaşa zevkiyle Miraç etmek nasib oldu; dördüncü kat göğe kadar çıktım, ama o feleğin yüzünü kararmış gördüm. Beytül Mâmur denilen sarayın sakinlerinden bunun sebebini sordum. O makamın kutsal sakinleri, 'Bizim güneşimiz, fakirler sultanı Şems-i Tebrizî'yi ziyarete gittiği için karanlıkta kaldık,' dediler.»
«Ben o kutsal yerleri dolaşıp tekrar dördüncü kat göklere geldiğim zaman büyük güneşin eskisi gibi kendi merkezinde nur ve ışık saçtığını gördüm.»
Şimdi bir de Mevlânâ hakkında Şems'in görüşlerini dinleyelim:
«Dünyanın hiç bir yerinde Mevlânâ'nın eşi ve benzeri yoktur. Bütün fenlerde, temel bilgilerde, din bilgisinde, gramer, sentaks, mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır; onlardan daha üstün, onlardan daha zevkli, onlardan daha lâtiftir. Gerekirse, gönlü isterse, üzüntüsü engel değilse ve konunun tatsızlığı sebep olmazsa, hepsinden daha yetkili konuşur. Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu bahislerde yüz yıl uğraşsam ondaki ilim ve hünerin onda birini elde edemem. Halbuki o kendisini bilmezlerden sanır ve öyle zanneder. Benim önümde, beni dinlerken, nasıl anlatayım, ayıptır söylemesi, babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk yahut müslümanlığa dair hiç bir şey işitmemiş dönme bir müslüman gibi öylesine utangaç bir hal alır.» (Şems-i Tebrizî, Konuşmalar, M. 77.)
İşte her iki Allah âşığının aralarındaki karşılıklı sevgi ve saygıdan birer örnek alarak yukarda naklettiğimiz vesikalar bize gösteriyor ki, Şems ile Mevlânâ biri birini tamamlayan, biri birinden renk ve ışık alan iki irfan hazinesidir. Her ikisi de aşk ve hakikatla dolu; madde ve mânâ âleminin sırlarına ermiş üstün vasıflı birer Allah velîsidir.
 
ŞEMS'İN AİLESİ
Devletşah Tezkeresî'nin anlattığına göre Şems-i Tebrizî İsmailiye mezhebi büyüklerinden Büzrükümid'in torunu Havend Alâeddin'in oğludur. Alâeddin, dedelerinin sapkın inançlarını bir tarafa atarak zındıklık yolundan ayrılmış baba ve dedelerinin kitap ve defterlerini yakmış, tam manasiyle islâm ve ehli sünnet inançlarını benimsemiştir.
Bazı tezkerecilere göre de Şems'in aslı Horasanlıdır. Babası ticaret maksadiyle Horasan'dan Tebriz'e gelmiş, orada yerleşmiş; Şemseddin de Tebriz'de doğmuştur. Devletşah diyor ki, «O, nerede doğarsa doğsun işin suretine değil manâsına bakmalıdır. Asıl zevk, ruh âleminin manasına erebilmektedir. Yoksa, bedenler nerede olursa olsunlar ne değeri var.»
 
Konya'ya İlk Gelişi ve Mevlânâ ile Buluşma
Konuşmalar'dan anladığımıza göre Şems,'642 hicret yılı Cemaziyelahır ayının yirmi altıncı günü Konya'ya gelmiştir. (M. 48). O
Mevlânâ ile ilk buluşma hakkında Eflâkî'nin verdiği bilgi ile Molla Câmi'nin Nefahat-ül-üns'de ve bizzat Makalât metninin 56'ncı sahifesindeki Arapça pasajda biraz değişik bir dekor içinde özetle şöyle anlatılmaktadır: Şems yukardaki tarihte Konya'ya gelir; Şekerciler Hanı'nda bir odaya yerleşir, Mevlânâ'yı sorar; onun, o sırada Meram bağlarında sayfiyede olduğunu, ikindiye doğru şehre geleceğini söylerler. Şems yol üzerinde beklemekte, sabırsızlıkla Mevlânâ'nın yolunu gözetmektedir. Derken belirli vakit gelir, Mevlânâ bir katıra binmiş, aheste aheste sürmekte ve kendisine yaklaşmaktadır. Yıllardır içi aşk ve iştiyak ateşiyle dolu olan Şems, katırın dizginine yapışır, selâm verir ve «Hemen söyle bana,» der, «Hazreti Muhammed mi daha büyüktür, yoksa Bayezid-i Bistamî mi?» Mevlânâ, «Bu ne sorudur?» der, «Hazreti Muhammed (selât ve selâm ona olsun) peygamberlerin sonuncusudur, en yücesidir. Onunla Bayezid arasında ne münasebet var?» Şems, «Ama niçin Hazreti Muhammed (S.A.) hep 'Yarabbi biz seni sana layık bilgiyle bilemedik,' dediği halde Bayezid, 'Beni ululayın şanım ne yücedir,' diye öğünmüştür?» Mevlânâ, bu sualin heybet ve azameti karşısında kendinden geçmiş, bir süre sonra kendine geldiği zaman Şems'in elinden tutarak piyade bir halde kendi medresesine götürmüş, onunla kırk gün halvette kalarak hiç kimseyle münasebette bulunmamıştır. Bu süre içinde bütün ihtiyaçlarını Mevlânâ'nın büyük oğlu Sultan Veled sağlamıştır.
Eflâkî'ye göre Mevlânâ, Şems'in ilk sorusu karşısında güya yedi kat göklerin biri birinden ayrılarak yere yıkıldığını, büyük bir ateşin kafatasında alevlendiğini hissetmiştir. Ona şu susturucu cevabı vermiştir: «Hazreti Muhammed (S.A.), cihan varlıklarının en büyüğüdür, Bayezid kim oluyor? Bayezid'in susuzluğu bir yudum su ile diner, o zaman da suya kandığından söz eder. Onun idrak hazinesi o kadar bir suyla dolar; güneşin cihanı aydınlatan ışığı onun evinin ufacık penceresine kadar sızar ve ancak o kadar girer. Ama Hazreti Muhammed Mustafa'nın (S.A.), susuzluğu o kadar derindir ki, şüphesiz hep susuzluğundan dem vurur ve her gün o susuzluğun daha da artması niyazında bulunur. Şu halde bu her iki davacıdan Hazreti Muhammed Mustafa'nın davası çok büyüktür. Şu sebepten ki, Bayezid kendisini Hakka ermiş görünce hemen dolu verir ve daha fazlasına bakmaz ama Hazreti Mustafa (S.A.), her gün daha fazla Hakkı görür ve bu görüşle daha çok ilerler. Hakkın yüceliğinin, kudretinin, her varlığa hâkim olan saltanatının parlak belirtilerini her gün, her saat gördükçe aşk ve hayreti artar ve ondan dolayı da 'Yarabbi biz seni sana yaraşan bilgiyle bilemedik,' diye hep özlem duyar.» Bu cevap karşısında Şems-i Tebrizî, bir nağra atarak yere yıkılır.
Bu ilk misafirlik sırasında her iki Hak âşığı tam üç ay hep halvette kalır, gece gündüz, oruç, namaz, ibadet ve sohbetle meşgul olur, hiç dışarı çıkmazlar. Ama. öte yanda her gün Mevlânâ Celâleddin'in ilmî konuşmalarından, irşad ve sohbetinden yoksun kalan büyük bir halk topluluğu ve gençlik, Şems hakkında uygunsuz sözler söylemeye ve düşmanca hareketlere başlarlar. Konya şeyhleri arasında bir sofi de, «Yazıklar olsun ki bilginler sultanı Bahaeddin Veled'in oğlu bir Tebrizli oğlanın arkasından yürümeye başladı. Artık Horasan toprağının yetiştirdiği değerler, Tebrizlilerin uydusu haline geldi,» diye halkı ayaklandırıyordu. Bir kısım Konyalılar da, «Acaba Mevlânâ'da o kadar akıl yok mu ki, bir Tebrizlinin peşine düşmüş? Mevlânâ dünyadan el çekmiş bir insandır, halbuki Şemseddin henüz dünyadan el çekmemiştir,» diyorlardı. Bu dedikoduları işiten Mevlânâ da onlara şöyle diyordu: «Siz, Şemseddin'i anlamadığınız için onu sevmiyorsunuz, eğer sevseydiniz onu öyle çirkin karşılamaydınız.» Bazıları da, «Bize, Şemseddin'den bir gönül hoşluğu gelmiyor,» diyorlardı.
 
Şems ile Mevlânâ'nın İlk Buluşmalarının Çeşitli Yankıları
Mevlânâ'nın Şemseddin'le buluşması, ona, sanki kaybettiği değerli bir mücevheri Şems'in manevî benliğinde, onun velilik hazinesinde yeniden bulmasına fırsat sağlamıştır. O, Şems'in kudretli kişiliği önünde öylesine mest ve coşkun bir hale gelmişti ki, bütün normal işlerini, müftülük, müderrislik, vaizlik gibi meşgalelerini bir tarafa, iterek artık Şems'in pervanesi olmuştu. Dış âlemle ilişkisini kesmiş, artık başka bir âleme dalmıştı. Gözü kulağı Şems'in sohbet ve irşadında, hep onun işaretlerine dönük, hep onunla göz göze diz dize idi.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu yüzden dedikodular gittikçe artmış, iş artık açık bir düşmanlık haline dönüşmüştü. Bunu en çok Mevlânâ'nın yakınları, talebesi, sohbet arkadaşları yapıyor, hoşnutsuzluk ateşini körüklüyorlardı. Şemseddin, hakkındaki bu dedikoduları, düşmanlık teranelerini anlamaz değildi. O da artık birkaç damla suyun bardağı taşıracağını sezmiş ve bu düşmanlık çemberinden kendini kurtarmak için kararını vermişti. Gecenin birinde Konya'dan ayrıldı; kayıplara karıştı. Nereye gittiğini hiç kimse anlayamadı. 643 hicret yılının 21 Şevval perşembe gününe rastlayan bu ayrılıştan sonra onun Şam'a gitmiş olduğu anlaşıldı. Bu ayrılık süresi, aşağı yukarı 16 ay kadar uzadı. Şems'in Konya'dan ayrılması Mevlânâ'yı eski hayatına döndürmek şöyle dursun, aksine, bağrının hasret ve firkat ateşiyle yanmasına, sıhhatinin bozulmasına yol açtı. Kimseyle konuşmuyor, meslislere gitmek istemiyor; hep gam, keder ve hicran içinde yine halvete kapanıyordu. Neredeyse o ayrılık ateşi içinde son nefeslerini vermek üzereyken Şam'dan gelen bir mektup imdada yetişti. Bu mektup Şemseddin'den idi. Mevlânâ'nm gözlerinde bir ümit ve hayat güneşi parladı. Çünkü Şems'in Şam'da olduğu anlaşılmış ve kayıp hazinenin yeri belli olmuştu. Şems'in mektubu şöyle başlıyordu:
«Mevlânâ'ya malûm olsun ki, bu zaif hayır duası ile meşguldür. Hiç bir yaratıkla ilgisi yoktur. Her birinin ahvali sohbet sırasında anlaşıldıktan ve dostlar ayrı ayrı kendilerini gösterdikten sonra ancak pek değerli, diri gönüllü bir dervişe rastladım. Öyle bir derviş ki, Mevlânâ eğer onun iç yüzünü, ger. çek tarafını bilselerdi şüphe yok ki ona sevgi nazarıyla bakar, saygı göstermekten geri durmazlardı. On yıldan fazladır ki burada   bu duacınızın sohbetinde bulunmuş olan bu eski dost Şam'a tekrar gelişimde bana yine dostluk ve aşinalık gösterdi.»
Şemseddin'in Şam'da uzun süre kalması Hz. Mevlana'yı çok üzüyordu. Onun bu üzüntü ve ıstırabını gören dostları devamlı olarak halvetten ayrılmayan, toplumla ilişkisini kesmiş ve sağlık durumu bozulmuş olan Mevlana'yı tekrar eski hayatına ve neşesine kavuşturmak için çareler aradılar, yaptıklarına pişman olduklarını söylediler, özür dilediler. Bunun üzerine Mevlana, Şems'e çok içli ve özlü bir mektup yazdı. Ona şu anlamdaki gazeli de ekledi:
Başlangıcı olmayan zamandan beri diri, yaratıcı, kudretli, bütün varlıkları ayakta tutan ulu Allah'a ant içerim ki onun nuru, yüzbinlerce sır açıklansın diye aşk ışıklarını parlattı. Onun eşi ve benzeri olmayan hükmü ile cihan aşk ile âşıklarla, hâkim ve mahkûmlarla doldu. Şems-i Tebrizî'nin tılsımlarıyle, büyüleriyle onun akla hayret veren hazinesi gizlendi. Senin ayrıldığın günden beri ağzımın tadı bozuldu, mum gibi erimeye başladım. Cemalinden uzak düşünce beden bir virane, can da o viranenin baykuşu oldu. Aman ne olur, yine dizginleri bu tarafa çevir! Aşk filinin hortumunu yine şahlandır; akşamım seninle aydın bir sabah gibi olsun Ey Şam'ın, Ermen ve Rum ülkesinin kıvancı sevgili!
Mevlânâ bu mektubu yazdıktan sonra büyük oğlu Sultan Veledi, yirmi nefer atlı, birkaç yük değerli hediye, altın ve gümüş armağanlarla Şemseddin'i tekrar Konya'ya getirmek üzere Şam'a gönderdi. Söylediklerine göre iki bin dinar altını Şems'in pabucu içerisine doldurarak onu Konya tarafına çevirmesini de Sultan Veled'e tembih etti. «Benden selâm götür, âşıkane secdeler et. Şam'a girer girmez Salihiye semtinde meşhur bir han vardır oraya git ve mümkün ise şu gazeli de onun huzurunda irşad, et,» dedi.
Gidin ey yoldaşlar, dostumuzu bu tarafa çekmeye bakın! Nihayet o kaçak sevgiliyi tekrar bana getirin!
Tatlı teraneler, renkli bahanelerle o güzel yüzlü ay parçasını o hoş çehreli sevgiliyi eve doğru yürütmeye çalışın.
Eğer başka zaman gelirim diye söz verirse aldanmayın! Bütün sözleri hile ve kaçamaktır. O, sizi atlatır.
Onun çok sıcak bir nefesi vardır. Cadılıkla, büyücülükle suya düğüm vurur, havayı bağlar.
Eğer mübarek ve sevinçli haliyle o sevgilim buraya gelirse, sen otur da seyret; bak Allah'ın ne garip işlerini göreceksin.
Bir kere onun cemali parlayınca, güzellerin güzelliği hiç kalır. Onun güneş gibi parlayan yüzü karşısında bütün ışıklar söner.
Ey hafif kanatlı gönül kuşu git bensiz benim dilberime uç; o değer biçilmez mücevhere selâm ve sevgiler götür.
Sultan Veled, babasının tavsiyesine uyarak yol arkadaşları ve dostlarıyle birlikte Şam'a yollandı. Oraya varır varmaz, babasının işaret ettiği hana gitti, Şems'in odası önünde edeple durdular. Mevlânâ'hm mektubunu, armağanlarını teslim ettikten sonra bütün dostların yaptıklarından pişman olduklarını ve kendisini hasretle, saygı ile Konya'da beklediklerini anlattılar. «Umarız ki, bu dileklerimizi kabul buyurursunuz,» diye çok yalvardılar. Şems, bu İsrarlar karşısında dayanamadı; Sultan Ve-led, kendi binmiş olduğu rahvan atına Şems'i bindirdi, kendisi de neşe ve sevinç içinde Şems'in önünde piyade olarak yola koyuldu. Uzun süren bir kara yolculuğundan sonra Konya'ya yakın Zencirli hanına geldikleri zaman babasını müjdelemek için şehre bir derviş gönderdi. Mevlânâ, dervişin müjdesini işitince bütün elbise ve giysilerini çıkardı ve dervişe bağışladı. Konya halkına haberler salarak Şems'in geldiğini, halktan emirlerden, bilginlerden, fakirlerden ve ahilerden onu karşılamak isteyenlerin toplanmasını diledi. Kendisi de ata binerek bütün Konya ileri gelenleri ve ahalisiyle birlikte Şems'i büyük bir sevgi ve saygı hâlesi içinde şehre getirdi.
Şems, bir gün, bu yolculukta Sultan Veled'in gösterdiği hizmet ve saygıdan dolayı çok duygulanmış, teşekkür etmiştir. Bu ikinci gelişte, Mevlânâ'nın Şems'e karşı sevgi ve bağlılığı bir kat daha artmış; ona eskisinden daha çok saygı göstermiştir. Yıllarca ayrı düştükten sonra tekrar vuslata ermiş iki âşık gibi birbirleriyle öylesine kaynaşmışlardır ki artık ayrılmaz bir hale gelmişlerdir. Nasıl ki Mesnevî'de bu buluşmayı şu mısralarla anlatmaktadır:
Onun yüzünü görünce gül gibi açıldı, sevindi; 
vuslatda ayrılık bağlarından kurtuldu, özgür oldu.
Ey canların etrafında döndüğü Hak ankası, dedi,
ok şükür ki o Kaf dağından tekrar geldin!
Ey aşkın, kıyamet meydanının İsrafili!
Ey aşkın aşkı, ey aşkın gönlünün istediği sevgili!
Ey tek güneş! Yüzbinlerce defa seni dinlemek
arzusiyle aklım başımdan gitmişti.
Sence bilinen benim kalp sözlerimi,
hep sağlam akçe gibi kabul eden sendin.
Şems'in rahat ve huzur içinde yaşayabilmesi için evlâtlık gibi evde yetiştirilmiş olan Kimya adındaki genç ve güzel kızı da Şems'e nikâh etti. Ama bu sefer müritlerle bazı kıskançlar tekrar harekete geçtiler; dedikoduya, sövüp saymaya başladılar. Eflâkî'nin anlattığına göre bu ikinci gelişte de tam altı ay yine Şems ile Mevlânâ medresedeki bir hücrede halvete çekildiler. Güya ki insanlık gereği olan yemek içmek ve başkaca ihtiyaçlardan uzak bir bir yaşantı sürüyorlardı. Yanlarına yalnız Kuyumcu Selâhaddin ile Sultan Veled'den başka hiç kimse giremiyordu. Öte tarafta Şems'i sevmeyenler, onu fırsat buldukça küçümsemekten, hakaretler savurmaktan geri durmuyorlardı. Şems, bu saldırılara bir zaman katlandı, ses çıkarmadı ama artık dayanılmaz bir hale gelince işi Sultan Veled'e anlattı ve gördüğü hakaretlerden hayli yakınarak, «Artık bu halkın kötü davranışları yüzünden öyle bir yere gideceğim ki, hiç kimse izimi tozumu bulamayacak,» dedi. Bu müddet içinde ansızın oradan kayboldu, ertesi gün Medresesindeki hücresinde dostunu ziyarete gelen Mevlânâ, odasını bomboş bulunca dayanamadı. Bahar bulutları gibi yaş dökmeye başladı ve hemen Sultan Veled'in evine koştu. Yüksek sesle, «Kalk Bahaeddin kalk! Ne uyuyorsun? Kalk da şeyhini aramaya çık! Çünkü canımız yine onun güzel kokusundan yoksun kaldı,» diye feryada başladı. Bir müddet ondan, o hakikat güneşinden bir haber beklediler. Ama hiç bir yerden ses çıkmadı. Mevlânâ artık gece gündüz onun ayrılığını terennüm eden şiirler ve gazeller söylüyor; öte yandan da onu yine Şam taraflarında aramak için yolculuk hazırlıklarına girişiliyordu. Bazı dostları ve sevdikleriyle beraber Şam'a kadar giderek orada aylarca Şems' ten bir iz ve haber almak için çırpındılar. Ne yazık ki, hiç bir sonuç elde etmeden eli boş gönlü kırık Konya'ya döndüler. Bu olay, 645 hicret yılı . içinde bir perşembe gününe rastlar. Sipehsâlâr Menakibi yazarı Feridun Ahmed diyor ki: «Bu sefer sırasında Mevlânâ şu gazeli inşad buyurmuştur:
Biz Şam'ın âşığı başı dönmüş sevdalısı ve Şam delisiyiz. Şam sevgilisine can vermiş, gönül bağlamışız. Rum Ülkesinden Şam tarafına, yârin yurdu olan Şam'a koşuyoruz; onun akşam karanlığı gibi siyah kâküllerinden Şam'da tazeleniyoruz. Salihliye dağında bir mücevher madeni var ki, onu aramak için Şam denizinde boğulmuşuz. Eğer Tebriz'in Hak güneşi Şemseddin oradaysa Şam'ın kulu kölesiyiz; hem de ne mutlu bir kul ve köleyiz.
Şems'in ortadan kaybolması olayı hâlâ bir esrar perdesi arkasında kalmıştır. Eflâkî'nin anlattığına göre güya Sultan Ve-led şöyle demiştir: «Bir gece Şemseddin halvette Mevlânâ ile birlikte otururken bir adam dışarıdan Şems'i çağırır. Şems, hemen yerinden fırlar ve Mevlânâ'ya, 'Beni öldürmek istiyorlar,' der. Bir süre durduktan sonra, 'İyi bilin ki madde ve mânâ âlemi Allahındır,' diyerek dışarı çıkar. Kapı dışında pusu kurmuş olan yedi kişi bu fırsattan faydalanarak, hemen bir bıçak saplarlar. Şems o sırada öyle bir nağra atar ki saldırganların hepsi kendinden geçmiş olarak yere serilirler. Kendilerine geldikleri zaman da birkaç damla kandan başka hiç bir iz ve eser göremezler.»
Yukarıdaki hikâye ile Mevlânâ'nın Şam'a giderek Şems'i araması ve Sultan Veled'in Mesnevîleri'ndeki bilgiler arasında büyük bir çelişki vardır. Eflâkî, eserini Mevlânâ'nın torunu Ulu Arif Çelebi zamanında yazmıştır. O zamana kadar halkın hayal gücü ile yarattığı bu efsaneyi doğru sanarak kitabına geçirmiştir. Ama olayın bir de mantık yönü vardır. Konya'da göz önünde geçen bu acı dramın Mevlânâ'dan aylarca gizlenmesi; onun, Şems'in peşinden diyar diyar dolaşması, Şam'da aylarca Şemsi araması, biri birini tutmayan rivayetlerdendir.
Yine Efiâkî'nin anlattığına göre Şems'in kayıplara karış, masından sonra Mevlânâ hiç bir yerde karar kılmazmış; hep Medresesinde dönüp dolaşır, şu anlamdaki rubaiyi söylermiş:
Senin aşkından her tarafta bir gece uyanıklığı var; gece oldu kâküllerin yine amber saçıyor. Gönlüm sükûnete kavuşsun diye ezel nakkaşı her tarafa Tebrizi nakşını işliyor.
Şems'in Konya'dan ayrılışından sonra Mevlânâ'nın yazdığı şiir ve gazellerde, onun öldürülmüş olduğuna dair hiç bir işaret yoktur. Olaydan kırk gün sonra Mevlânâ başındaki beyaz sarığı atıyor; duman renkli sarık sarıyor ve matem nişanesi olan Yemen hırkası, Hint ferecîsi giyinerek ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti devam ettiriyor.
 
«Cevahir-ül Esrar» Şems Hakkında Ne Diyor?
Kâşanlı   Hüseyin  bin  Hasan, Mesnevi Şerhi  başlangıcında bize Şems hakkında şu  tamamlayıcı   bilgileri vermektedir:
«Şeyh Şemseddin-i Tebrizî, ticaret maksadıyle bir çok şehirleri dolaştıktan ve bir çok gönül ehli erenleri ziyaretten sonra, Dest tarafından Türkistan'a gitti. Yolda bir soyguncu sürüsünün   saldırısına   uğradı. Sonra  Baba KemaLi  Cendi'nin tekkesine sığındı. Baba Kemal ona halvet ve çile geçirmek üzere bir hücre verdi. O  sırada bir raslantı  eseri olarak Lemeât sahibi İbrahim Fahreddin Irakî  (ölümü 688 H.)de, mürşidi Moltanlı  Zekeriya'mn  tavsiyesi   ile  Baba  Kemal'in  tekkesine   gelmişti. Baba   Kemal, onu da  çileye  oturttu. İbrahim Fahreddin, her günkü doğuşlarını şiirlerle, gazellerle ifade ediyordu; bunları  besteleyerek şeyhine  sunuyordu. Fakat Şemseddin duygularını onun gibi açıklayamıyordu. Bir gün, Şeyhi, «Oğlum Şemseddin, sen  de Fahreddin gibi  çilede  duyduğun ilâhî sırlardan birşeyler anlatamaz mısın?» dedi. Şemseddin, şu cevabı verdi: «Ben, ondan daha çok müşâhade ve tecellilere şahit oluyorum. Ama o bu işte gerekli terimlere ve bilgilere âşinâ olduğu için duygularını  uygun sözler ve deyimlerle anlatabiliyor;  bazı  sırları açıkça terennüm edebiliyor. Fakat bende bu cihet eksiktir.» Bu  cevab   üzerine   Baba   Kemal,   «Allah   sana  öyle bir  sohbet arkadaşı verecektir ki, o ilk ve son hakikatleri senin adına dile getirecektir.»
Şu rivayete göre Lemeât sahibi ibrahim Fahreddin İrakî ile Şems'in, Kübrevîye kolunun kurucusu meşhur Necmeddin-i Kübrâ'nın halifelerinden Cendli Baba Kemal'den feyz aldıkları anlaşılmaktadır. Tezkerelerin anlattıklarına göre ibrahim Fahreddin, ilk zamanlarda Hindistan'a gitmiş, Mollan şehrinde yerleşmiş orada Şeyh Şahabeddîn Sühreverdî'nin müridi ve daha sonra onun damadı olmuştur. Fakat son zamanlarda Hindistan'dan hacca gitmek maksadıyle ayrılmış; dönüşte Şam'da bir müddet kaldıktan sonra Konya'ya gelerek Şeyh Sadreddin'le görüşmüş ama Konya'da iken Şeyh Şemseddin'le görüşmek fırsatını bulamamıştır.
İranlı çağdaş yazarlardan Nimetullah Kadi'nin araştırmalarına göre Şemseddin henüz delikanlılık yaşlarında evini barkını terk ederek Tebriz'den ayrılmış, bir tesadüfle Zencan halkından pîr Rükneddin-i Secasî'nin dergâhına gitmiş, onun derviş ve müritleri arasına girmiştir. Orada yıllarca manevî sahada ilerledikten sonra Şeyh Fahreddin İrakî'nin ününü duymuş onun şu anlamdaki gazelini işitince, Fahreddin'e karşı büyük bir ilgi göstermiştir:
Bardağa dolan ilk şarabı sakinin sarhoş gözlerinden ödünç aldılar.
Âlemin neresinde bir gönül derdi varsa,
onları bir araya topladılar adına aşk dediler.
Diyelim ki âşıklar kendi sırlarını açıkladılar.
Ama İraki'nin adını niçin kötüye çıkardılar?
Şems, bu gazeli gece gündüz dilinden düşürmez, bunu okumaktan pek hoşlanır, okudukça durmadan duygulanır, yaş dökermiş. Şems'in yanıp yakılmasını, Şeyh Rükneddin görünce çok içlenmiş, müridinin alnından öperek, «Sevgili evlâdım, sen artık dilediğin mertebeyi buldun,» demiş.
Yukardaki hikâyeyi Molla Cami, Fahreddin-i İrakî hakkında anlatır. Güya Şeyh Zekeriya Moltanî onu çileye sokar, on gün sonra Fahreddin'e bir coşkunluk hali gelir ve o coşkunluk haliyle yukarıda anlattığımız gazeli yazarak yüksek sesle okumaya başlar, hep ağlar gezer; Dergâhtaki dervişler bu hali tekke kurallarına, dervişlik geleneklerine aykırı görür, Şeyhe şikâyet ederler. Şeyh, onlara şu cevabı verir: «Fahreddin'in yaptığı şeyler size yasaktır ama ona yasak değildir.»
Hikâyenin gerçek yönüne gelince Fahreddin İrakî'nin ilk gençlik ve dervişlik çağlarında, Şems oldukça ileri bir yaşta idi. Büyük bir ihtimale göre Halep, Şam ve Anadolu taraflarında yaşıyordu. Öte yandan, Fahreddin de Hindistan'da yerleşmişti. Onun şiirlerinin, o derece hudutlar ötesi bir şöhretle yaygınlaşarak Bağdat'ta Şeyh Rükneddin'in Dergâhına kadar ulaşması biraz şüpheli olsa gerektir. Hele o zamanın koşullarına göre Şems'in bunları öğrenip gece gündüz sayıklaması yolundaki masal ciddî sayılamaz.
 
Şemseddin'in Tarikat Bağlantısı
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri'nde, Şemseddin'in Mevlânâ Celâleddin'e intisap ettiğini, onun müridi olduğunu söyler ve aşağıdaki tarikat zincirini şöyle sıralar:
«Hazreti Ali, Hasan-ı Basrî'yi; Hasan-ı Basrî, Habib-i Acemiyî; o, Davud-u Taî'yi; Davud, Maruf-u Kerhî'yi; Maruf, Serî-i Sakatî'yi; o, Cüneyd-i Bağdadî'yi; o, Şiblî'yl; o, Muhammed Zeccac'ı; o, Ebûbekr Nessacı; o, Ahmed Gazalî'yi; o, Ahmed Hatibî'yi; o, Şemsül Eimme Serahsi'yi ve o, Sultan'ül-ulemâ Bahaeddin Veled'i; Bahaeddin Veled, Seyyid Burhaneddin Tirmizî'yi; o da, Mevlânâ Celâleddin'i; o da, Şemseddin-i Tebrizî'yi; Tebrizî de, Sultan Veled'i irşad etmiştir. Oysa bütün tezkere yazarlarının anlattıklarına ve Mevlânâ'nın Şems'i öven kaside, gazel ve şiirlerindeki açıklamalarına göre asıl Mevlânâ Celâleddin'in, Şems-i Tebrizî'ye mürid olduğu neticesine varılmaktadır. Bu da, Eflâkî'nin sözleriyle çelişmektedir. Nasıl ki, onun şu anlamdaki gazeli de, buna bir delildir:
Eğer bizim gecemiz gündüzümüz Şemseddin'in aşkı ile geçmeseydi, bize sebepler âleminin her türlü tuzağından kurtulmak nasıl mümkün olurdu.
Onun aşkının parlaklığı bize kudret ve tahammül vermeseydi arzularımızın ateşi takatimizi mahvederdi.
Onun aşkının okşayışları, sevgisinin güzellikleri bizi kurtardı; bütün ıstırap ve belâlardan onun sayesinde uzak kaldık,.
Bu hakkın ne mutlu kimyasıdır ki, onun canındaki şefkat bize aynı zevk ve rahat olmuştur; bütün zorluklarda bize yardımcı olmuştur.
Allahsal inayetler, yardımlar, o şahın hizmeti İçindir; ondan filizlendi o; edep kaynağından bize varlık verdi.
Onun lütfuyle sürahilerin dolandığı mecliste canımız ve gönlümüz, neşeden ağır başlı, hafif ruhlu olur.
Tebriz ülkesi taraflarında bir bengi su pınarı var ki, gönülleri hep o tarafa çeker; biz istemesek bile Hızır gibi bizi hep o pınara çağırır.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Şemseddin, ilk çocukluk ve gençlik çağlarında önce Ebûbekr Sellebâf'a mürid olmuştu. Eflâkî'nin yazdığına göre de, onun terbiyesi sayesinde velîlik mertebesine yükselmişti. Nasıl ki Konuşmalar'da da şöyle demektedir: «O Şeyh Ebubekr'in sarhoşluğu, Allahdan idi. Fakat o sarhoşluktan sonra gelmesi gereken ayıklık onda yoktu.»
Bu o demektir ki, Ebubekr'in manevî coşkunluğun verdiği ilâhî sarhoşluktan (sekir halinden) sonra tekrar sahiv yani ayıklık haline dönmesi daha başka deyimle telvin yani kararsızlık mertebesinden temkin mertebesine geçip sükûn bulması mümkün olmuyordu. Bu yüzden Şemseddin'i başka pîrlerin terbiyesine havale etmiş ve bu sebeptendir ki onu zamanenin büyük mürşitlerinden Rükneddin Muhammed Secasî'nin Dergâhına tavsiye etmiştir. Bu Rükneddin, çağdaş pirlerden Kirmanlı Evhaduddin ile Tebrizli Şeyh Şahabeddin Mahmud'un da üstadıdır. Bağdat'ta Rıbatı Derece denilen bir tekkesi vardı. Şemsin Suriye, Şam ve Bağdat yolculukları sırasında bu Dergâhta bir zaman kaldığı ve gerekli olgunlaşma devresini burada yaptığı sanılmaktadır. Rükneddin Secasî'nin ölüm tarihi kesin olarak bilinmemekteyse de, Şeddülizar müellifinin verdiği bilgiye göre 606 hicret yılında hayatta olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıdaki açıklamalara göre Şemseddin'in tarikat silsilesinin, Rükneddin'den başlayarak geriye doğru Kutbeddin Ebu Reşid, Ahmed Bin Ebû Abdullah Ebherî, Ziyaeddin Ebunnecip Abdul Kahir Sühreverdî'ye; ondan da, Ahmed Gazalî'ye; ondan. Tuşlu Ebûbekr Nessac'a; ondan, Ebul Kasım Bin Abdullah Gürgânî'ye; ondan, Ebû Osman Sait Bin Selâmi Mağribî'ye; ondan, Ebû Ali Hasan Bin Ahmed Kâtib'e; ondan, Ebû Ali Rubarî'ye; ondan, Ebul Kasım Cüneyd Bin Muhammed Nehâvendî'ye (Bağdadî); ondan, Serî.i Sakatî'ye; ondan Maruf-u Kerhî'ye; ondan, İmam Musa Rıza'nın oğlu Ali'ye dayanmaktadır.
Üstad Ahmed Hoşnuvis şöyle diyor: «Merhum üstadım Füruzan Fer, Makamat-ı Evhadî adlı kitabının başlangıcında, yukarıda adı geçen pîrlerden Kutbeddin Ahmed-i Ebherî'nin (500-577), Ebul Necip Abdulkadir Sühreverdî'nin halifesi olduğunu kaydetmekte ise de, bu doğru değildir. Çünkü bütün tezkereciler, Kübreviye kolunun büyük mürşitlerinden Bitlisli Ammar bin Yâsir'in, Sühreverdî'nin makamına geçmiş olduğunu kaydederler. Ammar'ın ölümü 582 yılında olduğuna göre bu cihet gerçeğe daha yakındır. Nasıl ki, Şeyh kendi elyazısıyle nisbetini şöyle anlatır: Ben şeyhimiz Ammar biri Yâsir'in sohbetine eriştim; o, Ebul Necip Sühreverdî'nin; o, şeyh Ebul Kasım Gürgânî'nin; o, Ebû Osman Mağribî'nin; o, Ebû Ali Kâtib' in; o, Ebû Ali Rubârî'nin; o, Cüneyd-i Bağdadî'nin; o, SerîJ Sakatî'nin; o, Maruf-u Telhî'nin; o, Dâvud-u Taî'nin; o, Habib-i Acemî'nin; o, Hasan Basrînin; o, Hazreti Ali bin Ebi Talib'in; o da Hazreti Muhammed'in (S.A.) sohbetinden feyz almıştır.» Evsafu'l - mukarrebin adlı eserin müellifi Ağa Mirza Ah-med'in verdiği şu bilgi de önemlidir: «Mesnevî sahibi Mevlânâ Celâleddin Rumi'nin tarikat bağlantısı, Şemseddin-i Tebrizî ara-cılığıyle, Baba Kemal Cendi'ye ondan da büyük mürşid Nec_ meddin Kübrâ'ya ulaşır» Şu hale göre, Cevahirü'l Esrar sahibi Kemaleddin Hüseyin Harezmî'nin kaydettiği gibi, Mevlânâ Celâleddin Rumî'nin tarikat nisbeti iki yoldan, meşhur Kübreviye şubesinin Altın Zincir (Silsiletü'z-zehep) diye anılan koluna bağlanmakta ve şeyh Necmeddin-i Kübrâ'ya ulaşmaktadır. Birinci yoldan, Sultanü'l ulemâ aracılığı ile (çünkü o, Necmeddin-i Kübrâ'dan feyz almış, onun himmet ve terbiyesiyle yüce manevî derecelere yükselmiştir) bu ilişki sağlanır. Necmeddin-i Kübra da yukarıda adı geçen Bitlisli Amman Yâsir'in; o, Ebul Necip Sühreverdî'nin; o da, Şeyh Ahmed Gazalî'nin; o, Ebûbekr Nes-sac'ın; o da, Şeyh Ebul Kasım Gürgânî'nin; o, Ebû Ali Kâtib'in; o, Ebû Ali Rubârî'nin; o, Ebû Osman Mağribî'nin; o, Cüneyd'in; o, Serî-i Sakatî'nin; o, Maruf-u Kerhî'nin; o da, Risale-i Kuşeyriye'nin verdiği bilgiye göre İmam Ali bin Musa Rıza'nın yetiştirmesidir.
Mevlânâ, ikinci yoldan da, Şems-i Tebrizî aracılığı ile Baba Kemal Cendî'ye; ondan da, tekrar Şeyh Necmeddin-i Kübrâ'ya bağlanmaktadır.
 
Şems'in Son Günleri
Şems'in büyük tarikat ve tasavvuf erenleri arasındaki mevki ve derecesini yukarıda adları geçen kaynakların ışığı altında belirttikten sonra bir de onun kayboluşu ve ölümü üzerindeki esrar perdesini açmaya çalışalım.
Şems'in, Konya'ya ikinci gelişinde Mevlânâ'nın, onu daha iyi bir rahat ve huzur içinde yaşatmak için, Kimya adındaki kızla evlendirdiğini; onunla zaman zaman anlaşmazlıklara, dargınlıklara yol açan, bir geçimsizlik devresi geçirdiğini biliyoruz. Konuşmalar'da bu anlaşmazlıklardan acı acı şikâyet etmektedir. Ferudun Ahmed Sipehsâlâr'ın anlattığına göre bu geçimsizliğe âmil olanların başında Mevlânâ'nın ikinci oğlu Alâeddin gelmektedir. Alâeddin, Şems ile Kimya'nın özel harem dairelerine teklifsizce ve hiç bir izin almadan girer çıkar ve bu yüzden Şems'in haklı ihtarlarına uğrarmış. Gerek gördüğü bu hakaretlerden, gerek daha önce Kimya'ya gizli bir ilgi beslediği sanılan genç Alâeddin'in Şems'i bir düşman, bir engel gibi görmesinden dolayı araları çok açılmış. Şems, bunu Mevlânâ'ya sezdirmemek için çok tahammül göstermiş fakat son zamanlarda bardağı taşıran bazı olaylar olmuş. Şems'in ortadan kayboluşu hadisesinde onu yok etmek isteyen bir güruhun başında Alâeddin Çelebi'nin bulunduğundan bahseden bazı tezkereciler, şüphe yok ki sonradan uydurulan komplo masallarının tesiri altında kalmışlardır.
Şems'in kayıplara karışmasından bir müddet sonra Kimya, derd-i gerden (boyun ağrısı) hastalığından ölmüş. Alâeddin Çelebi de sayılı müderrislerinden iken genç yaşta hayata gözlerini yummuştur. Aziz arkadaşım Prof. Ferudun Nafiz Uzluk'un himmetiyle bastırılan Mektûbât-ı Mevlânâ'da, Hazreti Pîr'den zamane kadısına bir mektup görüyoruz. Bu mektupta, Fahru'l Müderrisin yani Müderrislerin Kıvancı Alâeddin'in terekesinin mirasçıları arasında taksimi istenmekte ve Alâeddin hakkında hiç bir küskünlük eseri sezilmemektedir. Şems-i Tebrizî'ye gelince, onun Konya'dan tekrar Şam'a döndüğü, oradan Tebriz'e gittiği ve Tebriz'de Hakkın rahmetine kavuşarak Geçil Kabristanı'na gömüldüğü, değerli bilginlerimizden merhum mütercim Asım Efendinin araştırmalarından anlaşılmaktadır.
Şimdilik sözlerimize burada son verirken beşeriyet icabı bazı hatalarımız varsa bağışlanmasını, düzeltilmesini sayın okurlarımızın yüksek müsamahasından bekler, ulu Allahdan başarılar dilerim.
12/12/1973,    Ağın
Mehmed Nuri GENÇOSMAN
YAZIŞMALAR, MEKTUPLAR
 
Mevlâna'ya malûm olsun ki, bu zayıf kul, hayır dualarıyle meşguldür. Burada artık bütün insanlarla ilişkimi kestim. Her birinin hali, sizce de bilinmektedir. Buradaki dostlar da saygılarını sunuyorlar. Bunlar arasında aziz, diri gönüllü bir derviş var ki, Mevlâna eğer onun halini bilselerdi, ona tazim ve hürmetten başka bir nazarla bakmazlardı. On yıldan fazla bir zamandan beri duacınız burada, onun meclisinde aşinalık ve dostluk gördüm. Şam'a gittiğimiz zaman orada da dostluğunu açıkça gösterdi.
Şimdi bu sene, Arakliye karışıklığında, Celâleddin'in oğlu Kadı Şahabeddin de buraya gelmişti. Bir köşede kendi âleminde meşguldü. Şam'a gittiği zaman, eski dostluk gereği olarak veda için uğramıştı. Birkaç gün beraber kaldık. Başkaca bazı hadiseler oldu. Buluşmamız sırasında gördüğümüz rahat ve huzur ve candan muhabbetin derin izlerine şahit olduk. Ben onunla öyle anlaştım ve kaynaştım ki, eğer o bir tarafa giderse ben de giderim; çocukları yerlerinde bırakırdım. Çünkü o yanımda olmadan yaşayamam. Yüz türlü kurnazlık yalvarma ve hilelerle, hizmet yolu ite onu burada alıkoyduk. (M. 211) Bir münasip kadınla birleştirmek ve evlendirmek vaadiyle, onun burada yerleşmesini sağladık.
Dün Perir geldi, değişik bir halde idi. Büyük bir medresenin kapısından geçiyordum, gönlüme bir tiksinti geldi, "Tokat'ta geçen bir hadiseden üzüldüm," dedi. Bir topluluğun, onun hakkında, hakikatte yalancı ve hasetçi insandır, dediklerini işitmiş. O yüce dergâhtan ümidimiz bundan  fazla bir şey değildir. Bari gönül almak,  fıkarayı okşamak gibi elden geldiği kadar onun hatırını hoş etmeye emir buyursunlar ki, o kırgınlık ve küskünlük tozları hatırından uçsun. Dervişler ve azizler arasında böyle bir derviş çok az bulunur,  çok zor ele  geçer.   Duacınız,  taklitçi değildir. Bu meclistekiler de bu arık kulun sözlerini işitmişlerdir. Ben bir çok aziz derviş gördüm, onlarla sohbette bulundum. Yalançı ile gerçek erler arasındakj farkı hem,  sözleri yönünden , hernde davranışları yönünden anlarım. Çok beğendiğim ve'seçkîn kimselere de rastlarım. Benim gönlüm her gördüğüne baş eğmez, Bu gönül kuşu her daneve eğilmez. ŞimurgHuma kuşu, bütün kuşları..yüksekten seyreder. Onların himmetsizliklerini, soysuzluklarını görür. Ama doğan kuşunda ayrı bir himmet görür, onda bir cevher, bir gönül  alçaklığı bulur,  ona  iltifat gösterir, onu beğenir. Çünkü ötekiler bir saat uçar, sonra alçaklara konarlar. Doğan 'da her ne kadar Simurgu görecek kuvvet .yoktur, ama Simurgun nazarının etkisi .ile.. doğan, kendisinde bazı üstün vasıflar.görür.
Avcının biri aslan avlardı, köpeklerde havlardı. Avcının köpeklere bağırtıp ürkütmemeleri ve ormana kaçırtmamaları için seslenmesi gerekirdi. Siz de, şimdi aslana yakın geldiniz, uzaktan ne baş ağrısı veriyorlar? Bir silleye bile lâyık değillerdir, namazdan da el çekiyorlar
Rabiai Adeviye dedi ki: Gönlümü dünyaya gönderdim ki dünyayı görsün. Sonra tekrar mâna âlemine git dedim;  bir de mana’yı gör. Bana bir daha geri dönmedi.
Bilmiyorum ki, o sözü onlara nasıl ulaştırayım da sırlardan söz açayım. Ama söz arasında sen çok duygulanıyordun, sana garip bir hal geliyordu. (M.212) Büyüklerin sözlerine itiraz ettim, ama Mustafa Aleyhisselamın sözüne asla itirazda bulunmadın. Bu bir dairedir ki kapısı, ağzıda budur. İçinden dolaşırsan, daireyi dışından dolaşmış gibi olursun. Eğer kaçacak yerini  bulursan,  geri  dönersin.
Dairenin çevresini kendi kendine dolaşırsın, vazgeçersen yolu daha çok uzatırsın. Eğer o kurtuluş noktasından geçersen, hep çöllere düşersin. Yokluk ve ölüm yolunu tutarsın.
Bütün bunları söylüyorum ki, bir lokma gibi ağzına koyaşın. Onlar, lokmayı kulaklarının ardından, yahut boyunlarından ağızlarına koyalım diye etrafta dolanırlar. Ama, damarları patlayabilir, yahut da bizim bir şeyler söylememizi isterler.
Başın  kararlı  olsun.  Diyorsun  ki,   Hazret  İbrahim 'in annesi o ergin kadın başını havaya kaldırmış, Allah'a yalvarmıştır. O İbrahimin annesi idi. Sende de hayırlı niyet varsa, Allah senin işlerini düzeltir. Yedi yüz bin  kişide ancak bir kişi senin meclisinde feyz almadan ışık saçabilir. Ancak öteden beri âdet böyledir, ferman böyledir. Allah sözü haktır, değismez kanundur Bazıları söz söylerken kendilerini kepaze ederler. Onlar, bİzi ne kadar çirkin görürler. Eğersen güzelsen bizden vazgeç. 0 Söz söylemeye, başlayınca susturmak gerek. Yoksa söyler de söyler, patlayıncaya kadar söyler. Çünkü başlangıçta onun işi gücü budur. O Seydî şöyle söyledi diye anlatır. Falan ve senin karının falan arkadaşı, Seydî'den, bütün Bağdat halkından ta Halifeye kadar, bırak Halifeyi, Bağdat'ta ne kadar zembilli, ne kadar Halifenin adamı, hattâ suya düşmüş varsa hepsi de seni dinlemeye can atar. Çünkü sen söyleyince maksattan uzaklaşıyorsun. Kendini gayeden uzaklaştırı yor, çok uzaklara koşuyorsun. Sevgili .her gün. karşına. sen onu karşılayacak yerde geri kaçıyorsun ki, o da geri kaçsın
Biz Musa'nın. "Yarabbi kendini bana göster," dileği hakkındaki sözümüzü başka bir mesele dolayısıyle söyledik. Yoksa ayrılık mümkündür demek için değil Eğer o, aslan avcısı ise ve insan kokusu almış ise başkalarından gizlenir. Padişah çocukları yalnızken ne yaparlar? Her ne kadar onlar memleket halkından ayrı yaşarlar, ama halk içine çıktıkları zaman da halktan kendilerine verilmiş olan o ululuk mertebesinin mânası onlarca daha belirgin anlaşılmış olur.
(M. 213) Bir vakitler, dünya hikâyesi bana pek tatsız gelirdi, bütün gün, müminler emîrinin huzurunda, düşmanlar kötü şeyler söylerlerdi. Kabul etmezdi. Kendi kendine, "Şunları bir sınâyalım, bir sınavdan geçirelim; dedi. Birine şöyle sordu: .Kur'an'da buyurulan, "Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür,'' sözlerinin tefsiri kâfirler hakkında mıdır? "Hayır" dedi "O senin hakkındadır." Halife incindi kendini tutamadı. "Bu adamı götürün, hûcreye atın," diye emir verdi"' Amâ o simya ilmi bilirdi, oradan sıçradı, kurtuldu. Sonradan dellallâr  üst üste bağırmaya başladı; O adamı kim yakalarsa bin dinar verilecekti. Adam bir dostunu gönderdi, Ben onun yerini biliyorum diyesin," dedi. Zaten kaçak onun evindeydi. Adam saraya gitti. "Benim elimden şerbet içer misin?" diye sordular. Adam, "içmem, ama korkudan ölürüm',' dedi. "O halde halvet olsun," dedi. "Saray halkından hiç kimse bizim konuşmamızı duymasın; gönül hoşluğu ile onu buraya getirsinler, ben onunla birlikte yemek yiyeyim." Lokmayı onun ağzına koydu. "Sen benim karım olursun, o bizim adamımızdır," dedi. Yavaş yavaş elini onun çenesinin altına götürdü. "Bunun nişanı şöyle olacaktır. Sen benim karım olacaksın, tam bu saatte birlikte dışarı çıkacağız," dedi. Birbiriyle şakalaşarak çıkarken elini onun şalvarına uzattı. Halife yerinden sıçradı yumruğunu kaldırdı, o hemen şu cevabı verdi: "Görüyorsun ki, sağır, dilsiz ve kör olan sensin. Benim maksadım seni kızdırmaktı, yoksa ben ne yapayım? Birtakım oğlanlar toplanmışlar bana düşmanlık yapıyorlar. Hangi oğlan? Nerede o oğlan?"
Üzümün bir zamanı vardır içi kıs ona ziyan verir. Ondan  sonra korku kalmaz. Üzüm asması kar altında kapalı kalırsa orada beslenir. Rûm diyarında hiç dilenci yoktur. Sen yanlış gıda alıyorsun, hep ekmek yiyorsun, şüphesiz ki ağırdır diyorsun, yoksa o çok ucuzdur, önce balık su tarafına giderdi, bu saatte her nerede bir balık yürürse oradan su da akar. Ömrün gölgesi üzerine düştükçe şeytan kaçar, onun gölgesinde yaşar."Sizin himmetinizle," dedi. Onda şan vardır, diye Senâî'yi yermeye başladı ve dedi ki: "(M. 214) O oturmuş tevhid ediyor. Tevhidi kime ediyor? Tekrar bir vakitte şahadet getirirdi." Onun sözüne göre bu yollardan bu umutlardan maksat nedir? O nakıştan hangisi çirkin hangisi güzel diyorsun? Bunu neden kabul ediyorsun? Onun sözlerinden bazısı iyidir diyorsun! Etin, şarabın, karpuzun değeri, bedenin sağ veya hasta olmasına göre değişir. Beden sağlam ise bunlar yararlıdır. Hasta ise Bazen zârârlıdır. Bundan dolayıdır kihastaya etten perhiz etmesini tavsiye ederler. Doğan kuşuna şundan ötürü bâz demişlerdir: Şahin yanından murdar tarafına gittiği zaman orada durmaz, tekrar Şahın yanına döner; eğer o geri dönmez ve rastgeldiği leşin yanında kalırsa, ona bâz, yani doğan demezler. Doğan burada yaşantının ve temaşanın remzi'dir.
Şan ondadır, dedi. Bizim himmetimiz ya vardır, yahut yoktur. İslamın gözü üzerindedir. Görüyorum kî, Eminüddin Mikâil sevimlidir. Sevimlidir, çok sevimli. Devlet büyüklerinin onun makamına gelişi şuna delildir ki, o gayıp âleminin uluları, o velilerin gayıp alemindeki ruhları birlikte gelmiyor. Bu ilk işin deliliydi, ama olgunlaşınca o hal kalmadı. Hem bu taraftan gelir, hem o taraftan gelmez. Bir cemaate geç geldi. "Namaz kılındı mı?'' diye sordu. "Evet,"dediler. Bir "ah” çekti. Oradaki bir Allah eri, “ah!" dedi "bütün ömür boyunca kıldığım namazları sana vereyim sen o ahı bana ver." Dedi ki; "Bak ki bu ne işarettir. Onu söyleyen' dosttur. Şüphe yok ki, dünya ile ahiret bir araya gelmeyen iki hemşiredir. Onda hemşirelik kalmadı, o halini değiştirdi. O babalık dıştan olunca, hemşirelik kalmaz. O hal değişmesi ölümdür ve o hemşireyi boşamaktır. Yine “Halk uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar,” buyurulmuştur. Böyle bir ölüm nasıl olur?
Hazreti Muhammed’e (S.A.) uymak ona derler ki, o Miraca gidince sende arkasından yürüyesin. Çalış ki gönüllerde bir yurt kurasın. Dünyayı istersen ziyanlı çıkarsın, belki sebeplerini aramış olursun. Dini de ararsan hiç  ziyanlı çıkmazsın,Hakkı arar, Allah erlerine hizmet yolunu tutarsın!
Mısra:
Sana yoldaşlık eden senden üstün olmalı!
Bahaeddin Sultan Veled, rüyasında bulanık bir suya düşmüş, bana, "Aman elimi tut," demiş, tutmamışım. Orada dalıp gitmiş. Uyanınca kendi kendine demiş ki, "Eğer ben söylemeden gördüğüm rüyayı bana anlatır ve yorumlarsa bu rüya onun makammdandır. Eğer söylemezse bana ait bir rüya sayılır." (M. 215) Ta dilimin ucuna geldi, ama söylemedim.
Muhammed ümmeti kırık gönüllü olmalıdır. Daha önce gelip geçen ümmetlerin tenleri kırıktı, sonra gönül kırıklığına ulaştılar.
Enel Hak (Ben Hakkım) diyen Hallac, doğru dürüst kendini kurtaramadı. O Muhammedi idi, gönlü kırık bir Müslümandı. Amma, Rabbim en büyüktür, demekle yetinmedi. Şimdi Ayazın çarığından çarık kalmadı. Onun yapıldığı deriden deri de kalmadı. Onun niyazı hep naz oldu. Çünkü sevgilinin kokusunu aldı. Sevgili ise hem nazenin' dir, hem nâz'dır. O bir deri bir kabuktur, ama nitelikleri vardır.
Alâeddin! Gönlüm istiyor ki, bu sözleri sana açıklayayım, yorumlayayım. Böylece remz ve işaret yoluyla konuşuyorum ben. Bu yaptığım belki edep dışıdır. Sizin karşınızda bunları yorumlamak, edep dışıdır. Ama madem ki bunu benim küstahlığıma bağışlıyorsunuz, şimdi anlatayım: Suyun kaynağı birdir. Ayrı, ayrı yollara, arklara ayrılmıştır. Kâh suyun hepsi bu yoldan, kâh öteki yoldan akar.
Zaman olur ki, bu yoldan akan su öteki yolu boşaltır, kendi yoluna geçer; kâh o yoldan gelen su, bu tarafa akar. işte bu yollardan ve çeşitli arklardan geçip de suyun kaynağına gidenler ondan içerler, içine dalarlar, ıslanırlar. Onlar artık o dallardan ve onların kökünden, kaynağından kurtulmuş olurlar. Ağacın dalına binenler, dalı kırar aşağı düşerler, ağacın gövdesini yakalayanlar ise bütün dalları elde etmiş olurlar. Sevgilinin yurdunda, keyfleri yerindedir. Yerler, içerler, akıldan geçerler; ama sevgilinin evine yol bulamazlar, sevgiliye de kavuşamazlar. Yüksek akıllı ve düşünceliler nasıl olur da istemezler mi ki, herkeste de bu akıl bulunsun? Biri filozoftur, ben akla uygun söylüyorum, der. Onun bu ilâhi akıldan haberi yoktur.
Tekrar ona gittim, evet, dedim, sizin insafınızı, söz üstadı olduğunuzu, alçak gönüllü davranışlarınızı çok kere övdüm. Onun söz dinlemekteki edepli davranışını, onun güzel güzel dinleyişini anlatınca sustu.
Hamamda daima şeytan vardır. Şimdi bu hamamda hep melekler toplanmış, Mevlâna kıbleye döndü, bu kıble asla hali değildir, buyurdu. Onun işi nedir; kıbleye yolculuk yapmaktan, hac ve Kabe ziyaretinden başka ne yapar? Siz yanlış kıbleye yönelmişsiniz. Hazreti Peygamberi (Allanın selât ve selâmı üzerine olsun) on ikinci görüşünden sonra tekrar rüyasında gördü ve dedi ki: "Ey Allah elçisi! (M. 216) Her Cuma gecesinde kendini bana gösteriyordun, bu müddet içinde beni susuz kalmış balık gibi kurtarıyordun!" Hazreti Peygamber, "Taziye ile meşguldüm," buyurdular. Sordum: "Ne taziyesi? Yâresulallah!" "Kendi ümmetimin taziyesi ile," buyurdular. "Bu iki yıl içinde ancak yedi kişi yüzlerini gerçek kıbleye çevirmişler ve bana gelmişlerdir. Başka hiç kimse yoktu. Geri kalanların hepsi yüzlerini kıbleden döndürmüşlerdir." Şimdi bu sözde gizli bir mâna vardır, işte bu, "Onun yorumunu ancak Allah ve bilgide uzman olanlar bilir" (K. 3/7) anlamındaki âyetin açık bir misalidir.
İşte Bayezid de nefsini arıklaşmış gördü. Ona, "Neden böyle arıklaştm?" diye sordular. "Tedavisi mümkün olmayan bir hastalık yüzünden," dedi. O yüzdendir ki, "Halk gelip senin önünde secdeye kapanıyor, sen de kendini o secdeye lâyık görüyorsun," diyen kişiye şu cevabı verdi: "Amma nihayet sen galipsin, benim seni mağlûp etmeye gücüm yetmez." Bayezid, ölümü sırasında zünnar (papaz kemeri) istedi, onda ne sır olduğunu anlamak istedi. Hazreti Yusuf da, dua ederken, "Yarabbi! Beni Müslüman olarak öldür ve salih kulların arasında bulundur!" (K. 12/101) diye yalvardı. Sen neden korkuyorsan ondan sakın! Nefis, gönül kırıklığı yoluyla, biliyorsun ki, yemiyorsa da istemiyorum der. Cefa görmüştür. Ama nasıl bileyim kabul etmem. Ama onu ilim ve anlaşma yoluyla elde etmek gerektir. Yeter artık açıkladın, açıkça gördün. Şimdi Mevlâna'yı gör. Eğer yüce Peygamberin, "Alimler, peygamberlerin mirasçısıdır," sözlerindeki mânayı anlamak istersen ona dair bir şey _açıklamayacağım. O ibadet zevkini gördün, sanki kendi değerini buluyorsun. Gerekirdi ki sen onu görmeden bulmadan ilâhi âleme dalıp gidesin; ondan daha büyük, daha yüksek birini bulasın.
Allahü Ekber! diyesin. ibadet bundan ibarettir. Senin hayaline gelen düşünceleri, vehimleri söküp atmaya bak! Bunlar senin düşüncelerindir. Gözünü daha yüksek âlemlere çevir ki, O, bütün akla, hayale gelen şeylerden daha yücedir. Peygamberlerin, kitapla gönderilmiş nebilerin de tasavvurlarına sığamayacak kadar büyüktür. Bir aralık dediler ki, her şey haktır, halk yoktur. Ama eğer halk. olmasaydı söz harfsiz, sessiz bir şey olurdu. Hakkın olduğu yerde harf ve ses yoktur. Adamın sözüne güleceğim geldi. Bana, mazur gör, arkam sana dönük, diye bir lahavle çekti. O halde, senin önün de, arkan da aynıdır, yani yırtılmıştır, dedim. (M. 217) Halktan bazıları, "Allahtan başka ilâh yoktur," diyerek bunda tartışmaya başladılar. Bu her ikisi, bu her iki düşünce sahibi görüşsünler diye dergâha gittiler. Ama oraya yüz yıl da gitseler ancak kapı halkası gibi daima dışarda kalırlar. Aciz ve zavallı bir halde geri döndüler. Bu Şemseddin, ne çocukça bir adamdır! Kendini çocuk yerine koyan adam başka, sersem insan daha başkadır. Nihayet kıyamete kadar hiç kimse sersemlik etmemelidir.
Mevlâna'nın hiç müridi yoktu. Ancak oğulları hem evlât, hem de mürit idiler.Eğer başka bir zaman,dün gece söylediğim hikâyeyi söylemiş olsaydım, bize gücenirdin. Ama şimdi gücenmenin ne yeri var? Bu gün aydınlık içinde aydınlık var. Önce, âşık mıyım diye soruyorsun, uzun boylu ısrar ediyordun. Ben onu öyle okşuyordum ki, sen, ne güzel yaptın diyordun.
Diyorum ki, Mevlâna ilimde, fazilette deryadır. Ama asıl gönülalçaklığı ve cömertlik, zavallıların sözlerine kulak vermektedir. Ben de biliyorum, herkes de bilir ki, o, düzgün konuşması, üstün bilgisi ile ünlü bir kişidir.
Padişahın biri, kendini beğenmişlerden birini halifenin yanma gönderdi. Ama adam dosdoğru konuşan, üstün zekâlı bir insan değildi. Onu nasıl gönderir? O ayrı mesele. Halife biran bile zavallının sözlerini dinlemez. Derviş debir söz söyleyemez. Şimdi neticede huzurda gerekli olan şeyleri söyledik. Onları aldattım, falan zatın ziyaretine gitmeye karar verdiğimi söyledim. Bana, Mevlâna geliyor dedi, onun keremi, cömertliği herkese açıktır. Ben geldim, daha yüz binlercesi gelse yine öyledir. Ama bu duacıya henüz bir şey erişmedi. O da hırka sahibiydi, ben de. Nasıl olur ki, onunla geceleri gündüze eriştirirsin, ama benimle ancak bir saat oturursun?
Önce hoş geldin ey olgun şeyh! Yani, bu sersem zahitlerdendir, derdi. Sonra da, o, bilgin ve yetkili adamdır, diye öğerdi. Ben diyorum ki, ey Melâna, bu sizin iltifatınız ve kereminizdir. O bu hitabın ve ululamanın benim için olduğunu bilmez. Bu kadar bilgisi ve üstün kişiliğiyle beraber o kâfir olacaktır. Sen de Müslüman. O söz ona zehirdir. Eğer o söz bir Müslümanın kulağına düşerse, ona beş bin peygamber hadisi bile fayda vermez. (M. 218) Zikir kabul etmez. Meğer bir insan başka bir kuvvetle ona işittirsin. Şimdi ulu Allah, bu ay içinde hâzır ve nazır da öteki aylarda gafil ve gaip midir? Hangi ay hâzır ise onu o zaman analım! Ne iyi! Bir avuç ahmak böyle düşünür! Ama uymak gerek. Bu da bilinen bir şeydir. İşaret etti, kalk gel, dedi. Başını kaldırdı. O bir sığıntı idi. Nereye? dedi. Allahın cehennemine! Başıyla tekrar işaret etti, başını salladı, gel, dedi. Kalktı ve gitti. Diyelim ki, bir uygunsuzluk oldu; o benim sırrımdır, Sen benim sırrımın kâhyası mısın? Hele şuna şaşıyorum: Sen niçin geldin? Şimdi kimyayı bana verirler. Kimyayı bana gönderin de, üst tarafını siz bilirsiniz. Ona zikri öğretti, böyle olur diye anlattı. Ona daha nasıl bakayım. Gönül sahibi olan kimse bu güzel şakalardan hoşlanır, ama o kimse ki cihan kendisine güler, yani âleme gülünç olmuştur; o, başkalarına nasıl güler, neye güler?
Hazreti Peygamber, "Ben şeytanımı Müslüman ettim," demedikçe kimse ona iman etmedi. Şehir ağası, ihtisap ağası, önce kendi evinden dışarı çıkmalıdır ki, başkalarına söz geçirsin. Sen acemilerin yüzsuyunu götür ki, acemilerin yüzsuyu olasın, dedi. Bu iki temele dayanır. Dedi ki: Onlar köpeklerdir. O ise, Âdem evlâdıdır, onun bunlarla ne ilgisi var?
Dedi ki: Muhammed'in yüzüsuyu hürmetine Allah beni kurtarır. Biliyordum ki, onun yola gelmesi ondandır. Onu şaraptan vazgeçirmek istedim, kabul etti. Ona dedim ki: Bari Cuma gecesi içme. Öyle yaptı. Cuma gecesi filân kişi onu içmeye çağırdı. Hayır, dedi, bana işaret ettiler. Onun o cevabı, hesap ettik ki, Ramazan ayma rastlamıştı. Ona, işte Ramazan geldi, dediler. On iki ayda bir geliyor. Mübarek! Sen ise senede on iki ay içiyorsun. Evet, dedi, ben Ramazan'ın kim olduğunu bilmediğim için sizin aranızdan avrıldım.
Sevgiliyi sevgilisinden (karıyı kocasından) ayıran kimseyi Allah da kendisinden ve kendisini sevenlerden ayırır.
Muhammed Gazalî, Allah rahmet etsin, Ebu Ali Sina' nm Elİşârât vetTenbihat adlı eserini Ömer Hayyam'a okuyordu. O, çok üstün yaratılışlı, erdem bir insan olduğu için hep kötülemek isterler. Oysa, İhyaûlulum'uddin adlı eserinde Gazalî,Ibni Sina'dan faydalanmıştı. (M. 219) Onu tekrar okuyor, Hayyam'a hâlâ anlamadın mı? diye işaret ediyordu.Üçüncü kez okudu. Mutriplere, çalgıcılara, davulculara seslendi. Ta ki, Gazalî karşısına gelsin, çalgılar çalınsın da, ona okuduğu şeyin faydalı olduğu herkesçe bilinsin.
Şiir:
O kimse ki, bütün lâfı Enel Hak, yani ben Hakkım'dır,
Şüphesiz ki o zavallı, bu ip ile asılır.
Onu öyle elimin altına alayım, öyle aciz bir hale getireyim ki, böylece hep benim elimde olsun. O, fesahatte, söz ustalığında zamanının en uzmanı olmuştur, şaşılacak derecede yetkili bir konuşmacıdır. Allah erlerinin gönülleri çok geniş ve engindir. Felekler kadar uçsuz bucaksızdır. Bütün felekler onun gönlünün altında döner.
Bir gün semâ ayini sırasında bir mürit, Şeyh Şahabeddin'den bir beyit söyledi. Şeyh, derhal azarladı, boynun kopsun, dilin kesilsin, dedi. Orada kimsenin bir beyt söylemeye cesareti yoktu. Oradaki Hak, kendini göstermiş ve perdeyi atmıştır. Orada herşey göz kesilmiştir. Dilin ne yeri vardır? Her kimde böyle bir hal belirmeden gelirse, şüphe yok ki rezil olur, pislik yuvası gibi dolu olur; güzeller arasına karışmış çıplak zenci gibi kepaze olur gider. Hava ve heveslerle, şehvetle dolu insanlara, orada yer yoktur. Ansızın gördüm ki, şamdanın içinden fışkıran güneş gibi bir parlaklık göğsüme doldu. Bey şöyle bir başımı çevirdim. Gördüm ki, sarığım yere düşmüş; o kendi sarığını tuttu; sanki ben kendime bakıyorum ve o aydınlıkta bütün kan damarlarımı, sinirlerimi,kemiklerimi ve kendimdeki mânaları görüyordum;başka hiç bir şey göremiyordum.
Kutsal hadiste, "Ben iyi kullarım için öyle bir şey hazırladım ki, ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş, ne de insanın kalbine doğmuştur,"anlamına gelen bir müjde vardır. Hele şu, "Gördüğünü kalbi yalanlamadı" (K. 53/11) anlamına gelen âyet bundan daha kuvvetlidir. Bundan biraz geçtikten sonra orada yalancılıktan bahsettiniz. Bir perdenin delilidir bu. O, Kur'an'da, bu da kutsal hadiste işaret olunmuştur. Kur'an'da, sırdan pek az bahsedilmiştir. Cihanda yaygın bir mısradır bu.
Mısra:
Gece dolanır cihanı seyreder, parmakla gösterilir.
Hatırımdan geçti: her pınardan su içmemelidir. Bizim aramızda ayrılık olamaz, nasıl gidebilir? dedi. Ama, inşallah Allah dilerse, demediği için hoşuma gitmedi. Evet, mademki söylemedi, sen Şeyh Muhammed'e yakışırsın dememin sebebi bu idi. (M. 220) Dostluk onun dostluğu idi, ama asıl sebep başka idi. Bana geldiği vakit bir kadeh doldurdum. Ne içebiliyor, ne de dökebiliyordu. Gönlüm onu bırakmaya, geçip gitmeye razı olmuyordu. Başkalarına yaptığım gibi yapamadım. Tövbe et, bu huydan vazgeç dedim. Mecaz, hakikat'in köprüsü, hakikat de mecazın köprüsüdür. Bu gece, eğer gelmeseydim, aramızdan bir şey eksilecek, yok olacaktı. Bu halde, yabancılık girecekti araya. Biz eğer bu halin dışında, geceleri, ayrı ayrı yatsaydık, korkusuz yatardık; ama bu durumda da iş böyle olacaktı. Sen, derviş sözünü aklında tut. Gerçi o sana sebebini söylemez. Allah yolunda kalbini ve malını bağışlar. Çünkü dünya bir köprüdür. Ancak köprü harap ve ateş içinde yanarken öyle bir köprü üstünde binalar yapan güven içinde olamaz.
Kadınlar hakkında demişlerdir ki: Onlara danış, ama düşüncelerine aykırı davran. Onlar gerçekte böyle yaparlar. Şimdi bu dünya da kadın cinsindendir. Onu bayındırlaştırmaya, süslemeye ne uğraşıyorsun? Gerekli olanı al, o kadar yeter sana!
Sema!a başladığın o saatte, sana, başın çok dönüyor mu? diye soran oldu mu? Muhammed, dur, dedi; onu bir an durdurdu. Ansızın bir gürültü duyuldu, yere düştü ve başı yarıldı. Başından fırlayan kan binanın tavanına çarptı. Şeyh dedi ki: Eğer bizim evlâtlarımızdan olmasaydın pabucunu başıma koyardım. Çocuklar top ve çelik çomak oynarken namaz kılınan yere de atıyorlardı. Hemen oradan kaçarlardı; kaç kere bunu tecrübe etmişlerdi, bilirlerdi. Bu Muhammed de çeliğe vurunca, namaz yerine sıçrattı; işte şimdi beni öldür, diye özür dilemeye başladı. Gülümsüyordu; bunu ne ile ispat edersin, dendi.
Aşık olacaksan bir güzel ara! Tam bir âşık değilsen o güzelden daha başka bir güzel bul! örtü altına gizlenmiş ne güzeller vardır.
Mısra:
Başka  bir alıcı  daha vardır ki,  ona  kul,  köle olursun!
Evet, rahatsın, bağımsızsın, gamsız ve hür yaşıyorsun. Ekmek lâzım, elbise lâzım, ama bu kulun böyle bir düşüncesi yok. Büyük efendi, benim yiyeceğimi de, giyeceğimi de sağlamaktadır. (M. 221) Onun için ekmek sevgisi nedir ki? Kur'an'da, "Israrcılar şeytanın kardeşleridir" buyurulmuştur. Israfçılar, savruklar, sade meyhaneye gidenler, orada nice paralar sarf edenler değildir. Onun ne değeri var? Asıl israfçılar, değerli ömürlerini, sonsuz mutluluk sermayesi olan o hazineyi boşuna harcarlar. Bu işte bir ceza korkusu olmasa bile böyle bir cevheri taş altında parçalayarak yok etmek ne demektir? Buna acımaz mısın? Bütün delillergüneşin bir gün batacağını sana söylerken, artık bu hava ve hevese kapılıp da gaflet içinde uyumanın ne yeri var? Seni uyumak için mi buraya getirdiler?
Şimdi anlaşıldı ki, bu cevher herkeste yoktur. Ancak, onu öğütlerle öyle göstermek gerekir ki, herkes inancından başını sallasın. Sen daveti, çağrıyı herkese karşı yaparsın. Bazılarının yürüyecek ayakları yoktur, kiminin de ayaktan haberleri yoktur. Ayakları uyuşmuştur, ama hepsi birden kımıldanınca, ondan bir pay alırlar. Elbette ona uygun hareket edenler faydalanırlar.
Nasıl ki; Hazreti Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Bu nurdan kendilerine erişmiş olanlar, şüphe yok ki, ondan aydınlanırlar. Ama bu, bütün bir topluma erişmez. Ne mutludur o kimselere ki, benim yolumda yürürler." Yani biri burada bir hizmet yaptı, başaramadı diyelim; o başka bir yerde hizmet yapmalıdır. O, hizmette duraklama olur, dedi. Dedi ki: Vakit onunla birlikte bulunur. Çünkü vakit, bir dönüşün eseridir, istiyorum ki, hamama çokça gideyim ama faydasını görebilmek için çabuk çıkmak ve çağrılan yere gitmek gerek. Bana, hamamda çok oturmak gerekiyor ki iş tamam olsun. Çünkü kirler yumuşar. O zaman, eve nasıl döner, o kirleri nasıl geri götürebilirim? Gerektir ki, bedenin kirini evden hamama götüreyim; yoksa hamamdan kirli çıkmak neye yarar? Beni serbest bırakırlarsa böyle yaparım. Benim işim böyledir. Bunlardan konuşmak hoş değilse de, biraz olsun işaret yoluyle söylüyorum.
BirYahudi ile bir Hıristiyan ve bir Müslüman arkadaş olmuşlardı; yolda para buldular, onunla helva yaptılar. Ama, şimdi erkendir, dediler; yarın yeriz, sonra zaten pek az. Helvayı, tatlı uykuyu rahat uyuyan yer. Onların maksatları Müslümana yedirmemekti. Ama Müslüman gece yarısı kalktı. Uyku ne gezer onda; âşık ve yoksun zavallı. Uyku ne zaman olsa uyunurdedi ve bütün helvayı temizce yedi. Hıristiyan sabah üzeri kalktı, Isa gökten indi beni göklere çekti dedi. Yahudi, Musa da beni cennetlerde dolaştırdı; oradaki acayip şeyleri seyrettirdi,dedi.(M, 222) Müslüman dedi ki: Bana da Hazreti Muhammed (S.A.) geldi ve şöyle dedi: Zavallı Müslüman! Onların birini Isa semanın dördüncü katına çıkardı, öteki Musa cennetlerde dolaştırdı, sen de zavallı yoksun, bari kalk da helvayı yemeye bak! O öyle buyurunca, ben de kalktım helvayı temizledim. Yol arkadaşları dediler ki: Vallahi en iyi rüya senin gördüğün rüya imiş. Bizimkiler hep hayal ve batıl şeylermiş. Şimdi bu hikâyeden ne koku aldın; bu kıssadan ne hisse kaptın? Nihayet niçin demiyorsun ki, tam vakittir, madem ki siz bağa gidiyorsunuz, ben de kalkayım bal ve ilâç içeyim.
Kur an'da ne güzel incelikler, sırlar var. Nerede o güzel Muhammed ümmeti? Yalan bile söylese, Allah onu doğruya çıkarır. Mümin yalan söyler mi? diyenlere, Hazreti Peygamber, evet yalan söyler, buyurdu. Ama yalanın ne yeri var burada? Hamam suyunu bir adamın üzerine dökersen helaldir; insanlıktan haberi olmayan birinin üzerine dökersen haram olur. Buna, ne hamamcı razı olur, ne de hamamcıyı yaratan.
Bir kaç ahmak haram mal topladılar. Biri dedi ki: Onu bana ver ki, helâl olsun! Allah bilir, ama öteki niçin helâl olmasın, iş Allah bilir, demekle tamam olur.
Ey düğümler çözme uğruna ölüp giden zavallı! O hal buna göre bir zehirdir, yahut zehir cinsindendir. Bu inceliklerden herhangi birinin düğümünü çözmek isteyenler nihayet ölmüşlerdir. Bir adam oğlu da bütün cihanla karşı karşıya gelmiştir. Hazreti Peygamber buyurdu ki: "Eğer Ebubekir'in imanı bütün halkın imanı ile karşılıklı tartılsaydı, onunki yine ağır basardı." Nihayet o ne idi ki, Hazreti Peygamber kendisi de ona getirdi? O, başka bir hal, daha üstün bir hal idi. Yine Peygamber, "Benim ümmetim israil oğullarının (Musevilerin) peygamberleri gibidir," buyurdu. Ama ümmetimin fukarası demediler. Peygamberlerin sığamadığı bir yerde ki o makamla öğünürler, o nasıl sığabilir? Dindarlık öyle bir şeydir ki, onu Allah'ın bir lütfü bir ihsanı görür ve iman getirirler. Hele hiç görmeden iman edenler daha başkadır. Nihayet kıble tarafına namaz kılmasını emretti, çünkü her taraftan Kabe yönüne doğru namaz kılmak gerekiyor. Bu yönelişin farz olduğuna bütün dünya ufuklarında söz birliği etmişlerdir. Müminler, Kabe'nin çevresinde halka olup secde ederler. Kabe'yi aradan kaldıracak olursan acaba bunlar hep birbirlerine mi secde ederler? Halbuki onlar kendi gönüllerine secde etmiş olurlar.
(M. 223) Tebliğ etti, beyan etti, bildirdi. Gördüm, hep onu gördüm. Ama hep onu değil. Üstü kapalı söyleyeyim ki, Hallacı Mansur gibi olmayayım. Hayır! Hallaç gibi olmanın zamanı geçti. Seyyid Hattat'ın dediği gibi, artık yazı öğrenmeyi senden kopya ettiğim zamanlar geçti. O çağlar geri kaldı. O eksik idi; şimdi o peygamberlik bunlara yaraşır. Bütün o noksanlar Ebâyezid'in benzerlerindedir. Tebrizli Zahid'e göre, bu böyledir. Bir gün onunla müritleri kaplıcaya gitmişlerdi; çok da yiyecek götürmüşlerdi. Ama ilk konakta hepsini yemişler, hiç bir şey geri bırakmamışlardı, ikinci konakta bineklerinden indikleri zaman köylüler aç" olan Zahid'e koyun kesmekle uğraşırken Zahid hemen eve girdi. Süzme yoğurt ile ekmek ve daha başka şeyler getirdiler; karnını doyurdu, koyun kebabını beklemedi. Gece de kendisine getirilen yiyeceklerin hiç birine dönüp bakmadı. Dağıtın, dışarı götürün bunları dedi.
Gündüz akşama kadar uyursun ki, gece sevgili ile birlikte uyanık kalasın. Ben bir vakit istedim ki, sevgili ile geceleri halvet olayım. Vuslat geceleri olsun. Gündüz uyumadım onunla. Ama faydasız uyku gelince, hayal bozguna uğrar. Gezip dolaşma belli olmasın diye.
Hadiste buyurulmuştur: "On iki türlü hayvan, evvelce insanken işledikleri günahlar yüzünden kılık değiştirmişlerdir. (Hadiste sözü geçen hayvanlar şunlardır: Maymun, domuz, köpek, fil, kurt, fare, kertenkele, yengeç, kaplumbağa, tilki, kirpi, ayı! (Ç))" Acaba bu günahlar ne idi? dediler. Ama halk onlardan daha büyük ve daha çok günah işler. Bu hadisin dış anlamını ele alırlar. Ne yazık ki, bu mânada anlarlar.
Öğretmenin biri dedi ki: Her ne kadar hep etrafımı gözden geçiriyorum, ama sana anlatacak bir şey bulamıyorum. Ne söyleyeyim sana! Sen, Cüneydi Bağdadî'yi bu işlerde Allahlık mertebesine yükseltmişsin. Bari sen bir şeyler söyle! Cüneyd için bir şeyler söyleyince, hemen çarh vurdu, raksetmeye başladı. Sebebi anlaşılamadı. Ondan sonra dedi ki,sen git kendi makamına çekil. Eğer oraya erişebilirsen anlayabilirsin. Kendi makamına çekilince elini eline vurdu. Ah, dedi, anlaşıldı! Ama geçen geçti, geri dönmesi mümkün değil. Titredim; o sırada aşağı gitti, mümkün olmadı.
Elbise karşılığı için ne derler? (M, 224) Zaman zaman yanlışlıklar yapan, utancından kıpkırmızı kesilen Serkeş dedikleri biri vardı. Benimle pazara gider, oradaki pis döküntüleri yerdi. Şimdi de artık mal yiyordu. Hoş geldin sefa geldin,, demeden öylesine kupkuru davranıyordu. Evet, benim o kervansarayda bir odam var; eğer buraya gelmese, şaka ve edepsizlikler eder; o zaman da ben oraya giderdim. Aynı sofî şakalarına başlardık. Eğer başka birisini bulursam sen elimden kurtulursun, yok bulamazsam elimdesin, derdi. Ateş yandığı zaman zahmet ve duman kokusundan çaresiz kalır, ateş yanmadığı zamanlarda da kıştan perişan olurduk. Benim hemşehrim oluyorsun. Benden ne ücret istiyorsun, kime gideceksin? Nereye kaçacaksın? Allah ona rahmet etsin deyiver, bu saatten Çabana kadar burada kal, iyi olursun! Vallah padişahlıktır bu; çok bile.Eğer daha altı kişi olsa burada onlara ses çıkarmaz. O teraziyi, o mihenk taşını ve aynayı iyi korursan asla bir tarafa eğilmez ve dolaşmazlar. Biri terazinin önüne geldi dedi ki: Bu yüz dinarı al bana iki yüz dinar ver ki, sana elli dinar ikram edeyim. Bana bir bakış baktı ve uzaklaştı; bir ah çekti gitti. Ah ve feryat etti, inledi. Ben damda idim sağıma soluma baktım; bu kimden bahsediyor dedim. Senden bahsediyorum, dedi. Senin elinden inliyorum, dedi. Tekrar sordum: Benim için mi söylüyorsun? Evet, dedi, senin için. Hırkasını sırtına almış, sarığını külahını giymişti.Onu odasında görmeye geldiğim zaman karşımda başı kesik tavuk gibiydi. Oturdum. Beni çağırdılar ki evimi göreyim. Gönlümde bir şey burkuldu, hoş bir şey. Öğle sıralarında da gelmişti. Ona, âşık olacağım, dedim. Bu hadise meydana gelince o küpten aşk şarabını içmiş gibiydim. Ben zahidim dedim, nasıl olur? Nur üstüne nur olur, dedi. iki yüzlü bir dostluk oldu bu.
Hüsrev ve Şirin hikâyesi gerçi gayret yönünden bana katı gelir. Ama anlaşma ve muhabbet yönünden hoşuma gider. O can dostudur. Böyle değilse bir şey anlayamasın ondan.
Öğle sıralarında acele ile gidiyordum. Her taraf bom boş. Sanki melekler halkı o kadar oyalamış, onlarla öylesine meşgul olmuş ki, iki sevgili birbiriyle gizli şeyler fısıldaşır gibi bir sessizlik var. Ben o acele yürüyüş sırasında kapıdan girmeye çekindim, yüzümü doğruca binaya çevirdim. (M. 225) O yüksekten beni gördü, pencereyi açarak benim yolu bilmediğimi anladı. Öyle bir delikanlı erkek idi ki, elini o duvara atsa duvarı titretirdi. Gönlü her kimi isterse onun devlet kapısında mutlu yaşamaya razı idi.Yedi kitap üzerine yemin içti ve dedi ki: Hiç incinmem söyle! Allah'a şükür ki, dedi, odur. Nihayet kanlı bir sarhoş değildir, ikiüç gündür bana mürit olmuştur. Büyük bir sevinç ve neşe içindedir. Ancak biraz üzüntüsü var. Gerçi o üzüntü bana göre önemsizdir. Ama başkalarının yanında büyük sayılır. Olmaya ki yolda hatırıma gelsin diyordum. Senin o iyiliğin edebin ve olgunluğun bizce malûm; geri dönmek de artık mümkün değil. Orada dileklerimi dinler burada da bana yalvarırdı.
Şamda bir adam vardı, bizi kabul etmedi, kaçtı. Başını kervansarayda duvara vurunca ağlamaya başlamış ve beni istemiş. Aman bu adamı yakalayın, bana onsuz yaşamak imkânı kalmadı; benim ondan ayrı kalmam çok çetin, eğer benden incindi ise bir kere olsun bana getirin, her neyim varsa ona vermek istiyorum, demiş. Yüce Allah, onu benim karşıma getirdi. Zaten ben bu güne kadar o külahı arıyordum. Buyurdu ki: O külahın kimin başında olduğunu sana göstereyim. Nihayet o külah benim başıma geçerse başım rahat olur. Bize daha buna benzer bir çok tatlı diller döktü. Ne olur açık söyleyemiyorum, onu bana bağışlayasın demeye utanıyorum. Kutup geldi başını önüne eğdi. Sürmari'nin oğluna karısı, niçin bir şey söylemiyorsun, deyince, adam, çocukluk etme, dedi. Görmüyor musun ki o oturmuştur, burada söz söylemeye imkân mı var? Başını yere koydu, bir söz söyle bir şey emret, dedi. Onların halinden anlatmaya başladım. Bir yerde ki, yoksulluk, dervişlik vardır, orada sözün ne yeri var? Sürmari'nin oğlu beni öğmeye başladı. Maksadı bir söz söyletmekti. Kutup, ahmaklık etme, dedi; keyfine bak, burada hazır olduğunu bilmiyor musun? Bu sözden ona şaşkınlık geldi. Orada bulunan birkaç Arap da, vah ey Şemseddin! Bu ne hal? Bu ne iş? diye mırıldandı.
Musa Paygamber henüz Hakkın içyüzünü anlayamamıştı. Ona, "kendini bana göster" dedi. "Allahım beni Muhammet ümmetinden kıl!" diye yalvardı. Şu halde halkı neye davet ediyordu?
(M. 226) Allah nuru ona çakmıştı; beyaz el mucizesi de ondan daha üstün idi. Sultan buyurdu ki: Sen de köylülerin gibi haraç ver.Ama sen diyordun ki, her kim sürüsünü hoş tutarsa şehir halkından daha tok gözlü olur. Nihayet o doğan kuşu bin dinar değer. Bu gün bir kocakarının evine uçtu, ayağı bağlı idi. Siyah bir duman içinde kanadı ve gagası kapandı; o kadar duman yuttu. Özgürlük çok hoş. Ama kanatlar açık ve boş olursa. Izzeddin, o bütün mavi boyaları herkese verdi. Bunlardan biri ile de onun alnını ve burnunu işaretledi. O hiç aldırmadı, taklitçi değildi. Kendini ona verdi, tekrar ona verdi.
Ağlıyordum! Bayezid'in Makamat adlı eseri ile ZâdüsSalik'in kitabını niçin bana vermiyorsunuz, diyordum. Şeyh gülüyordu; senin makamın nerededir? diyordu. Onun yaptığını sen de yapıyorsun. Nihayet ben de onun için istiyorum, böyle ağlıyorum. Evet, dedim, benden bir şeyler geçti; bu yolda senin yoldaşın, dostun var mı? Evet, dedi, var. Ama onun evet demesinden anlaşılıyordu ki, yoktur. Kılı kırk yarıyordum. Ne gariptir ki, bir nazenine naz ediyorsun. Bir nazeninin karşısında nasıl naz edersin? diyordum. Sen başka bir yerde nazeninsin. Allahü Ekber (Allah en yücedir) diyorsun. En küçük olan hangisidir? Yani bir kimse kendi kendine bir düşünse: Bir varlık ki, göklerin yaratıcısıdır; Arş'ı, Kürsü'yi, Nurları, Cennetleri yaratmıştır. Sen ondan daha büyüğünü düşünebilir misin? Durma ondan daha ileri geç ki, ululuk bulasın, Hak ile birlikte rahatça yaşayasın.
Şiir:
Ey bir cihanın tok gözlüleri vuslatına  susamış olan sevgili!
Senden ayrı düşmek korkusu ile cihanın kahramanları titremekte,
Ceylânlar, senin gözüne bakmakla ne kazanırlar?
Ey zülfü aslanlara ayakbağı olan güzel sevgili!
Olaki, bu şiiri terennüm eden kimsenin ya bundan haberi yoktur, yahut da hal ehli değildir. Belki bir çiftçi, yahut bir köylüdür o. Ne nazım'dan anlar, ne de düz yazı bilir. Ama bunları hep Hakim Senayı, Nizamî, Hakanî ve Attar mı söyler? (M. 227) Onların da o sözlerde birer payı vardır. Peyniri Pars denilen canavar da yer, o süt de içer. Yürekler paralar, ciğerler söker, karnını doyurur. Herkesin bir azığı vardır.
Bu kancık tabiatlı zavallıyı görüyorsun. Bana sövüp sayıyor, açık cefalarda bulunuyor. Düşmanlar arasında ona ne yaptım ben? Her ne kadar özür dilese de ona iyilikle cevap vermek gerekmez. Falan gün başını örttü, falan gün de ben böyle söyledim. Dedi ki, keski burada olaydı eteğine yapışırdım. Bir öküz getirdiler Şehzade içerde yoktu. Öküzü gördü, ama Şehzadeyi göremedi. Derviş kadınlarına bir şey söylemek, el kaldırmak yakışmaz. Ben her ne kadar zahirde ona aldırmam, ama gerektir ki o da zahiri korusun, namaz kılsın, Allanın huzurunda duygulansın. Nihayet secde öyle birine karşı yapılır ki, övmeye değer. Büyük Hamid, Büyük Izzeddin, Büyük Kemal'in her üçü de büyüktür. Bunları çağıralım. Ne var ki, ben Kerimiddin'i severim; ama onu dinlemek istemem. İsterim ki, dnu götüreyim, kulağını yahut başını okşayayım. Ama Muhammed'i, düşmanı da severim. Bu halde gerçek dost seni kabul ederse o gerçek dost değildir.
Hazretle kaç defa konuştuk. Bir kimseden incinirsem onu yakala. Şimdi bu saatte sana diyorum ki, haberim var, onu yakala diyorum. Kalbim ağrıyor, sen de benim kalbimin ağrımasını istemezsin. Ben de onu istiyorum. Derman derdin olduğu yere gider.
Aşk her ne kadar fazla olursa olsun, sevgili de olgunluğunu ye güzelliğini o kadar hoş gösterir, âşıka daha hoş görünür. Bu sözün mânası nedir? Herkes sözden bir şey anlar, ama herkes kendi halini anlar. Söz söylerken herkes kendi haline ait sözün yorumunu yapmış olur. Yoruma dikkat et ki, onun halinin ifadesidir o sözler.
Gördüm ki gebedir, içi doludur. Gittim elimi karnına koydum, bu ne gebeliktir, dedim. Köpek de yavrular doğurur. Ben biliyorum ki, o zehirdir. Tattım, bana hiç ziyanı dokunmadı. Nasıl ki, Allah Kur'an'da, "Siz sanır mısınız ki, sizi boş yere yarattım," (K. 23/117) buyurmuştur. Bu o demektir ki sizin yaratılışınız bir tesadüf eseri yahut boşuna değildir; bir dönüş içindir. Eğer sen övüyorsan bu kötüleme ile ne işin var? Sen herkesi kötüledikten sonra, diyelim ki ağzın şeker doludur, peki sirkenin senin ağzında ne işi var. (M. 228) Ağzın sirke ile doluysa, senin namaz kılmayısın sana utanç olmaz. Namaz kılmak niçin sana utanç versin? Gördün ki orada arıklar vardır, utancın ne yeri var?
Adamın biri, başka birisi için kötü şeyler düşünüyordu. Öteki de onun hakkında aynı düşüncede idi. Arada üçüncü bir adam   vardı ki,    hem onun hem de bunun dostu idi. Dedi ki: Şimdi   bu iki hasım     karşılaşacak, bakalım ne olacak?   Oradan    gitti, onların karşılaşacağı bir yerde durdu ve bekledi ki dostu oradan geçsin. Ama o dost ile göz göze gelince onun ayağına kapandı Öteki dost bunları görünce bıçağını yere fırlattı, o da aracı dostun ayağına kapandı;  vah, dedi,  sen dostumsun demek.  Ben  şimdi dostumun dostunu nasıl öldürebilirim? Ali'nin düşmanı, Ebubekir'in dostu. Beni mi daha çok seviyorsun, yoksa Seyid Burhaneddin'i mi? Benden asla ay almayacaksan, nasıl beni bırakır da kadınların aybaşı âdetleri ile meşgul olursun9
Sen yoktun, dedi, bana başka biri geldi. Dedi ki: Hazreti Peygamber, yani kâinatın elçisi, şu duayı kimin için buyurmuştur? "Allahım, beni yoksul olarak dirilt; yoksul olarak öldür, yoksullar topluluğu ile birlikte hasret! ' Sen niçin kendini benlikten kurtaramıyorsun? Eğer o benlik davasından kurtulursan daha ileri gidersin. Bana açıkla diyordu. Bir gün Hazreti Peygamber yolda yürürken kendinden geçmiş; dervişin biri, Peygamberin arkasından su sözleri mırıldanıyordu: Allahım sen benim kulumsun, ben de senin kerem sahibi Rabbinim." Bunu işiten Peygamber yoldaşları hemen adamcağızı öldürmek istediler.
Kuran'da, "Rahman Arşın üstündedir, Arşa hâkimdir," (K. 20/3) buyurulmuştur. O Arş denilen makam, Hazreti Muhammed'in kalbidir; ondan önce bu makam yoktu da onun zamanında mı oldu?
Kuran'da Tâhâ sûresi, Hazreti Muhammed'in hikâyesini anlatır. "İncinme; bu Kur'an'ı sana zahmet vermek için indirmedik" buyurulmuştur. Başka bir âyette, "Yerde ve göklerde ne varsa, Allahındır," (K. 2/206) buyurulmuştur. Burada göklerden maksat, onun dimağı; yerden maksat da onun vücududur. Hep onun hikâyesi; Arş üzerine hâkim olmakta onun halidir.
"Karanlıkta yürüyen yolunu sapıtır," buyurulmuştur. Her kim, o yüce Peygambere suret yönünden bakar da, mâna yönünden bakmazsa sapkınlıkta kalır.
Beni ululayın, şanım ne yücedir! diyen adam Haktan bahsediyor. (M. 229) Ama Hak, nasıl olur da hayrette kalır9 Hakka kendi mülkünde hayret ve şaşkınlık isnat etmeknasıl caiz olur? Bunu söyleyen bir sofi idi. Afcıa Allah ondan bu sarhoşluğu esirgemedi. Kendine geldiği zaman, ayıklık halinde derhal Allahdan mağfiret dilerdi.
Benim için pek az ihtiyaç var. Ama Mevlâna için öyle değil. Onun hoş bir tabiatı vardır. Eğer yeni bir şey olursa şöyle der: Bir şey görüyorum nasıldır o? Meseleyi açıkça anlat. Siz, bana inanç gösteriyor musunuz? Ona başka türlü bakıyorsunuz. O, bu kadar bilmez. Kaç kere dedi ki: Biz bir köşeye çekilelim de sizi böyle görmeyelim. Nefislerine uymazlardı, ürkerlerdi. O halde onlat nasıl senin yolunu isteyebilirler? Onlar, nasıl olurda Bayezid'in içtiği kâseden içmek isterler?
Eğer ona, ey İbrahim, sen Kerim'in ne halde olduğunu ne biliyorsun? diye sorsam kendini küçük görür, gizlice gönül alçaklığı gösterir.
Ben, Elif harfinin dümdüz olduğunu görünce sırtım iki kat oldu. Lam harfi dedi ki: Ben de Elif gibi dosdoğruyum. Sakın dedi, lâf atma! Hiç öyle söyleme! Sen Lamsın. Kendini Lam bil! Bu halkı tanımak, Hakkı tanımaktan daha zordur. Onu delil getirme yolu ile tanıyabilirsin. Yontulmuş bir ağaç görürsün; bilirsin ki, herhalde onu yontan biri vardır. Kendiliğinden yontulmamıştır o. Ama bu halkı, görünüşte, sen kendin gibi sanırsın; fakat içyüzü bambaşkadır. Senin düşündüğünden, tahmin ettiğinden çok uzaktır. Şimdi bu yontulmuş ağacı tanımakta şaşılacak bir şey yoktur. Ama onu yontan kimdir? Onun ululuğu ne mertebededir? Onun sonsuzluğu nasıldır? Bunu ancak bu kimseler bilir, ama açıklamazlar. Mademki sen bu kapıyı kendine açtın, çare yoktur; varsa söyle bu kapıyı nasıl kapayabilirsin? O kapı kendiliğinden kapanmaz. Bu zorluğu sen çıkardın!
Bir topluluk vardır ki, gönülleri bağlamıştır. Haftadan haftaya bir kere gel de, Allah şöyle buyurdu, Allahın Resulü böyle dedi, diye hatırına gelenleri onlara anlat. Gece gündüz hayır duanızla meşgulüm, Çünkü yolda kazalar vardır. Biri gelecek kaza, öteki de hemen gelip çatan kazadır.. Gelip çatan kaza dua ile geri dönmez. Ama gelecek olanı dua ile geri çevirebilirsin. Bazıları bizim Allahmız hoştur, bizim Allahmız iyidir, ama başkaları için değildir, jerler. Böyle bir heves içinde bir Allah bulurlar. Bazıları da kendi hayallerini Allah sanırlar. Kur'an'da, "Allah kullarına lütfedicidir," (K. 42/17) buyurulmuştur. (M. 230) Ayette (kullarına) buyuruldu, ama nerede o kullar9 Kumarbazın birini zamanenin adaletli veziri Şemseddini Tuğrai'nin huzuruna götürdüler. Şemseddin, vakti.. Büzrüçmihri idi. Adam, bana inanır mısınız? dedi. Şeyh o adamları bana getirin, buyurdu. Şemseddin sordu: Hangi şeyh? Filân şeyh, dedi. Vezir, eğer başkası olsaydı senin öcünü alırdı. Ama o eğer aranızda ise git onun ayağına kapan! dedi. Kumarbaz, ulu vezirim, dedi, sen eğer bu işi yapacaksan, sana bir sıpa satın almak gerek, ben de senin eşeğini sürerim. Vezir dedi ki: Mübarek gördün ki o bahtsız adam bana ne söyledi. O adam ki sayılı vezirlerin huzurunda konuşuyor, lanet ona olsun. Ben yüz bin kere bu işi yaptım. Hiç benden işittin mi? Yahut hiç kimseye böyle bir şey söylediğimi duydun mu? Sonra sordu: Sen balığı bilir misin? Kumarbaz, evet dedi, bilirim. O halde balığın nişanını anlat. Deve gibi iki başlıdır, dedi. Ha, dedi, Vezir; sen balığı bilmediğin gibi deveyi de bilmediğin anlaşıldı.
O kargaya leş verme sonra alışır da her zaman ister. Sana, ölü eti gerekmez, diri eti yaraşır. Bu sözleri, maslahat gereği şaka olsun diye söylüyordu; yoksa cimriliğinden değil. Öğrenmekle elde edilen zahir bilgilerinden kaçınma. Yoksa bana bir yolda yürümek ne kadar zorlaşır di. Bunun en çetin feryat ve şikâyetini Bayezid de yapmıştır. Bunu söylemek ancak Hazreti Peygambere yaraşır, dedin . Önce mazlum ve yumuşak bir halde geldi; görüyorsun ki bu yol için neler söyledi. Ben geldim, dedim; sen ne yaptın? Benim için iki dirhem verdin, o da dağıtırken üç dirhem verdi. Mevlâna buyurdu ki: Başka neyin var? Varsa bana bir kaftan verir misin?
Şahap, Şam'da diyordu ki: Benim için en akla yakın düşünce şudur: Allah kendi kendini bağlamıştır. Dilediği gibi hareket etmez. Fahreddin'i Razî ise Sultan Muhammed Harzem Şahın yağlı lokmaları ile, giydirdiği kaftanların, verdiği altınların hatırı için ona, kendi iradesiyle dilediği gibi hareket eder, demiştir.
Dedi ki: Hayat benim için öyle bir şeydir ki, ağır bir yük haline geldi mi, ağır bir hammal semeri gibi insanın boynundan asılır, ayağı çamurda kalır. Eğer yaşlı ve arık bir hal almışsa, biri gerektir ki, onun ansızın urganını kessin de, o ağır yük boynundan düşsün, o da böylece kurtulsun.
(M. 231) Şahab'm yanına geldiler, binlerce akla yakın sözler dinlediler. Ondan faydalandılar, secde ettiler. Dışarı çıkınca dediler ki: bu bir felsefecidir. Her konuda bilgin olan bir filozoftur. Ben onları kitaptan sildim. O her şeyde bilgin olan ancak Allahdır dedim ve şöyle yazdım: Filozof çok şeylerde bilgindir. Kıyameti anlatırken, dedi ki: Bir gün feleğin dönüşü hareketini durdurursa, kıyamet o zaman kopar. Âlem nasıl yerinde durabilir? dedim. Derler ki peygamberler hikmet ehlidirler, ancak halkın maslahatı icabı böyle söylemişlerdir. Hazreti Ali'nin buyurduğu gibi, eğer iş senin dediğin gibi ise, hep kurtulduk demektir. O konuda insanlar acizdir. O bahsi konuşmaktan kaçınmak ve bu konuyu kesip atmak gerekiyor. Bu, Kur'an'da buyurulduğu gibi, "Bir gün yeryüzü başka bir yerle değiştirildiği, gökler altüst olduğu zamanda ancak herşeyi yok eden tek Allah kalacaktır," (K. 14/39) ve buna benzer ayetlerde ve yine, "O gün, gökleri kitap yaprakları gibi katlarız." (K. 21 /104) anlamındaki âyette de anlatılmıştır. Şimdi bu görünen yeryüzünü ortadan kaldırır ve gökleri bir araya toplarlarsa, o zaman ne olacaktır? Nihayet bunlar olacaksa o bilginler neyi hesap edecekler. Bunların gereği de yok.
Fahreddini Razî, felsefeciydi. Yahut da onlardan sayılırdı. Harzem Şah ile aralarında bir buluşma oldu. Fahreddin söze başladı: Bütün bilgi dallarını inceledim, gelip geçenlerle şimdiki yazarların bütün kitaplarını gözden geçirdim. Eflatun çağından bu güne kadar makbul sayılan her eserin benim nazarımda şüpheli olan taraflarını araştırdım. Her birini de açıkça ve aydın bir görüşle inceden inceye okuyarak kafama yerleştirdim. Daha önce geçenlerin defterlerini altüst ettim. Her birinin yeteneğini öğrendim, kendi zamanımın bilginlerini de çırçıplak meydana çıkardım.
Herbirinin bilgi derecesini anladım, dedikten sonra; falan fende, falanca fende diye sayıp döktü. Sonra işi öyle bir noktaya getirdim ki, bende hiç bir vehim kalmasın, dedi.
Fahri Razî, sarayın ileri gelen emirlerindendi. Onu kötülemek için diyorlardı ki: Sende o ilimlerden başka bir bilgi daha var, ama biliyoruz ki sen kâfirlerdensin! Korkarak kaçan bir kalabalık gördüm. Biraz daha gidince beni korkutmaya başladılar. Onlar korkuyorlardı ki, sakın bir ejderha ortaya çıkıp da âlemi bir lokma gibi yutmasın. Ama benim ondan yana hiç korkum yoktu. Biraz daha ilerledim, büyük geniş bir demir kapı gördüm; onun karşısında bir kapı daha vardı ki, tavsife sığmaz derecede geniş fakat kapalı idi. (M. 232) Üstüne anahtar konmuş belki beş yüz batman ağırlığında vardı. O yedi başlı ejderha buradaydı. Sakın, dedi, bu kapıya yaklaşma! Benim gayret ve yiğitlik damarım ayaklandı, kapıya vurdum, anahtarı kırdım, içeri girdim. Bir böcek gördüm hemen, aşağı çektim ayağımın altında ezdim. Allah bilir...
Bu gün acaba neden onun bütün sözleri böcek üstünedir. Onun bütün kitapları, eserleri hep böcektir. Elif, herkesçe bilinir ki, Eliftir; onu başka harflerle tanımlamaya gerek yoktur. Ama başka bilinmeyen harfleri açıklamak gerektir. B harfi ile beraber bütün Ebced harflerini yorumlamak ister. Başkaları bunu anlamaz. Kur'an'a da yorum gerektir:
Elif harfi bağımsızdır. Allah kelimesinin başına oturmuştur. B harfi gönlünde onun sevgisini taşır, onun ayağına baş koymuştur. Şimdi sen insaf et! Böyle bir yaşantıya kimin gücü yeter? Birine alçakgönüllülük gösterdim mi benden ürküyor; düşmanca dışarı fırlıyor.
Mısra:
Nefsine ziyan verenin kime faydası olur?
Nihayet bunu uzaklaştırmak gerek. Bunun misali şudur: Şahlardan biri güzel bir Arap atına binmiş yoldan geçerken köpekler her taraftan havlamaya başlar. Bundan şaha ne ziyan var? Belki faydası vardır. Tebriz'e daha erken varır; işine daha çabuk yetişir. O köpekler, abteshanede geberir giderler. Şah da onlara karşı duyduğu merhametten dolayı der ki: Bana sizin havlamanızın faydası oldu, benim işimi çabuklaştırdınız. Ancak ben kendi menfaatimden vazgeçtim, yemek zamanına daha çabuk yetiştim.
Rahman ve Rahim olan Allanın adiyle başlarım. Allah adiyle. Allah adiyle söyle ki, odur, odur.
Şimdi bana gereken bu Haşr'in yani kıyamet gününde toplanmanın nasıl olacağını anlatmaktır. Bu ten, bu ceset, ten olduğu müddetçe ne faydası var? Her kim ölürse onun kıyameti kopmuş demektir. O öz, Allah ile birlikte ölümsüzdür. Bunlar da doğarlar.
Güneş bütün âlemi aydınlatır. Ağzından içeri giren o aydınlıkla, benim nağmelerimden dışarıya nur fışkırıyor. Siyah harflar altında parlıyor.
Nihayet bu güneş geceleri de parlamaktadır. Yerlerin, göklerin yüzü onunla aydınlanıyor. Güneşin yüzü Mevlâna'ya dönüktür, çünkü Mevlâna'nın yüzü de güneşe dönüktür.
(M. 233) "O imanlı kişiler ki, bizi arama yolunda savaşırlar, onları mutlaka yollarımızda hidayete eriştireceğiz," (K. 29/69) anlamındaki âyet, tertip bakımından maklup, yani devriktir. Benim için efendi konağı burada kurulmuştur. Uygunsuz misafir gerekmez.
Gazneli Mahmud, Ayaz'a, burada otur, dedi. Ayaz'dan hiç itiraz beklenir mi? Şah istiyordu ki, Ayaz herhangi bir durumda kendisine itiraz etsin. Acaba nasıl itiraz edecek; bunu öğrenmek istiyordu. Şah dedi ki: Benim gibi binlerce insan kafasını bir pul için kestirenler, ibret alsınlar diye yaparlar bunu. Nasıl ki, Kazvinli zabıta âmiri idi ve annesini öldürdü. Zındıklar anlasın ki, o hiç çekinmeden bu işi yapar. Çalgıcılardan birinin sesi kötü idi. Biri kendisine, yahu dedi, sen kendi sesini işitmiyor musun? Çalgıcı dedi ki, şimdi işittiğim benim öz malımdır, konak sahibinin malı değildir, bu başka yerdendir. Düşünmüyor musun ki, benim bu eve yol bulmaklığım, kendi kadınıma kavuşmaklığım gibi, Cebrail'den gelen bir gayret yüzündendir. Bana iyi bakasın diye. Bana öyle yakın oldun karşımda öylesine saygılı oturuyordun ki, tıpkı bir evlâdın babası önünde oturması gibi. Kendisine bir parça ekmek vereyim diye bana yönelmiş bir evlât sanki. Bu kuvveti hiç görmüyor musun? Bu keli nasıl yola getireyim ki şaşıp kalasın! Ben bir maksadın peşinde koşarsam herkes tarafından beğenilirim. Nasıl ki, Hazreti Peygamber (Selât ve selâm ona olsun), şahitlik meselesinde buyurdular ki: Bir şahit daha lâzım; olayda iki kişinin tanıklık etmesi gerektir. Sonra, Zülyedeyn (Çifte elli) diye anılan sahabî, Ebu Muhammed Amr Bin Abd'ın şahitliğini iki kişinin yerine kabul etti. Amr, bu hadiseye ben şahidim, dedi. Bunun üzerine hüküm verildi. Halvet olduktan sonra Hazreti Peygamber ona sordu: Ben biliyorum ki, sen bu işte hazır değildin, nasıl şahitlik ettin? Amr, ey Allanın Resulü! dedi, bizim hiç bilmediğimiz bu kadar gayıp âleminin haberlerini, başlangıç ve son hakkında verdiğin bilgileri kabul ettik, gerçekledik, bunlara şahitlik ettik de, bu kadarcık bir şeyi mi esirgeyeceğiz? Bu sözler asıl konuşulanların tıpkısı değildir. Çünkü sözün aslı gönülden kopmuş olan sözdür. Çünkü bütün gerçek sözler gönülden kopar.
Artık gel! Bizim işlerimiz var, ne kaçamak yapıp duruyorsun? Ayağına bir köstek mi vurmalı ki kaçmayasın! Köstek kabul etmiyorsan, canımı, gönlümü ayaklarının altına sereyim. Yine faydası yok, bırakıyorum. Tene de yol yok. Falcının biri Şaha, ey Şah! Adın nedir? dedi. Sana fal açayım. Şah, git, dedi, ey pezevenk! (M. 234) Babanın adı ne? deyince şimdi ona iltifatsız davranmak gerek ki, buraya gelsin dedi. Sen ne kadar önde gidersen, arkadan gelen az olur. Güzel çocuklar böyle yaparlar; öğretmenleri de hep onlara evet derler.
Mısra:
O tatlı dudaklarınla beni yüzsüz eden sensin!
Sen naziksin, bizim bir çok sözlerimize karşı takat getiremezsin! Benim ağzım unla doludur; dışarı püskürürüm. Sen zayıf düştün, bende de öyle bir kuvvet var ki, daracık bir deri içinde dayanıklı ve dirençliyim. Düşman onun önünde ne kadar daha kuvvetli olursa ancak beni incitir. Sen hep inciniyorsun, zayıf düşüyorsun!
Beni binlerce kez incitseler bile daha kuvvetli olmaktan, daha yüce ve kudretli olmaktan başka bir etki yapmaz. Ben cehenneme de, cennete de, pazara da gidebilirim; ama sen nazik ve narinsin, gidemezsin!
Her ilmi, Arapça olsun.başka dilden olsun Farsçaya çeviririm. Söyle ki söyleyeyim! Farsça odur, Arapça da budur. Onun tabiatına, arzusuna göre konuşurum. Arapça odur ki, üstün bir Arapça olsun, doğru konuşulsun, uyku getirici olmasın. Senin uykun, uyanıklık gibidir, ama yine de uyuma. Nasıl olur? Efendi uyanık, olsun da uşak uyusun! Öyle olsun senin uykun; hep uyanıklık ve ayıklık olsun!
Bir bıçağın hatırı için yedi tane bıçağı sattım. Bu bıçak da feryat etti, beni de bırak, dedi, hepsini sattın, dedi. Senin durumun şuna benzer: Hazreti Muhammed Aleyhisselâm, eğer hiç kimseyi İslama davet etmeseydi daha kârlı çıkacaktı. Ondan hiç bir mucize istediler mi? Eğer biz de Şemseddin'e Müslüman ol, demeseydik bize hiç düşman olmaz, belki de çok saygı gösterirlerdi. Her meyvenin pişmiş aşı gelince, onun turfanda zamanındaki tadını vermez. Önce kiraz ve marul çıkar; arkadan zerdali yetişir, daha sonra da karpuz, üzüm gelir.
Nasıl ki, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm ile kendinden önce gelen nebilerin şeriatı hükümsüz kaldı. Nice Müslüman, kâfirlerden ilk defa bir şey sınamadıkça yanaşmazlar. O can bile olsa, ondan sakın; ona can ol! deyiver. Can odur ki, ondan rahatlık doğar. Ondan nasıl olur da üzüntü ve ıstırap doğar. Bunu söyleyince kalbim ağrıyor. Nasıl ki, biri bana, sen demiyor musun ki, gönlüm eziliyor, demişti. Eğer onlardan olsaydın, yüz parçayı yerli yerine getirir içinde yanardın. (M. 235)O zaman ağrı ağrı üstüne gelirdi; sonra dayanılmaz hale gelen bir şeyin üstüne daha hangi yükü yükleyebilirsin. O zaman tek bir ağrı yüz kat daha artar.
Dedim ki: O ağrının sona erdiğini görmüyorum ki, ağrı hakkında bir"Varar vereyim. Şimdi ne oldu? Biz Allanın kaza ve kaderine razı olduk, dedi ve gerçekten razı oldu.
Allah Şuayib Peygamberi gözleri görmez olarak yarattı. Şuayib ona razı oldu. Aziz kulların yüzlerini göremiyordu, ama mâna âleminde görüyordu. Bu zahirde hoş olur. Bir şey eline geçmeyince, ona da razı olur. Ama razı olmak ona derler ki,  insan ağır başlı  olsun ve aklını  yokluk üzüntüsü ile uğraştırmasın. Eyüp Peygamber, bedeninde yara açan o böceklere razı olmuştu; gönlünü hep onlara vermişti. Düşünmüyordu ki, bu daha ne zamana kadar sürecek? Yahut, Yarabbi bu ıstırabın ne zamana kadar süreceğini bana bildir! demiyordu. Devasız bir hastalığa tutulan herkesin ilâcı şudur: Ben yiyeyim, sen yeme! Ama her zaman,  sen yeme, demekliğin erkekliğe yakışmaz. Beni kaç kere sınadın. Son derece perhiz et diyebilirim, ama son derece ne oluyor? O son derece ne ile anlaşılır? Görüyorsun ki, bu artıkça zarar verir. Kendi ıstırabından bahsederken, fazla yediğin o günden beri, rahatım bozuldu diyorsun! Ne semâda, ne konuşmada rahat kalmadı. Sözde,  sohbette,  hulâsa her şeyde rahatsızlık  belirdi. Meğerse gayıp âleminden bir çare olsun. Evet, dedi, gaybe iman ederiz; biz.mümin kullardanız,   sonuna kadar inancımızı koruruz. Her şey gayptan meydana gelir, yoktan varolur. Bütün doğuşlar gayp âleminden gelir. Malik hayli paralar sarfetti; kendisine fetâ,   yahut anî desinler diye, annesini derviş yapmıştı.Ben biliyorum ki öne feta (yiğit) dır,  ne  de  ahî  (kardeş).   Oldukça  alçakgönüllü  ve  iyi adamdır, ama onun başında bir sevda var. Annesinin gün görmez yerini düşünüyor. Yani istiyor ki, ben annesini ziyarete gideyim. Tanıdık, bildik kadınlar; nimet hakkını unutmayan dostlar el pençe divan dursunlar karşımda; sana ne pişireyim, ne istiyorsun, desinler. Ben de her ne olursa olsun diyeyim. Diyorlardı ki: Bizim oğlanlar, bizimle kavga ediyorlar. Eğer ona danışmadan pişmişse bize çıkışıyorlar, şimdi ne arzu ediyorsunuz?
(M. 236) Hemedanlı Aynulkuzat'tan bir kaç söz anlatırlar. Adam, olmuş bir şeyi söyledim, ağzım kırılsın keski olmayaydı, dediği için dolu yağmış. Ibni Abbas (Allah ondan razı olsun)'dan da buna benzer sözler iletirler. Halbuki Hazreti Mustafa (Allah'ın selât ve selâmı üzerine olsun) bunlardan apayrı konuşurdu. Onlar, Hazreti Mustafanm sırrına erişemediler ve erişemezler de. Isa da Musa da o sırrı kavrayamadıklarından dolayı, "Allahım, bizi Muhammed ümmetinden kıl!" diye yalvarmışlardır. Onların bu can atmaları, hep Hazreti Muhammed'in (S.A.) makamını istedikleri içindir. Ama bu olmaz. Kur'an'da, "Sizin ne yaptığınızı bilen ulu yazıcı melekler vardır," (K. 82/11) buyurulmuştur. iyi bir iş işlersen sağ tarafındaki melek, sol tarafındaki meleğin emri ile yazdırır. Çünkü sol taraftaki melek, düşünceyi, niyeti, iş alanına getirir, yazar. Yedi yüz kat, hattâ sonsuz sevap bile yazar. Bunların her biri yine"Kur'an'da Allah'a kavuşmak isteyen, iyi amal işlesin, onun kulluğuna hiç bir kimseyi ortak koşmasın," (K. 18/110) anlamındaki âyette işaret olunan tek Allah odur. Onun varlığının ötekine faydası yoktur. "Allah, nuru ile dilediğine hidayet yolunu gösterir," buyurulması da buna delildir. Kur'an'daki vaidler ve cezalar, başkaları için ayrılmıştır. Mutlak ayırıcı olan ulu Allah bağışlayıcıdır da.
Dedi ki: O namazı niçin kılmıyorsun? Allah emrettiği için, dedi. Nerede buyurdu bunu? Sarhoş iken namaza yaklaşmayınız," (K. 4/46) buyurulmadı mı? Onu sen oku, dedi. Herkes, herkese verir, iş ayrı ayrıdır. Bir âyet müminlerin hali hakkındadır; onlar için indirilmiştir. Ondan sonra başka bir âyet de, kâfirler içindir. Ama o aşk âleminde hep lütuf vardır, hiç kahır ve ceza yoktur. Biz çoktan beri kahırdan dışarı çıktık. Ama o buraya yakındır, cehennem bu taraftadır. Cehennemden geçersen öte tarafı cennet yoludur. Sonsuz, uçsuz bucaksız; lütuf ve mutluluk âlemidir.
Bir ayakkabıcı vardı. Hazreti Peygamber için güzel bir pabuç dikti. Hazreti Peygamberin hoşuna gitti, güzel dikmişsin, buyurdular. Usta susmadı, dedi ki: Bundan daha iyisini de dikebilirim ey Allah Resulü! Dikmeyi başarabilirim. Buyurdular ki: O halde onu kim için saklıyorsun? Bu daha iyi pabucu kime dikeceksin? Madem ki benim için dikmedin kimin için dikmek istiyorsun?
(M. 237) Hazreti Muhammed Aleyhisselâm kırk yaşına kadar davette bulunmadı. Sonra tam yirmi üç yıl halkı Islama davet etti. Bu kadar işler oldu. Evet her ne kadar bu müddet az idi. Allah ile birlikte geçen her an bilirsin ki, ölümsüz ve sonsuzdur. Ben bu zevksiz erişte pilavından yiyorsam, hep onun elindendir. Yarabbi! Onu parmakla göstereyim de gör! Parmak budur, o değildir, budur, budur.
Farenin biri devenin yularına yapıştı, onu çekmeye başladı. Deve uysallığı, alçakgönüllüğü ve ağırbaşlılığı yönünden farenin arkasından yürüdü. Nasıl ki, "Mümin de uysal develer gibi sabırlıdır," buyurulmuştur. Devenin bu uysallığını onun yumuşak huylu ve alçakgönüllü olmasına, bazıları da onun bütün hayvanlardan daha uzun boylu olmasına rağmen akıl derecesinin düşkünlüğüne yorarlar. Bunun sırrı başkadır. Fare, deveyi su kenarına kadar yürüttü. O çabuk yürüyüşlü, iri cüsseli hayvan aciz kalamazdı. Fareye sordu: Şimdi burada niçin durakladın? Buradan niçin geçmiyorsun? Sen, benim gibilerin yularına yapışmanın sana yakışmayacağını bilemedin mi? Şimdi nasıl tuttunsa yuları, yürü bakalım! Fare, su çok büyük ve derin, dedi. Ayağını suya basan deve, gel gel dedi. Sudan geçmek kolaydır; nihayet dizkapağında. Fare, ama dizden dize fark var,dedi.
Şimdi sen de tövbe et ki, bir daha böyle yüzsüzlük etmeyesin! Benim semerimin üstüne çık otur! Benim semerimde senin gibi yüz binlerce farenin ağırlığının ne değeri var? Bir anda suyu geçeriz. Geldim eteğine yapıştım, kenara çekildik. Diyorsun ki: Nice böyle uzun boylu alçaklardan bizim için bir uzun boylu, bir yüce yaratılışlı birisi çıkmaz, çıkamaz da neden bellidir bu? Şüphesiz konuşmak gerek, ama bunlardan konuşmaya lüzum yok, bunun sözünü etmeye değmez, ancak teslim etmek gerek 'o kadar. Söz sözü açar, derler. Madem ki Hak razı oldu sultan yüzünü sana çevirdi, artık bağ bekçisini elde ettikten sonra bağ senin oldu demektir. Hangi ağaçtan meyva istersen al! Mademki bu saatte sen konuşuyorsun, hiç kimse konuşamaz. Diyemez ki, ben doğru konuşuyorum. Sen akıllı kişileri dinle. Senin buraya gelmen bizim için çok hayırlı oldu. Ne yazık ki, ömür vefa etmiyor. Cihan altınlarla dolu olmalıdır ki onu senin vuslatın şerefine ayaklarına saçayım. Bizim canlı Allahmız var, ölü Allahları ne yapacağız? O eşsiz Allah'ın mânası aynı mânadır. (M. 238) Allah'ın vaadi bozulmaz, ancak o yalancı Allahlar bozguna uğrar ve bozulur. Allah daima gayretli davranır. Biri sordu: iblis kimdir? öteki, sensin dedi. Çünkü ben Allah'ım, benim tersim de sensin, başka kim olacak? Düğünler, evlenmeler bir türlü değildir. Bu da nefsin düğünüdür.
Şiir:
Dostların ayrılığından ah çekmek, yarın vedalaşmasından figan yaraşır.
Bu iki mutsuzluğa uğramaktansa, ölüm bin kat daha hoştur.
Burada işi düzeltmek gerektir, iyi bir iş yaptın, cennette kendine açık bir makam hazırladın, kendi yerini de gördün, o zaman geçti.
Bir dindarın önündeki bir akçe, başka birinin elindeki yüz bin dinardan daha iyidir. Dinsizi ateşin üstüne atar cehenneme götürürler. Benim ipim uzun, geniş ve ince değilse bile herkes onu görebilir. Sen kimsin? diyordum ona. Önünde bir pul değerinde helva var, dedim, heybetle bir baktım. Üstat ve kâmil bir insan idi, hiç aldırmadı, sen bilirsin, dedi. Beni Allaha ısmarla, o günahları örtücüdür ve en güzel güven yeridir.
Bu Seyid'in sözüdür: Seyid Burhaneddin, Hakîm Senayî'nin hem müridi,hem de şeyhi oldu.Seyid derdi ki: Lokmayı başının arkasından götüren kimse ola ki, sinirini koparır. Allah kuluna inayet ederse bir Hıristiyan çocuğunu bile onun yolunda Müslüman eder. Bu söz bu güzelliği ile söylenmeye değer. Hem de söylemek gerektir ki, benim nazarım ona.değerse Müslüman olur.
Kürklü hırka ile çarığı unutma! Onun arkasından gitmenin ne yeri var! Korku nerede kalır? Rastgele bir şey yeme ki, sonunda eğer onu yemeseydim daha iyi olurdu, yahut keski hiç yemeseydim, demeyesin. önce kumaşı ölç,  sonra kes,   işlerimizde daima  iyi,  güzel  tedbirler alalım. Kur'an'da, "Uykunuzu size rahat sebebi, geceyi size örtü kıldık. Gündüzü de geçiminizi sağlamak için ayırdık," (K. 78/9, 10) buyurulmuştur. Uykunuzu rahat, gecenizi örtü kıldım buyurulması ayıklık haline işarettir. Gündüzü geçim  zamanı  kıldık buyurulması  da,   küçük balıkları yiyerek geçinen büyük balığın haline şükretmesi gibidir. Denizde sular arasında bir aydınlık belirdi, gemiciden sordum, hiç bir ses çıkarmadı.  Bir gün yine o aydınlıkta gidiyorduk, başka bir parıltı daha belirdi. Ondan sonra gemici derhal secdeye kapandı. (M. 239) Bu şükran secdesidir, dedi. Eğer söyleseydim ödün patlardı. Gözünün birini bir balığa, ötekini başka bir balığa dikmiş; eğer bir an gemide uyusaydım öteki balığı göremeyecektim. Balık her zaman denizde şaşkın bir durumdadır. Ama deniz de o balığa şaşmaktadır. Benim içimde o büyüklük ve genişlik nasıl olur? Bende ne var diye şaşmaktadır.
Elimde hafif bir ışık tutuyordum. Köpek havladı, onun heybetinden eve kaçtım. O evden başka bir eve sonra da büyük bir tandır ocağının içine sığındım. Hey anneciğim, hey anneciğim! Silâhımı getir, dedim. Anne mızrağımı ve kılıcımı getir; dışarı çık, mahallenin başında havlayan o köpeğe, hav hav, sensin, hav hav senin annen babandır de. Eğer yiğitsen tandır başına gel! Mızrakla senin beynini patlatırım gel!
Yedi yüz yiğit kişilerdik. Yedi Tacik üstümüze saldırdı, biz çok sopa yedik, onlar da pek çok eşya götürdüler. Parmağımı öyle bir sıktı ki, Yarabbi onu tut, onu onu! dedim. Mevlâna'yı değil, falanı değil, bunu değil, bu ayağı da değil. Onu görmüyor mu? Sana şaka mı geliyor bunlar, yağmur gönderdi ki, yorganımızı başımıza çekelim de altına girelim. Benden bir söz işitti. Bunu o söyledi, soğuk kaçtı. Başkaca hiç bir şey söyleyemedi. Niçin sıkıldın, dedim. Sustu, konuşamadı. Sonra tekrar dili açıldı, yürüdü. O söylediğin şeyi anlatır mısın? dedi. Gördüğüm rüyayı içim boşansın diye tekrarlamamı mı istiyorsun dedim. Ama gönlünü rüyadan boşaltırsan ne ile boşaltacaksın.
Şarapçının biri şarap satıyordu. Biri sordu: Yahu sen şarabı satıyorsun ama acaba karşılığında ne alacaksın? Camiden geri kalan kimse lahavle mescidine gider, insan eğer lahavlenin ne demek olduğunu bilirse, yani kuvvet ve kudretin Allahda olduğunu anlarsa onun Cuma namazı boşa gitmez. Meyhanede böyle bir lahavle çekmek, Kabe'de lâhavlesiz kalmaktan daha hayırlıdır. Ama mescitteki lahavleyi ne bileyim.
Kadının biri bu sevdada idi; birkaç yankesici ağlaya sızlaya ona yanaştılar. Efendimiz dediler, şu hazine işini ancak senin sayende başarabiliriz. Yoksa o değerli hazineden faydalanmaya bizim gücümüz yetmez. Onlar geç kalmışlardı. (M. 240) Biri dedi ki: Efendimiz sarığını versin de kendilerine bir haber getireyim, öteki yankesici, o geç kalır, dedi. Siz şu katırı kulunuza veriniz, ben şimdi onu ve arkadaşları çağırayım. Şu şartla ki, falanın başına ant içeceksiniz, bu meseleyi hiç kimseye açmayacaksınız.
Sağırın biri değirmenden geliyordu, değirmene doğru giden birine rastladı, kendi kendine, bu adam benden herhalde nereden geliyorsun, diye soracak dedi. Selâm vermeyi bile unuttu. Önce bu şekilde yanlış düşününce başından sonuna kadar hep saçmaladı, önce nereden geliyorsun dediklerini sandığı için değirmenden geliyorum derim, diye düşündü. Ne kadar un yaptın derlerse bir buçuk kile derim. Halbuki gerçekten adam ona diyordu ki, karının ardı uğursuz mu? Beline kadar işaret ediyordu. Nihayet adam bu yolcunun sağır olduğunu görünce ilk sözü anlamadığını sezdi. Ondan sonra hatırına gelen her şeyi söyledi, ama eğer doğru cevap verseydi ilk önce söylediği söz hoşa gitmezdi. Ama o sağırdı her şeyi anlayamazdı.
Kuran'da, "Çadırlar içinde öyle huriler var ki, onlara ne insan eli, ne de cin eli değmiştir." (K. 55/56) buyurulmuştur. Bunun anlamı nadir? Hele o cennetler ki Allah âlemidir diye sordum. Ona göre kıyas et. Dedim ki: insanoğlu ve cin tayfası ona erişememiştir. Yani bu içkiler bu âlemde de bizim elimize geçmez mi? Herkesin mertebesine göre zencefilden, çağlayandan, kâfur ve temiz şaraptan payı var mı? "Sözlerini yerine getirenler; şerri ve korkunç manzarası aşikâr olan o günden korkanlar," anlamındaki âyet nedir? Bu herkes hakkında mıdır? Bazıları bunun Hazreti Ali hakkında olduğunu söylerler. Âyetin inmesi sebebi kendiliğinden anlaşılıyor. Olaki bunlar da bir sebep söylesinler. Ama çok soğuk ve yersiz olur. Kendi düşünceleri ile doğru yola gelsinler. Bu hırkamın kolunu öptü, onun o üç gecelik semâda bir çok günler sürecek olan işleri tamam oldu. Dükkândan et getiren o Yahudi'nin yedi ceddi işadamı idi, ama o yine de Yahudi'dir, yine de Yahudi.
İbni Mesut'a (Allah ondan razı olsun) Hazreti Peygamber, Kur'an'ın sırlarından bazı şeyler açıklardı. Onun anlattığına göre falan âyetin mânasını Peygamber arkadaşlarına açık söylerdi, ikinci mânasını da benim kulağıma fısıldardı: bunları size anlatsaydım boynumu vururdunuz, dedi. Sahabeler o zaman o sözleri küfür sayar, söyleyenlerin boynunu uçurturlardı.
(M. 241) "Söyle ki, şüphesiz ben de sizin gibi insanın ancak bana vahi gelir. Şüphe yok ki ilâhımız tek bir ilâhtır." (K. 18/110) anlamındaki âyetin inmesi sebebi nedir?
Siz de bilirsiniz ki, Hazreti Ali (Allah ondan razı olsun) Aşura ayının onuncu gününe kadar Hazreti Peygamberin yaptığı gibi dokuz gün et yemezdi. Hazreti Peygamber, Ali'nin yüzüne bakınca onu iyice zayıflamış gördü. Sen bana bakma, dedi, ben sizden herhangi biriniz gibi değilim. Bunun üzerine âyet geldi: "Söyle ki, şüphesiz ben de sizin gibi insanım." Ama aradaki fark şu kadarcık bir şeydir ki, o da bana vahiy gelir. Yani ben açık bir iş yaparım, ama hiç kimse bilmez. Onların aralarında yaptığım o işten, görüyorsunuz ki, ağızlarından hiç bir haber çıkmaz. Meğerki ben istemiş olayım. Peygambere, benzerler ve eşler niçin olsun; bu, onun benzeri olur mu hiç? Niçin bu da senin benzerin olsun. Nihayet gerektir ki herkes bir işle uğraşsın. Ben de niyet ettim bundan daha iyi bir iş varsa din ve dünya kazancı için o işle meşgul olayım, elime geçeni burada sarfedeyim.
Hakîm Senayı eceli geldiği sıralarda dilinin altından bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdiler ağzından şu sözler dökülüyordu:
Şiir:
Söylediğim şeylerin hepsinden vazgeçtim, pişman oldum,
Çünkü sözde mâna, mânada söz kalmadı.
Çünkü sen Hazreti Allanın yolunda bir parmak yürürsen o sana bir karış yaklaşır, zahmetsiz ve minnetsiz yürürsün. O misal yönündendir. Maksat, Allah'ın kutsal sözündeki mânadır, yoksa parmak karış gibi ölçülerin ne yeri var? Göz kâğıda bakar ve özellikle kendi yazdığı şeyi beğenmez. Beyaz kâğıt üzerine bakınca şaşıyorum. Yoksa ben seni sevenlerdenim. Onun ne yeri var. Bana falan şehre git, diye emredersen, istersem giderim, istemezsem gitmem. O gayıp ve gizli âlemden papazlar da haber verir. Onlar da hep birlikte söylemişlerdir ki, bütün yollardan ve gidişlerden, Hazreti Muhammed'in yolu en iyisidir. insaflı olanlar insaf ederler. Çünkü onların görüşlerinde ve gidişlerinde Hazreti Muhammed'in (A.S.) yolu gibi aydınlık yoktur.
Kadına yaraşan en iyi iş, evinin bir köşesinde kendi iğini eğirmektir. Dervişe yaraşan da dervişlik ve sessizliktir.
Şiir:
İncir satanlar için en güzel şey nedir bilir misin?
İncir satmaktır, incir satmak kardeşim!
 
SAİDİ  MÜSEYYEBİN HİKÂYESİ
(M. 242) Saidi Müseyyeb, Bağdat müderrislerindendi. Güzellikte, şirinlikte eşsiz bir kızcağızı vardı ki, ünü halifeye kadar ulaşmıştı. Halife, bu güzeli nikahlamak için zulüm ve cefadan başka ne tertipler, ne tuzaklar kurdu, ama bir türlü elde edemedi. Said'in bir de çömezi vardı. Talebe arasında en çekingen en alçakgönüllü idi. Medresede sıraların en gerisinde otururdu. Bu çömezin bir de derviş tabiatlı annesi vardı. Bir gün büyük üstadın gözü bu çömeze ilişti. Ders meclisi tenhalaşınca onu yavaşça yanına çağırdı. Hal hatır sorduktan sonra, güzel kızımı sana ereceğim, sonra da seni kendime vekil seçeceğim, dedi. Çömez hocasının bu teklifini annesine anlattı. Annesi bu haberden çok ürktü, bundan bir uğursuzluk sezdi. Bayağı divane oldu. Yavrum, dedi, bunu rüyada mı gördün? Acaba ne oldu sana, şimdi ne yapacağım ben? Param da yok ki seni hekime götüreyim. Oğlan cevap vecdi: Anneciğim, bu ne düş, ne hayal, ne de sayıklamadır. Gerçekten böyle oldu. Ertesi gün annesi daha fenalaştı; mahalle kadınları ile dertleşmeye başladı. Bu oğlan başımızı yiyecek, bari siz ona korku verin de bu hayalden vazgeçsin. Bir daha böyle şeyler söylemesin. Eğer başkaları işitecek olsa, bu sözleri onun deliliğine yorar, hakkında zır delidir diye tanıklık ederler.
Ertesi gün tekrar derse gittiği vakit üstat onu yine çağırttı, çok ilgi gösterdi. Bundan sonra zavallı bilgi âşığı çömez artık gözlerini oğuşturarak kendi kendine söylenmeye başladı: Acaba bu bir hayal veya rüya mı? Nasıl ki annem ve komşu kadınlar hep birden, sen çok düşünmeden ve akıl yormadan saçmalamaya başladın, kara sevda sana geldi diyorlar. Sonra tekrar etrafına bakındı, her şey yerli yerinde; medrese, kendisi ve müderris hiç değişmemiş. Hayır, dedi, Allah'a ant içerim ki bu hayal değil, kara sevda ve delilik hiç değil. Tekrar evine gitti, olanı biteni annesine hikâye etti. Bu sefer annesi ve komşu kadınlar yine oğlanın şiddetli kara sevda olması mümkündür, dediler. O kendi başını, hem de bizim başımızı yiyecek diye kara bir düşünceye daldılar. Neticede delikanlı her ne anlattı ise bunlar hiç birine inanmadılar. En sonunda gerdek gecesi yaklaşınca, delikanlı güzel elbiseler giyerek eve geldi. Annesine altınlar, gümüşler getirmişti. (M. 243) Anne hâlâ şüpheli idi, henüz şüphesi geçmemişti ki, kızı gece evine getirdiler. Komşu kadınlar, anne şaşkın şaşkın bakışıyorlardı. Kızı yakından tanıyan kadınlardan bir çoğu yanına gittiler. Onda öyle bir değişiklik gördüler ki, aman Yarabbi! dediler, bu nasıl olur? Kız, onlara yüksek sesle şu cevabı verdi: Bunda şaşılacak ne var? O bilgi ve fazilet ehlidir, biz de öyleyiz, ama belki o bizden daha üstündür. Çünkü biz dünya adamıyız, onun ise dünyada gözü yoktur. Şu halde bizden daha erdemli bizden daha şereflidir. Biz de dünyayı terk etmeliyiz ki ancak onun gibi olalım, dedi.
Hoca Ahmed'in gözü bir dervişe ilişti, alnında bir işaret görüyordu. Baban senin için doğru bir iş yapmıyor, dedi. Derviş, hayır, dedi, onun hiç bir şeyi yok. Ben sana bin dinar vereyim, al götür oğlumu da sana yoldaş edeyim, dedi. Derviş evine gitti, bunu anlattı. Hoca keramet göstermişti. Çünkü Hoca Ahmed'in oğlu yoktu. Babası dedi ki: Olmaya ki ondan umut kesesin. Onun altını da var, urbası da var. Ama zamanenin eli onu gizlemiştir. Ben ahvali biliyorum.
Allahu Ekber (Allah en ulu Allahdır), ne demektir? Yani en küçük Allah kim oluyor ki, onu himmeti ile kendine çeksin? "Kuvvet galibindir" demeyesin! Bizim hikâyemiz onların söyledikleridir. Ey sultan kalk! Eğer gelirsen gidelim masrafı bana olsun, yahut beni unutan zata uğrayalım. Ben neredeyim? Benden haberi yok. Eğer beni görürsen selâm söyle! Biliyorum, ama yine hoşlanıyorum, bakalım ne olacak? Bunlar dervişlerin hoşlandığı şeyler. Dervişlerin kulları da benden hoşlanıyor.. Dünya ahiretin köprüsüdür, sözünü biz kendimiz söylüyoruz. Biri gerektir ki beni güldürsün. Bunu anladım, tekrar hazinenin anahtarını eline verdim, ama sen önüne perde çekiyorsun. Hem kendin, kendi nefsine perde oluyorsun. Kendinden karıştırdığın ve kendine perde ettiğin hayaller eksik değil. Bundan dolayı hayalleri dallandırıyorsun, başka hayallerle karıştırıyorsun. Onların seni sevmemesinden sakın gam yeme! Onların senden uzaklaşmak istemesi tıpkı Yahudilerin, arzularına göre hareket etmeyen islâm çocuklarından tiksinmelerine benzer. Senin, mescitten çıkarken Kur'an koltuğunda (M. 244) "Allahdan başka Allah yoktur" diye mırıldandığını, birtakım harfler sayıkladığını görüyorum. Bu da ne oluyor derler, içinden sana bir ses geliyor mu? Mânada için dışından daha iyidir. Böyle bir hazineden kendi fikrinle uzaklaşmak gerekmez. Kendi bedenlerine zulmedenler Allah'ın has kullarıdırlar. Evet onlar azap çekerler, büyük aşk derdine düşmüşlerdir. Fakat bu başkalarının işi değildir. Böylece onların adları anılır, acaba işin sonucu ne olur?
Yusuf Peygamberin küçük kardeşi Bünyamin'in adı hırsız diye çıksaydı ne olurdu? Derviş Bayezidî Bistami'nin türbesi başfnda diyordu ki: Onun bir perdesi kalmıştı, o perde içinde dünyadan göçtü gitti.
Yanındaki altını her ne kadar inkâr etsen, ben bir şey değilim der, ondan daha yok mu? getir, der. Evvelce sende ondan var idi getir. Yanında taşıdığın altını inkâr ediyorsun. O ben bir şey değilim dedi. Ondan, o yoktan getir! Önce ondan sende vardı, ondan getir, dedi. Evet, dedi, var yokluğu ister mi? Ben de ağlıyorum, dedi, biri de olmalı ki beni güldürsün. Şimdi sarhoş olacaksın ki ayılasın. Ah ve figan çocukların işidir, onlara yaraşır. Dedi ki: Yol senin gittiğin yoldur. Benim gittiğim bu yolda her ne kadar bir yol arkadaşım var, ama o da buradan değil. Şimdi onlar neye yararlar? Dine yaramazlar, dünyaya yaramazlar. Soğuk ve donuk şeyler, müsaade et de biraz gönlümü avutayım, senin yanında onlar gerektir. Yahut onlara sen yaraşırsın!
Siz bizimsiniz, biz de sizin. Nereden bu söz? Allah'a ant içerim ki, ne onlar bizimdir, ne de biz onlardanız. Onun da sakalı var, benim de. İşte böyle şimdi ne yapalım; ona biri, Yarabbi! Sana ne dua edeyim; ey Allahm gönlümün dilediğini ver, diye yalvarır. Benim gönlüm her şeyi istemez. Bir derviş dedi ki: Ben Ebu Abdullah Mustafa Aleyhisselâmdan şunu öğrendim ki, Ebubekir onu bilmez, o belki, Hazreti Mustafa Aleyhisselâmdan öğrenmemiş ve haber vermemiştir. Benden bunu öğren ki, yemeğin karşısında sabredesin, perhiz edesin ilk işin budur. Bu nedir zayıflık mıdır?
(M. 245) "Sultan, Allah'ın gölgesidir" sözü Ebul Hasan Harrakanî'nin nazarında doğru değildir. Denize düşer ve yüzmek bilmesen boğulurölürsün; başına su dökerler. Biri okunu uzağa atar, kerem sahibi olur. Kur'an'da, "Gördün mü, Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?" (K. 25/47) anlamındaki âyeti hatırla da yüzünü arkana çevir, arkanda ne göreceksin? Hazreti Ebubekir arkandan seslenecek: Ey şaşırmışların kılavuzu! Bir taraftan cevap gelir: Eğer Muhammed (S.A.) yaratılmasaydı o kadar gölge kalacaktı ki, onun gölgesini arşa götüreceklerdi. Yani onunla savaşa girişen kimse divanedir. Nasıl savaşabilir? Yedi başlı ejderha onun varlığının gölgesidir. Bu iftiradır, bunun başka mânası vardır. O öyle arıktır ki, göğsünün her tüyünden ter damlaları boşanır. Keşke onun göğsünde tüy olaydım.sözü öğünme yönünden değildir. Biri bin istek ve yalvarma ile bir parça rahat ister, Yarabbi işimi kolaylaştır, der. ötekini bırakmazlar ki dışarı çıksın; başına şarap dökerler. Biri ağlar, bir damla yaş çıkaramaz gözünden. Ötekini bırakmazlar ki ırmaktan dışarı çıksın.
Bilmiyorum ki namazda ne okuyayım. Meğer, "Fatihasız namaz olmaz" emrine uyayım. Öteki bir hava tutturur, ilâhi söyler, raks eder. Gördüm ki, bir sofra getiriyorlar, der. Eğer başkalarının evine götürüyorlarsa size ne?
Uyuyorsan ne bulursun? Yücelikler, çekilen emek nispetinde elde edilir. Yüksek makamlara ermek isteyenlerin geceleri uyanık yatması gerektir. Yani dileği uğrunda uyumazlar. Keşke surette uyuyaydık. Sıcaklığı toprağa bu mertebede verdi. Ne yüce kudret! Ben nefsim için ne gibi tasarrufta bulundularsa razıyım. Size tekrar söylüyorum, madem ki biliyorsun, başka söze ne lüzum var?
Size gerekse teni de terk edeyim. Senin bulduğun dostlara taş bile takat getirmez. Çocuklar, "Rabbi Musa'ya göründüğü vakit," (K. 7/139) anlamındaki âyeti okurlar. Halbuki, Allah bütün gün Musa ile beraberdi. Güneş böylece her tarafa bakar, bir zerre kaybolmaz. Ondan bir feryat kopar, çünkü ateşten kaçmaz, bu takdirde o makam pervanenin seyranıdır. Çulha çulhalığını unutmaz ancak o sanatı yapar. Sırmalı elbiseden ne anlar?
(M. 246) Üç kız bir arada oturmuş konuşuyorlardı: Herbiri babasının işinden söz etmişti. Biri diyordu ki: Babam Sultanın katırına çul dokur, çulhadır o. Beni okşamasa ne minnet ayağımı bile öpse azdır. Bunların gördükleri ve konuştukları ancak bu gibi şeylerdir. Hazreti Peygamberin, o yüceliği, ululuğu ve kudreti ile beraber bir odacığı bile yoktu. Halbuki ona iki yüz değil, dört yüz oda yaraşırdı. İsa'ya inanan Hıristiyanlar, onu çok yoksul bir Allah elçisi bilirler. Feryada gücüm yetmiyor. Çünkü bu ses neyden çıkar. Bugün Semender'in ateşe âşık olması hiç şaşılacak şey değildir. Her zaman her bir varlık bir şeye âşıktır. Aşktan yüz mü çevireyim; kuvvetli dayanağın var. Hak yolunun^ulu önderi sizsiniz! Senet sizindir!
Bir zavallıyı Hazreti Muhammed'in (S. A.)yüce katına getirdiler; bu namaz kılmaz, dediler. Evet, dedi, adamcağız. Hiç bir iş yapamıyorum; ancak Allah'ı ve onun Peygamberini seviyorum. Nihayet onların dostluğu beni yolda koymaz. Falan, bana nasıl inanır? Eğer Mevlâna Celâleddin desem, evet fena değildir, der. Hiç şüphe yok ki, temel onlardır. Ötekiler onların sözlerini taklit ederler. Bir işimiz yoktur diyoruz, işte bir iş çıktı, ötekiler bunların sözlerini anlatırlar, bunlar da onlardan gelen sözlere ses çıkarmazlarsa kapılar tekrar açılır. Eğer işitirse, işittiğini ya söyler de dinlemez, yahut dinler de söylemez.
Kalenderin biri sırmalı bir külah ve mintan giymiş gidiyordu. O mintanın içine de bir yamalı hırka saklamıştı. Dostlara yetişeyim diye acele yürüyordu. Gittiği yerde ne bir, ne de yüzlerce yamalı hırkanın sözü olmaz. Şu saatte bilgin bir hatun kişi diyordu ki: Biçare! Hacı rüyada gördün de Hac kafilesinin başbuğunu görmedin mi? ilk önce, ilk hamlede üç gün yol yürütürler. Sonra bir çölün ucuna varılır. Münadiler, çığırtkanlar bağırırlar, herkes kendi başının çaresine baksın. Bu yolda baba çocuklarına bakamaz, çocuk babasını göremez. Kıyamet peşin kopmuştur. Binlerce insanı oradan geri çevirirler. Çünkü senin ilk konağın burası mıdır derler. Yirmi beş gün bu tertiple gitmek gerektir. (M. 247) Münadinin bu sözünden erkeklerin erkekliği artar; o söyler ve en önde gider ve bir hikâye tutturur. Can ne oluyor? Mal ile oynayan kimse nefsinden daha iyi bir şey mi gördü? Çünkü onun bir tüyünün değeri yüz bin altından daha üstündür. Akla ve akıl sahiplerine diyorum ki: Bırak o delileri, mal yüzünden canlarını yele veriyorlar. Onlar nefisten daha değerli bir şey mi gördüler ki canlarını feda ettiler, sonra candan kıymetli ne gördüler? Kuran'da, "Sizi korkudan, açlıktan veya can ve maldan, meyve ve mahsûllerden bir şeyin eksikliği ile imtihan ederiz; bunlara sabredenleri müjdele," (Bakara sûresi, 156) buyurulmuştur. Bu da bir imtihandır. Müjdele, bak ki, onların nazarları senin sabrına çevrilmiştir, halinden hoşnut musun diye. Çölleri aşmak başkadır, Haccın zevkine ermek de başkadır. Namaza çağırmayı da gizli işaretle yapıyoruz. Akıl sahibine bir işaret yeter.
Kudret, aşağı inmek değildir. Kabe'nin kapısına kadar gitmeyelim, onu düşünmek bile gerekmez. Olmaya ki, düşünce şaşkınlığı ile aşağı yuvarlanasm. Bu sana uyku getirir. Deveden düşersin. Haccı anmakla da meşgul olma! Çünkü başını kaşımaya bile vaktin yok! Buna imkân bulamasın, meğer ki atların kolonları çekilirken baş kaşınmış olsun. O çocuk yolda kalır. Gel demesine imkân kalmaz. Eğer o sözlerle meşgul olayım derse kervan gider. Ona söylerim ama tekrar unutur, bir titreme bir sıtma başından ellerine kadar yayılır. Doğrudur, dedi. Önceden söylemek gerektir ki, doğrudur, doğrudur. Bunu sonradan söylemek yalandır. Allah bilgini, henüz Allah âlemine erişmemiş ise dışarıdan ne söylersen söyle, ama içinden elini ağzına kapa. Dil yarası acıklıdır, Allah her kemali anlar. Cebrail'in kan bahasını hikmet hazinesinden öder. Onlar, içtikleri zaman daha çok ayılırlar, mey içerler mest olurlar. Bunlar akıllı, ayık sarhoşlardır. Ayaklarının altında öl. O oyuncakların her biri için bu ne hoş, ne tuhaf oyuncaktır, diyordu. (M. 248) Perdenin arkasına git.
Ebu Said bir topluluğa rastladı. Tam yedi gün onların halinden hayrette kaldı, ikinci hafta, şaşkın ve kendinden geçmiş bir halde arkalarına düştü. Ona dediler ki: Ne peşinden koşarsın? Hep ona bağlanmışsın? içlerinden biri onun için yiyecek bir şey getirmelerini söyledi; hemen bir hüner gösterdi, çabucak yemek geldi. Ebu Said sonra padişahın huzuruna kabul olundu. Ona dedi ki: Bir yer hazırlayın bu topluluğun yemek pişirmek cihetinden bir zorluğu yoktur. Hazır buldukları ile ihtiyaçlarını giderirler. Tekke, lokma derdinden uzak olmayan tekke adamları için değil, ancak, böyle bir topluluk için açılmalıdır.
Katır, deveye dedi ki: Nasıl oluyor da sen pek az önde odacığı bile yoktu. Halbuki ona iki yüz değil, dört yüz oda yaraşırdı, isa'ya inanan Hıristiyanlar, onu çok yoksul bir Allah elçisi bilirler. Feryada gücüm yetmiyor. Çünkü bu ses neyden çıkar. Bugün Semender'in ateşe âşık olması hiç şaşılacak şey değildir. Her zaman her bir varlık bir şeye âşıktır. Aşktan yüz mü çevireyim; kuvvetli dayanağın var. Hak yolunun ulu önderi sizsiniz! Senet sizindir!
Bir zavallıyı Hazreti Muhammed'in (S. A.)yüce katına getirdiler; bu namaz kılmaz, dediler. Evet, dedi, adamcağız. Hiç bir iş yapamıyorum; ancak Allah'ı ve onun Peygamberini seviyorum. Nihayet onların dostluğu beni yolda koymaz. Falan, bana nasıl inanır? Eğer Mevlâna Celâleddin desem, evet fena değildir, der. Hiç şüphe yok ki, temel onlardır. Ötekiler onların sözlerini taklit ederler. Bir işimiz yoktur diyoruz, işte bir iş çıktı, ötekiler bunların sözlerini anlatırlar, bunlarda onlardan gelen sözlere ses çıkarmazlarsa kapılar tekrar açılır. Eğer işitirse, işittiğini ya söyler de dinlemez, yahut dinler de söylemez.
Kalenderin biri sırmalı bir külah ve mintan giymiş gidiyordu. O mintanın içine de bir yamalı hırka saklamıştı. Dostlara yetişeyim diye acele yürüyordu. Gittiği yerde ne bir, ne de yüzlerce yamalı hırkanın sözü olmaz. Şu saatte bilgin bir hatun kişi diyordu ki: Biçare! Hacı rüyada gördün de Hac kafilesinin başbuğunu görmedin mi? ilk önce, ilk hamlede üç gün yol yürütürler. Sonra bir çölün ucuna varılır. Münadiler, çığırtkanlar bağırırlar, herkes kendi başının çaresine baksın. Bu yolda baba çocuklarına bakamaz, çocuk babasını göremez. Kıyamet peşin kopmuştur. Binlerce insanı oradan geri çevirirler. Çünkü senin ilk konağın burası mıdır derler. Yirmi beş gün bu tertiple gitmek gerektir. (M. 247) Münadinin bu sözünden erkeklerin erkekliği artar; o söyler ve en önde gider ve bir hikâye tutturur. Can ne oluyor? Mal ile oynayan kimse nefsinden daha iyi bir şey mi gördü? Çünkü onun bir tüyünün değeri yüz bin altından daha üstündür. Akla ve akıl sahiplerine diyorum ki: Bırak o delileri, mal yüzünden canlarını yele veriyorlar. Onlar nefisten daha değerli bir şey mi gördüler ki canlarını feda ettiler, sonra candan kıymetli ne gördüler?
Kuran'da, "Sizi korkudan, açlıktan veya can ve maldan, meyve ve mahsûllerden bir şeyin eksikliği ile imtihan ederiz; bunlara sabredenleri müjdele," (Bakara sûresi, 156) buyurulmuştur. Bu da bir imtihandır. Müjdele, bak ki, onların nazarları senin sabrına çevrilmiştir, halinden hoşnut musun diye. Çölleri aşmak başkadır, Haccın zevkine ermek de başkadır. Namaza çağırmayı da gizli işaretle yapıyoruz. Akıl sahibine bir işaret yeter.
Kudret, aşağı inmek değildir. Kabe'nin kapısına kadar gitmeyelim, onu düşünmek bile gerekmez. Olmaya ki, düşünce şaşkınlığı ile aşağı yuvarlanasm. Bu sana uyku getirir. Deveden düşersin. Haccı anmakla da meşgul olma! Çünkü başını kaşımaya bile vaktin yok! Buna imkân bulamasın, meğer ki atların kolonları çekilirken baş kaşınmış olsun. O çocuk yolda kalır. Gel demesine imkân kalmaz. Eğer o sözlerle meşgul olayım derse kervan gider. Ona söylerim ama tekrar unutur, bir titreme bir sıtma başından ellerine kadar yayılır. Doğrudur, dedi. Önceden söylemek gerektir ki, doğrudur, doğrudur. Bunu sonradan söylemek yalandır. Allah bilgini, henüz Allah âlemine erişmemiş ise dışarıdan ne söylersen söyle, ama içinden elini ağzına kapa. Dil yarası acıklıdır, Allah her kemali anlar. Cebrail'in kan bahasını hikmet hazinesinden öder. Onlar, içtikleri zaman daha çok ayılırlar, mey içerler mest olurlar. Bunlar akıllı, ayık sarhoşlardır. Ayaklarının altında öl. O oyuncakların her biri için bu ne hoş, ne tuhaf oyuncaktır, diyordu. (M. 248) Perdenin arkasına git.
Ebu Said bir topluluğa rastladı. Tam yedi gün onların halinden hayrette kaldı, ikinci hafta, şaşkın ve kendinden geçmiş bir halde arkalarına düştü. Ona dediler ki: Ne peşinden koşarsın? Hep ona bağlanmışsın? içlerinden biri onun için yiyecek bir şey getirmelerini söyledi; hemen bir hüner gösterdi, çabucak yemek geldi. Ebu Said sonra padişahın huzuruna kabul olundu. Ona dedi ki: Bir yer hazırlayın bu topluluğun yemek pişirmek cihetinden bir zorluğu yoktur. Hazır buldukları ile ihtiyaçlarını giderirler. Tekke, lokma derdinden uzak olmayan tekke adamları için değil, ancak, böyle bir topluluk için açılmalıdır.
Katır, deveye dedi ki: Nasıl oluyor da sen pek az önde gidiyorsun, ben ise çok kere kervanın başındayım. Deve cevap verdi: Birinci sebep şu ki, ben yüce himmetliyim, başım havadadır. Yüksek bir başım, aydın bir gözüm vardır. Yokuşun başından bakınca sonuna kadar görebilirim. Anlarım, neresi düzlük, neresi yarı düzlük, neresi bozuk yoldur.
Bir kaç kişi vardır ki, Allah rüyada görünebilir derler. Bir çoğu da onun ne rüyada, ne de ayık iken görülemeyeceğini söylerler. Bunlar taklitçilerdir. En çok gerçeği arayanlar en çok taklitçidirler.
Bir zümre vardır ki, gönül taklitçisidir; bir zümre safa taklitçisi, bir tayfa da Mustafa (S.A.) taklitçisidir. Bir zümre de Allah taklitçisidir. Allahdan söz açarlar. Bir topluluk da hem onu taklit etmez, hem de ondan söz nakletmezler, ancak kendiliklerinden konuşurlar. Kur'an' da, "Ey Resulüm söyle ki, eğer Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsaydı ve onun bir katı da eklenseydi yine Rabbimin sözleri bitmezden önce deniz tükenirdi," (Kehf Sûresi, 110) buyuruyor. Rabbimin sözleri diye söyleyen odur. Derler ki: O, yani Allah'a işaret eden zamir, iki kısımdır. Biri doğrudan doğruya ona, yani Allah'a, öteki de onun hakikatine işarettir. Bir başkası da Allah kendisi için o zamirini kullanıyor ki bu onun için saygı ifadesidir; böylece söz daha tatlı ve lâtif oluyor, dedi. Gaibi anmak, ondan uzaklaşmak, hazır olanı anmak da ürkmektir, derler. Zikreden bir kimse, iki halin dışında değildir. Ya hazırdır, ya gaiptir. Gaip ise gıybet ediyor (arkadan konuşuyor), hazır ise vahşet, ürkeklik gösteriyor, denilebilir. Onun yanında çok zikretmek, tıpkı sultanın yanında bulunan has kölesinin, sultan şöyle yaptı, (M. 249) sultan böyle söyledi deyip durmasına benzer. Bu bir nevi küstahlık olur, hoşa gitmez. Gıybet ise büyük günahlardandır.' Dört büyük günah, yani gıybet, bühtan, kan dökme, zulümdür. Karşı taraf hakkını bağışlamadıkça bu günahları işleyen kimse azaptan kurtulamaz. Meğer ki sultan ona yardım etsin. Allah karpuz gönderdi. Şimdi bizim nasibimiz armut değildir. Armut boğazda düğümlenir, halbuki karpuzun tadı hoştur.
Şah gitti, dediler. Divane oldum. Pabuçsuz dışarı fırladım. Müjde dediler, şimdi geri geliyor. Şah mı geliyor? dedim. Evet dediler. Yeniden canlandım, kendime geldim. Ey Adem oğlu! Şimdi yanına geleyim, bir şey okuyayım ki, yolcuları da umutsuzluğa uğratayım, dedim. Dışarı çıktım, öyle kendimden geçmiş bir halde idim ki, önüne koştum, neredeydin ki, gelmedin? dedim. Acaba nasıl edeyim de yanına geleyim? Bir aptal sana erişemez mi? Ben bu nefsin elinden acizim, sana nasıl yaklaşayım! Ona öyle şeyler söyledim ki, eğer o sırada yanımda olaydın, boynuma bir yumruk vurur beni harap ederdin. Öyle bir yumruk vur ki, şu duvara vursan delerdi. Zavallı ben, kimbilir ne hale gelirdim! Eğer kuvvetli, semiz bir delikanlı da olsaydı, o hal sırasında hiç bir şey yapamaz, ancak terbiye ile ayağıma kapanırdı.
Diyelim ki, benim de tanıdıklarım, kardeşlerim var, gideyim danışayım. Eğer git derlerse, işin içyüzüne bakarım. Beni kurtarırlar mı, yoksa kurtaramazlar mı? Eğer onların hatırları benimle beraber ise, ben de bizzat oraya kadar gitmek yüzünden helak olurum, ama nihayet kendi isteğimle o maksada eriştiğime bakmaz, bu işin sonunun neye varacağını sorarsam, beni uğursuz bir kapıcının oğlu farzet.
Zavallı kapıcı, acaba ne olacak diye o kapıcıkta oturmuştur. Halbuki şimdi yürümek zamanıdır. Çünkü o taraftan, bu varlığa doğru her an ayrılık var, diye sesleniyorlar. Her lâhza,, gel git, diyorlar. O taraf aynı renkte, aynı şekildedir. Hak âlemi hoş bir âlemdir.
Biri dedi ki: Bize söz söyletmezler. O der ki: Allah arş üzerindedir. Bu der ki: o mekândan münezzehtir. Artık biz de şaşırdık. Her nerede ki, yaşa! Ömrün uzun olsun, vaktin hoş geçsin! sözleri vardır, böyle konuşmayı ayıp sayarlar.
(M. 250) Bir zaman din bilgini idim; ayrıca, Safilerin fıkhı olan Tenbih adlı kitabı ve daha başka fıkıh kitaplarını da okumuştum. Ama şimdi onlardan hiç biri hatırıma gelmiyor. Ancak böylece arkasından gidersem başını kaldırır, karşıma geçer. Eğer bende masal dinleme arzusu yoksa, ah git der. Bari sen gel. dostlarla bir arada bulunmak gençlik çağlarından daha tatlıdır.
Yemin, ant içme için Arapça'da üç harf vardır: Vav, B, T harfleri. Bazıları vallahi, billahi, tallahi derler, işin içyüzü böyledir. Evet. Onun arı ve yüce benliği, o ulu Allah'ın temiz zatı hakkı için o kimseler de, o medresede o ciheti öğrendiler. Marifet öğrenelim, falan medreseye yerleşelim dediler. O devreleri iyi değerlerdirmek gerektir. Bu toplulukta hep bundan bahsederler. Falan yeri tutalım, çabuk meşhur olalım derler. Bilgiyi, dünya lokması uğrunda niçin tahsiLetmeli?
Benim kim olduğumu, cevherimin ne olduğunu, niçin geldiğimi nereye gideceğimi, aslımın nereden olduğunu öğretmeyen bir tahsil neye yarar? Eğer bu mânalar bir testide su gibi ise ben testisiz su arıyorum. Arap dilindeki mânalar, Arap kılığına bürünmüştür, istiyorum ki, bunları iyi anlamak için sıkıntıya katlanayım. Maksat Arapça öğrenmekten başka bir şey değildir.
Mısra:
Kâbeden, puthaneden maksadım sensin!
Benim puthaneden maksadım senin yanağının hayali ve cemalindir. Bu şiirin kelimeleri, istediğim o mânaları vermek bakımından gönlüme yar değilse elbet de bar olacaktır. Şimdi nereye gidelim? Kendimizi nerede kurtaralım9 Bir ayranın içine düşmüşüz. O nasıl ayrandır ki, ucu bucağı yok. Onu. çevreleyen bir kâse de yok. Ta ki ayrandan bir kenara çıkalım. Yahut bal içindeyiz. Kanadımızı çırptıkça daha çok yapışıyoruz.
Ebu Necip'e (Sühreverdî) dediler ki: Madem ki sen Allah'ı göremiyorsun, bu sana müyesser olmuyor, bari çileyi boz da dışarı çık. Her tarafı dolaş. Ola ki o seni görür; onun nazarına uğrarsın da çetin işlerin kolaylaşır. Kör Bedreddin'in damadı, Şahabeddin'in yanında sana başbuğluk erişmez diyordu.
Celâleddin'in vazında geçen bu söz çok doğrudur. Allah'ın sözünü, onun dilini, onun kulu nasıl bilir? Allah kulu ol ki, Allah'ın dilini ve sözünü anlayabilesin. Allah olasın demiyorum sana! Küfür söz söylemiyorum.
Canlı varlıklar, cansız şeyler, felek boşluğunun güzelliği, bunlar hep insanlarda vardır, insanlarda olan hassalar ise bunlarda yoktur.
Yüce âlem sensin, gerçek budur! Nasıl ki Allah, "Göklerim ve yerim beni kapsayamadı, ama imanlı bir kulumun gönlüne sığdım," (Kutsal hadis) buyurmuştur. Ahmed'den Ahad'e kadar açık bir mimden fazla bir şey yoktur. Bu mim ise mânanın perdesidir.
Mısra:
Sen aradan kalkan o mimi cihan farzet!
Adem oğlu ne kutludur! Yedi iklime, bütün varlıklara değer. Hele Adem oğullarından Muhammed ümmeti olanlara ne mutlu! Muhammed'in gözü Muhammed değil mi? Muhammed'in gözü aydın ki, sen ona ümmet oldun. Ona ümmet olunca, Hak Peygamber seninle iftihar eder, elini tutar. Musa'ya, isa'ya göstererek seninle öğünür; bu adam benim ümmetimdir, der. Hazreti Resul, o geniş yenleri ile, Arş üzerinde ve Arş sakinlerine göstererek, bakınız, görünüz der. Bir aralık ansızın bir Sütun gözüne erişir, sonra görünmez olur. Kayıplara karışır. Tertip ehli erenler, gitmeyi düşünürler ve o zamanı korurlar. Onun etrafında toplanarak birlikte yürümek isterler.
Ben böyle birine selâm vermek isterim ki, kendisini uzaktan selamlayanlara karşı hem selâm alsın, hem de secde etsin. Nihayet ondan ne çıkar ki ona umut bağlayacaksın, sana ne yapabilir? O bir kaç kişiye bak ki, senin gibi yirmi tanesini beslemeye yetişir. Gerektir ki o selâm versin, gönülalçaklığı göstersin, senden hiç yüz çevirmesin. Ancak yakınlık yönünden olsun. Şimdi hale ve işe bak ki, o, yarım selâm bile vermez.
Henüz çocukluk çağında idim. Erginlik yaşına varmamıştım. Bu aşk yüzünden otuz kırk gün hiç bir şey yemek istemiyordum. Birisi yanımda yemek sözünü etse ben hemen elimi ve başımı geri çekerdim. Yemek zamanı geldiği vakit bana lokma verseler kabul ederdim, alırdım ama yenimin içine saklardım» Bu aşk haliyle semada iken, o coşkun dost beni yakaladı. Bir kuş yavrusu gibi beni dolaştırdı. Üç gün yemek yememiş bir delikanlı, eline geçirdiği bir ekmek parçasını nasıl kapar ve çabucak parçalarsa ben de onun elinde öyle olmuştum. (M. 252) Beni dolaştırıyordu. İki gözüm iki kan çanağı gibi idi. Henüz hamdır diye bir ses geldi. Onu kendi köşesine salıver ki, kendi kendine yansın dedi.
Bugün, ayıptır söylemesi, meyhaneden bir kötü kadını getirsen, o aşk ile pek çok kıvrak ve hareketli rakslar etse, yedi gök ve yeryüzü ve bunların sakinleri raksa gelirler. Bunların gerçek raksa başladığı saatte, doğu tarafı mümin ve Muhammedi olarak raksetmeye başlarsa, eğer Muhammed batıda olsa, o da sevinçle raksa başlar.
Devenin biri bir karınca ile yoldaş olmuştu. Bir su kenarına geldiler. Karıncacık hemen ayağını geri çekti. Deve sordu: Ne oldu sana? Karınca cevap verdi: Su var. Deve ayağını suya soktu; gel gel, dedi, kolayca geçilir. Su diz kapaklarını geçmiyor. Karınca, ama dadi, dizden dize fark var senin için diz boyu olan su, benim başımdan aşar.
Üstatsız kalırsam inancım başkalaşır. O sağlam imanım başka bir şey olur. Ruhuna binlerce rahmet olsun, işte benim üstadım budur. Etrafında toplanırlar. Şüphe ne oluyor! Ben kendim için feryat etmiyorum sizin için ağlıyorum. Şimdi o ölünün vasıflarını say ki, ona göre ağlayayım.
Bir sema âleminde idi. Çalanlar hoş sesli ve güzel yüzlü, sofiler temiz yürekli idi, ama gönülde hiç yer tutmuyordu bunlar. Şeyh dedi ki: Pabuçlarınızı iyi yoklayın. Bir yabancının pabucu araya karışmış olmasın! Akıl, evin yolunu çıkarır, ama evin içinde yol çıkmaz. Ona da akıl perdedir, gönül perdedir. Bu kadar hoşumuza giden perdeler de kiliselerde ve puthanelerde bulunur.
Musa Aleyhisselâm, bir dervişin eline iki testi verdi; çabuk su getir, dedi.Sonra eline bir ekmek parçası verdi. İkinci "gün derviş Musa'ya yalvararak: Ey Musa! dedi Allah, "Benim katımda söz değiştirilemez," ve sonra (kulunun dilinden), "Yarabbi sen verdiğin sözden dönmezsin" (Ali Ümran, 194) buyurmuştur. Musa, dervişe, sana konuk geleceğim, dedi. Derviş şaşırarak, Ey niyaz ehli olmayan ulu peygamber! Bu nasıl olur? dedi ve ilâve etti: Ey Musa çabuk hayrete düşme. Musa sordu: Cüz ile cüzî ve kül ile külli arasında ne fark vardır. Derviş, evet, dedi. Musa tekrar sordu: Ne fark vardır, bu fark hangisidir? Güldü ve hoştur, dedi.
Mısra:
Ey düğümler çözme yolunda ölen kahraman!
(M. 2^3) İnsan bir maksat için yaratıldı ki, nereden geldiğini, ve nereye gideceğini bilsin. İç ve dış duyguları da bunun için verildi. Çünkü bu duygular, bu yolda gerekli araştırmayı yapabilmek için lüzumlu birer araçtır, ama başka bir işte de kullanırlar. Hayatı neşeli olmayınca insan kendisini emniyette bulmaz, önünden sonundan haberi olmaz. İlim ile uğraşmak dünya işlerinin en iyisidir. Zamane onu da götürür. O uzaklaşmaya yol açar. En iyi öğütçüler, son günlerinde şunu söylemişlerdir: Dünyada elimizde kalan son nasip cefa ve günahtır. Bu bütün cihana karşı verilmiş bir öğüttür ki, o zaman zorlanma zamanı değildir. Yahut sözü biraz açıklayarak derler ki: Ruhlarımız bedenlerimizden ürkmektedir. Çünkü dünyamızın kazancı zahmet ve günahtır. Dünya cevap verdi ve dedi ki: Evet, burada güvenlik kazanılmaz, güvenlik yolu buradan çıkmaz.
Dedi ki: Sözü kendinden uzak söylemek, başkalarına öğüt vermek, kendi nefsini unutmaktır. Bunun ayrılıktan başka ne faydası var?
Ama niçin gidip özür diliyorsun, nihayet gittiğime pişman oldum diyorsun?"Biz de öyleyiz senden ayrılıyoruz. Sonra kendimizi terbiye bahsine gelelim. Burada sonunda pişman olacaksan daha önce olmalısın. Çünkü ben iddia etsem ve desem ki: Bu birleşme sırasındaki bir avuç toprak yabancılarla bulunduğun zamandaki altından daha hoştur. Sen bu birleşmenin değerini bilmezsin. Şüphesiz seni terbiye etmek gerektir. Bu birliği, sen kimin elinde görüyorsun. Bu üreme konusunda seninle bütün hayvanlar ortaktır. Eğer senin sadece böyle bir çoğalıp üreme gücün varsa onlardan farkın yoktur.
Allah sevgisi gecikmez. İki defa doğmamış olan mahlûk, melekût üzerine çıkamaz. Dedi ki: Bunu şeyh söylemedi. Bu gerçeklenmemiş, sözdür. Cevap verdim: Biz bize nakledilmiş olan sözden bahsettik. Gerçeklense de gerçeklenmese de, farkı yoktur.
Melek, Allahsına dedi ki: Yarabbi! Beni bir şeyle görevli kılma; ben sana iki kat kulluk edeyim. Beni nefsimin hoşuna gidecek şeyle teklif etme çünkü teklifte ürküntü vardır, ağırdır. Allah buyurdu ki: Sana pek az teklif yükletilmesi, senin için teklifsiz olan milyonlarca ibadetten daha hayırlrdır. Dilencinin isteği üzerine vereceğin bir akçe, kendi arzunla verdiğin bin akçeden hayırlıdır. (M. 254) Kuran'da, "Allahı ululuğuna yaraşır bir halde takdir etmediler'", (Enam Sûresi, 91) Kur'an'daki, "Ferahlandılar," (Enam 44) sözü de dünya nimetlerine işarettir. Yine âyetteki ferahlanmadılar" sözünde de onları ebedî hayata yaklaştıran milyonlarca hikmet vardır. Onlar bir dirhem bulurlarsa ferahlanırlar, sevinirler, şaşırırlar, nimet sayarlar ve yeri öperler. Sıkıntıdan kurtulurlar. Gelin! Bizim işimiz hep doğrudur, bütün işlerimiz hattâ yiyip içmemiz bile aramızda danışma ile olur. Yemekte bile aramızda ayrılık yoktur. Talip için dedi ki, nefsime taatten, kulluktan sorular sordum, cevap vermedi. Bize vaat ettiler, fakat bizi unuttular. Matlup dedi ki: Kırmızı ve beyaz suyu nefsinden iste, yahut parçaları ve nesilleri ıslâh eden Buhar'ı ara ki, kulluk ondadır. Çünkü o erkek bir asıldan doğmuştur. Nasıl ki Allah, "Sizin ve Benim düşmanımı dost tutmayın," (K. 60/1) buyurdu.
Yer sarsıntısı, öküzün bacağından olsaydı, bütün yeryüzünü titretirdi. Halbuki bir şehir alt üst olurken, öteki selâmette kalır. Hakkın sözünü dinle. Kudret Allah'ın elindedir. Kur'an'ın "Oku!" hitabındaki işaret bir ışıktır; kolaylıkla saçasın diye. Yani, ey edepsiz çocuk ibret al ve ey kocamış kişi, çocukluk etme! Ey Hakkı arayan adam! Arama yolunun şartlarını bil! Kur'an'da, "Yer sarsıldığı zaman," (Zilzal Sûresi, 1) buyuruldu. Eğer bir parça daha kımıldatsalar, bilir misin ne olur? Maddenin çirkinliği hilâfına, gözle görünmeyen lâtif bir kudret olur. Bu güzel cevaptır. Acaba senin kaç evin var? Hiç çare yok ki, önce korku gelir, sonra da zevk ve gönül hoşluğu başlar. Mademki böyle oluyor, bundan sonra her kim bu teklifin artmasından zevk alırsa, teklif de fazlalaşır. Senin işini düzeltirler, ama bizimkini geri bırakırlar; onlar nasiplerini alırlar. Gönül için, Kâbedir, dediğinden bahsediyorsun. Bundan sonra dedi ki:O ne acayip bir kimsedir ki insanın yüzüne karşı söylüyor. O, ben ondan batkın bir haldeyim, diyor. Ben de diyorum ki: Madem ki sana böyle haber verdiler, bana niçin içerde söylemedin? O şeriat önderidir. Gerektir ki, şeriat hükümleri tarafına kulak versin! Yoksa bilse ki taş gibi bir yüzü var, o nasıl Müslüman olur? O kimsenin ki bir sırrı ve bir hakikati vardır, Allah'ı takdis ederek böyle bir manayı nasıl inkâr eder? Şimdi o bize bu cefayı yaparken, mühlet vermiyor ki, söz söyleyelim. (M. 255) Istırap, insanları iyiliğe nasıl istidatlı kılar? Eğer ıstırap olmasa, benlik ona perde olurdu. Şimdi gerektir ki, dertsiz bir kimse daima böyle ıstırap çeksin, âfetlerden kurtulsun. Hazreti Muhammed, "Genişleten kimse, genişlik bulur" buyurmuştur. Ona uymayan bir insan, münkir olmaz, kâfir olmaz da ne olur? Hıristiyan ve Yahudi olur. Burada kuvvet olduğunu ne bilsin! Mevlâna buradadır, gel bir kenara çekelim, bunu görüşme yönünden çok arzu ediyorduk. Bir öğüt yetişmez, ama öteki cihet ne oluyor. Bu da ruhun gıdası ve amelin sağlamlığı içindir.
Şimdi sofinin sözünü söylüyorum: ister salı günü işitmiş olalım, ister cuma günü. Her ikisi de olabilir. Bu Zehra ile o, her ikisi düşmanlığa kalkışmışlar; bilmem ki maksatları nedir? Eğer söylemiş olsam işi açıkladığım için bütün cihan beni sakalımdan asar. Şüphe yok ki aradan bin yıl da geçse bu söz ancak benim istediğim kimselere söylenebilir.
Bir kaç kimse Hazreti Peygambere(S. A.)vahi kâtibi yani ilâhi emirler yazıcısı oldular; bir kaç kişi de vahyin indiği yer, yani onun muhatabı oldular.
Çalış ki her ikisi de sen olasın! Yani vahyin hem muhatabı, hem de kalbe gelen vahyin kâtibi olasın. Harfleri arasında Elif ile Nün bulunmayan şeyin vasıflarını söyleyemem. Vav, Kaf veTe bulunmadığı zaman da böylece Eliften bir ışık belirir. Yere düştüğün zaman niçin yoksun kalasın! Niçin onun tev'ili kendini buraya atmak olmasın? Ayette, "Ibrahimin makamına giren güven bulur," (K. 3/197) buyurulmuştur. Lehaverli Şeyh Şeref, bunu inkâr etmişti. Bu bahiste benimle kavga etmişti. Güzellik çağında iken gözünü öpeyim, dedim, bir şeftali vermedin! Ben, Lut Peygamberin o ahlâksız, cinsî sapık ümmetinden değilim ki! O kıl, sanki onun gözünden dışarı fırlamıştır, diyeyim. Ben göremiyorum ne yapayım. Göz yerine gözyaşı ve ıstırap görüyorum. Lut Peygambere o cihetten Lut derler ki, cinsî sapık değildi. Peygamber idi. Diyelim ki, söylediğimiz evliya sırları yeterli değildi, şimdi nebilerinkine başlayalım. Biri dedi ki: Bir iğneci isa'nın yolunu kesmiş. Peygamberler için bu ne iftira! Güya, yüzünü gördükçe iğreniyorum, demiş. Şimdi Allah sebep halketti de seni seviyorum! O iğrenme düşmanlıktan değildi. Ancak bu, kalender ve malenderin birbirine karışmış olmasındandır. (M. 256) Tavîl, bana dedi ki: Ben çabuk sıyrıldım. Ona bu gün Allah adamı böyle konuşur, dedim ve ilâve ettim: Ona bir tokat vursam elini namazdan çeker. Yenine vursam, yenini namazdan indirir. Artık dışarı çıktın. O kadıncık, o kahpe, ben kendimi kör ve sağır ettim diyordu. Ne kör ve sağır ediyorsun, ne oluyor? dedim. Sözü çevirince* de bana sövmeye başladı: Topaldır, tutarsam dışarı atarım dedi. Bir saat oturdum. Bakayım topal mıyım, beni nasıl tutar da dışarı atar diye bekledim, ama gelmedi. Bu kancık tabiatlı insanın acaba kadınlarla ne işi var dedim. Dedi ki: Ondan hiç kimse büyük suç işliyor diye şikâyet etmedi. Buyurdu ki: Bütün kâfirlerde ve Tatarlarda, bir kimse halinden şikâyet ediyor mu', yoksa etmiyor mu diye sınamak âdeti vardır. Mümin için bunun ötesinde başka bir şey olamaz. Çünkü bunların arasına düşmüştür. Onlarda o kadar düşünce yoktur ki, benim evimde bir sofra donatsınlar ve o sofrada her şey, asılmış üzüm hevenkleri, su küpü ve her tarafta yüzlerce nimetler bulup yesinler. Bu tatlı baldır. Sana bir hikâye anlatayım, demedim mi? Şimdi elinle sakalını yoluyorsun. Ben Mevlâna'dan vazgeçtim. Çünkü o aşk ile yanıp tutuşuyor diyorsun. Bir kimseyi, hiç olmasa kırk gün evde tutmak gerektir ki orada bir hayal görsün. O ister adam oğlu olsun, ister başka biri olsun. Bu işle Muhammed dininin ne ilgisi var? Marifet davası güden bu insanlar, hangi marifetten bahsediyorlar. Onların zannına göre marifet saydıkları şeyde ya Hıristiyan, yahut Yahudi olurlar. Kâfir olan Nasranî, İsa zamanında yaşayan ve ölen kimse değildir. Kâfir olan Yahudiler de, Musa Peygamber çağında ölenlerden başkalarıdır.
Uyku gelmediği vakitler en güzel bir vakittir. Ben konuşayım,yahut yaz diye önüne bıraktığım yazıyı uykun gelinceye kadar yazasın! Nihayet ona diyorum ki: Benim dilediğim insan sen idin, başkalarından bana ne? Her ne söyledimse bundan sonra kaleme vuracağım, ta Musul'a kadar bir yolculuk yapacağım. (M. 257) Oraları görmedim, Tebriz'e de gideceğim. Orada falan minberde vaaz ediyordum, bu cemaati görüyor ve onların halvetinde bulunuyordum. Ondan sonra Bağdat'a, sonra Şam'a gideceğim. Şimdi sen, para toplamak sevdasında değilsin. Ben gidersem de razı olmuyorsun. Ben iki yıldan daha az kalmam geri dönerim. Çok çok iki yıldan eksik değil bu yolculuk. Bir kaç gün veya iki üç gün daha baş ağrılarımızı çekersin, çünkü şairin dediği gibi:
Mısra:
Ömrümüzün defterinden bir yaprak kalmıştır.
Önce ona şaka yaptım: Niçin tahtayı okumuyorsun? Çocukça özür diledi. Onun elde edilmesi kolay değildir, bir adam tutayım da onlara bakış görüş etsin, dedim. Ancak diyorsun ki, bizzat bunlar olmaksızın bizim işimizde çok tamahkârlık gösteriyor; bu olmasa postumuzu yüzer. Şimdi tamah etmez ondan af dilersen her gün suçunu bağışlar. Cinsî sapığın kardeşine ait hikâyede sözü geçen sıpayı satmak gerektir.
Öteki kardeşinin bir eşeği vardı. Daima ayağım ağrıyor, bu eşek benim her yükümü çeker diyordu. Görüyorsun ki, aşikâr olan nifak o güvenden geliyor. Şimdi Emiri Dad'ın (Adliye emirinin) bu davetten maksadı, ben idim. O, bir sofuyu gönderdi ve ona Şemseddin'i de çağır demedi. Ben geçen gün o ihtiyarı yolda gördüm. Sakalını öptüm. Duydum ki, seni sevmişim, ancak bir saygı gösterme vardır ki, sevgimi açıklayamam. Olaki eksik bir şey yaparım da aramızdaki muhabbet eksilir, diye düşünürüm. Ancak sizin düşünceniz içten ve dıştan öyle değildir, o dedi ki: Geçen sabah namazında gönlümden geçti ki, Adliye Emirine bir öpücük vereyim. Öküzlerini al diyeyim, kendi yaslı yuvamıza gidelim. Ben her şeyden el çekmiş gibiyim, benim huyumu bilenler zahirde ve batında üzüntü duymazlar. Herkes bir meyvenin başına gidiyor. Ben senin duacınım, bana da ver diyor. Evet, dedi, ayağını ayağımın üzerine koymuşsun, tam denk geliyorsun. Eşek misin sen? Evet, dedim, bir çok eşekler geldi geçti. Nihayet denk geliyorsun, ama beni de çamura atıyorsun. Ben eşit, denk geliyorum, ama seni dükkâna atıyorum bu hep feragat yönündendir. (M. 258) Üzülme, dedim. Eğer çok yemek yersem rahat edemem, dün gece o kadar yedim ki, teravih namazını kılarken ayağım ağrıdı, bir kısmını da oturarak kıldım.
Eğer bu satranç oyunu, onu oyalarsa yetişir. Yemekten içmekten başka bir işi olmayan kimse, ertesi günü daima hamama gider, yıkanır, bir yıllık günahını giderir. Dedi ki: Öyle ise yarın ben de hamama gideyim. Bu acizi de birlikte götür, dedim.
 
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
HU!
 
(M. 259) Peygamberimiz buyurdu ki: "Kardeşlerimle buluşacağım günü çok özlüyorum."
Sahabe, yani Peygamberimizin yoldaşları, Ey Allah elçisi, o kardeşler bizler miyiz? dediler.
—  Hayır.
—  Yoksa nebiler mi?
—  Hayır, buyurdular. Benden sonra gelecek bir toplumdur onlar.
Bunlar uykulu uykulu birtakım sorular sordular, sonra tekrar uykuya vardılar. O sözler uyanıklığın yankısı idi. Nasıl olur da o kadar yankı gelsin de ondan ayılmasınlar ve başka yankılar vermesinler. Bu, yeteneklerinin eksikliğindendi. Bütün cihan halkı bir tarafa geçsin, ben öbür tarafa geçeyim. Her ne zorlukları varsa benden sorsunlar, hepsine cevap vereyim ve hiç kaçmayayım. Sözden, konuşmadan yüz çevirmem, daldan dala sıçramam.
Zeyneddini Tusî on, on beş gün için Şeyhi ziyarete gelmişti; ondan halvette bazı şeyler sordu. Nihayet onu halvetten dışarı çıkardılar yolcu ettiler. Bir gün birisi ile konuşuyorduk; Zeyneddin benim müridim idi, divane oldu, dedi. Ben çok uğraşıyordum ki bu müritler gibi başımı aşağı indireyim. Neticede hakikat böyledir. Ben onun gibi bir müridi nerede bulayım ki Allah benim müridimdir. Çünkü onun kutsal adlarından biri de mürid'dir. Murad ise benim. Çünkü her müridin bir muradı, dileği vardır.
Bana bu zahir bilgileri ve bu çabuk anlayış kudreti gerektir ki, bunların yardımı ile, yazıktır şu benim bilgimi onlara söylemek gerekmez,diyeyim.Ancak onların bilgileri onların olsun. Onları bu değersiz bilgileri ile meşgul etmek gerektir. Tarîrı, hiç kimsenin bedeninin boşluğunda iki yürek yaratmadı (herkesde bir kalp yarattı). Bizim her neyimiz varsa hep onundur. Bu her iki söz de bir anlamdadır.
Hak yüce Allah asla "Enel Hak", yani ben Hakkım demez. Allah, her zaman beni kutlayın, beni kutlayın! da demez. Çünkü bunlar hayret ve taaccub ifade eden sözlerdir. Hak nasıl olur da hayret ve taaccub beyan eder? Eğer kuluna ait bir ilgi dolayısıyle taaccüp ifade eden süphan kelimesini kullanırsa doğru olabilir.
(M. 260) Rubi Meskûn yeni yerin dörtte bir parçası halkın üzerinde yerleştiği parçadır. Geri kalan dörtte üçü güneşin sıcağında yanar, orada halk yurt tutamaz. Bu dörtte bir parçada yerleşmiş olanlar, bana ne kadar zor meseleler sorarlarsa sorsunlar, karşılığını peşin alırlar. Onlar için pek zor görünen sorulara karşı cevap içinde cevap, kayıd içinde kayd, şerh içinde şerh yazmışlardır. Benim sözümde ise bunların herbirine on türlü cevap vardır. O, güzelliği ve o tatlı edası ile hiç bir kitapta yazılı değildir. Nasılki Mevlâna, bana, "Seninle tanıştıktan sonra bu kitaplar nazarımda pek tatsız kaldı," buyurdular.
Bu arşın gölgesi altında yedi zümre vardır. Gerçi kıyamet gününde bütün yaratıklar şaşkına dönerler, korku içinde kalırlar, gördükleri bir çok korkunç manzaradan ürkmüş bir halde kızgın gün ışığında yanarlar. Bir başka topluluk da kan ter içinde bunalmıştır. Yukarıda sözü geçen yedi zümre her şeyden selâmette kalırlar. Bu yedi zümreden birisi yalancılardır. Ama şöyle bir yalan olmalı: Biri sana gelir, biraz önce filânla birlikte idim, şimdi onun yanından geliyorum, çok üzüntülü idi, senden yana utanarak diyordu ki, Allah Allah nasıl oldu da ben falan zat hakkında terbiyesizlik ettim? Aklım başımdan gitmiş, hiç kendime sahip değildim. Yaptıklarımın farkında değilim, pişman oldum. O kimse ki hem bu adama gelir, hem öteki hasma gider, aralarını bulmak ister. Hayırseverliğin iki mislini yapar, ateşi söndürünceye kadar çabalar ki.kimseyi yakmasın, işte o fitne ateşini söndürmek kutlu bir iştir, ister yalanla, ister doğru sözle olsun! Ateşi söndür de, ister idrar ile, ister hendek suyu ile söndür, ister tertemiz su ile. Bu millet ise aksini yapıyor. Kavga koparmak için yalan söylüyor. Şu bizim insanlarımız nerede görülmüştür? Eğer arada Mevlâna olmasaydı bizim ile onlar arasında (paylaşılamayacak) ne vardı?
İşte bu sebeple bir tek dost gözü görüyorum, ama yüz düşman gözünü de görmek zorunda kalıyorum ve şüphesiz ki görüyorum.
Geçen gün hayalini karşıma getirdim, onunla tartışmaya koyuldum. Niçin bunların karşılığını açıkça ve olduğu gibi vermiyorsun, dedim. Hayalin bana şu cevabı verdi: Onlardan utanıyorum; istemiyorum ki incinsinler. Ben de buna karşılık verdim. Derken tartışma uzadı. Söylemediğim ne kaldı ki! Hayır, söylediklerim ne idi ki! Sanki hiç bir şey konuşmadık. Yani irfanı eksik insanların sözlerine nispetle herşeyi söyledik, ama kendi söyleyeceğime göre hiç bir şey söyleyemedik.
(M. 261) Hazreti Peygamber (Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun), şöyle buyurdu: Bir kimse kırk sabah Allah'a can ve gönülden kulluk etse onun kalbinden diline doğru hikmet pınarları akmaya başlar.
Peygamberimiz bu sözü kendi yoldaşları arasında açıklarken, dostlarından biri kırk gün kendi kendine ibadetle uğraştı. Sonra Hazreti Peygambere (S.A.) şikâyet etti. Ey Allah Resulü! dedi. Falan dosta öyle bir hal geldi ki, gözü, sözü, rengi değişti. Siz ise, bu hali beyan ederken yukarıda andığımız hadisi buyurmuştunuz. Ben gittim tam kırk gün elimden geldiği kadar uğraştım. Nitekim Kur'an'da, "Allah insana gücünün yettiği kadar teklif koyar," (K. 2/286) buyurulmuştur. Senin sözünde de hâşa yalan olmaz. Hazreti Peygamber (S.A.) şöyle buyurdular: Ben, can ve gönülden kulluk ederse, dedim.
Can ve gönülden Kulluk etmenin şartı, bunu ancak Allah için yapmaktır. Yoksa başka emeller ve hevesler uğruna kulluk etmek değildir.
Sen başka bir dostundan işittiğin garip konuşma tarzının sende de belirmesini istedin, bu isteğin yerine geldi.
Bize inanan bir topluluğa dedim ki: Allah sizi çok bahtiyar yaratmıştır. Çünkü böyle insanlar sizin içinize düşmüş, siz de onlarla birlikte bulunmanın değerini anlamışsınız. Bahtiyar yaratılmış olanların yolları aydın olur; ayışığı kapılarına vurur.
Şiir:
Ben aşk yolunda bir kural koyayım ki,
Habersiz olanlar bu yola ayak basmasınlar.
Duygusuzların yoldaşlığı çok zararlıdır, haramdır. Bilgisizlerin yoldaşlığı büsbütün haramdır. Yedikleri de haram. Haram yemek ki, bilgisizlikten ileri gelir, o lokma benim boğazımdan geçmez. Onun yemeğini yesem, sanki bir mancınık taşı gelir, içi ta tavana kadar camlar ve şişelerle, âletlerle dolu bir sırçacının dükkânına çarpar, her şeyi parçalar.
Bir ilâhi hadiste, ulu Allah, "Her günahın bağışlanır, ancak benden yüz çevirenin günahı af olunmaz," buyurmuştur.
Önce Elif nedir? Onu söyle, sonra B'ye gelirsem iş uzar. Bugün bizim için uzun kısa hep birdir. Uzun olmuşuz ne çıkar, kısa olmuşuz ne çıkar? Uzun ve kısa cismin, maddenin sıfatıdır. Sıfat ile mekân sonradan yaratılmıştır. Evvel, âhir, ön ve son, Allahdan belirdi, Allahsız ne evvel var idi, ne de son. Ne zahir, ne batın, yani ne açık var idi, ne de gizli.
Mısra:
Ey insanlar bu hâdiseler yurdundan sakınınız!
Bu söz değildir, tembihtir. Söz üstüne söz söyleme davet'tir. öteki âleme çağırmadır. Dedi ki: Bir âlem vardır, oraya koşun. Bu namaz ile meşgul olursan namaz gider, bu azim ile meşgul olursan azim gider. Senin dostluğun dan ne kadar sevinçliyim ki, Allah bana böyle bir yoldaş verdi. Benim bu gönlümü sana versinler, benim için ha o cihan, ha bu cihan. Bana göre yerin dibi ile gökyüzü birdir. Alçak, yüksek diye bir fark yoktur.
Hazreti Muhammed (S.A.) buyurdu ki:"Beni Meta oğlu Yunus'tan üstün görmeyiniz." Çünkü o denizin dibinde, balığın karnında mirac'ta idi, ben ise yedi kat göklerin ötesinde miraca çıktım.Bu yüzden asla beni ondan üstün görmeyiniz! Hakkı bulmayı, mekânın yüksekliğinde veya alçaklığında aramak hakkı mekâna bağlı sanmaktır. Kur' an'da, "Orada giyimleri ipektir," (Hac Sûresi, 23) buyurulmuştur. Ben de burada ipek giyinmişim. Sen ipeğin letafetinden beni göremiyorsun. Bu ince deri sanki ipek oldu. Bu ipek deriye kıyasla ipeğin yumuşaklıkta ne değeri olur? Nereden nereye gidiyoruz?
Kur'an'da, "Bugün dininizi kemal çağına eriştirdim, size nimetimi tamamladım," (Maide Sûresi, 5) buyuruldu. Bu can, senin kalıbında olgunluğa erişti demektir.
Şiir:
Mertçe ve mert huylu olmaya bak!
Yoksa bin türlü utanca uğrarsın.
Beni tanıyorsan, beni görüyorsan o üzüntüleri niçin anıyorsun? Eğer hoş olmak benim elimde ise niçin kendini sıkıyorsun! Benimle beraber isen, niçin kendinle meşgulsün! Benim dostum isen, niçin kendi kendine dost oluyorsun? Yıllar geçer de, ancak birisiyle dost olur ve huzura kavuşuruz.
Şiir:
Yıllar gerektir ki güneş altında bir taş,
Ya Bedahşan'da yakut, yahut Yemen'de akik olsun;
Aylar gerektir ki, bir pamuk çekirdeği toprak altında
Gelişsin de, ya bir çıplağa örtü, ya bir şehide kefen olsun.
Beni görüyorsan niçin kendine bakıyorsun? Beni anıyorsan kendi nefsini niçin anıyorsun? öğüt sözleri öğütleri anma işi, kendini anma demektir, varlığını anmadır. Bir yerde ki rahat vardır, Allah vardır, öğüt nerede, söz nerede kalır?
(M. 263) Birkaç gün birlikte oturmuş, yedi sofî arkadaş vardı. Bunların yemeğe, içmeye ihtiyaçları vardı, ama aralarındaki sohbetin tadından bir türlü yerlerinden ayrılıp yemeğe gidemiyorlardı. Vezirin biri bunların halini haber aldı. Uzaktan gelerek yüzünü yere koydu, şöyle dedi: Canınız ne istiyor, ne arzu ediyorsunuz? içlerinden biri, git dedi, bize yetecek derecede bolca lokma hazırla, evi boşalt, büyükten, küçükten kimse bulunmasın. Kendin de evden1 çık. Hiç kimse kapıyı çalmasm. Vezir öyle yaptı. Bunlar yedi kişidir, dedi, ben ihtiyat olarak yirmi kişilik bir sofra hazırlayayım, ev halkını da akrabaların evlerine göndereyim. Ayrıca şöyle dedi: Bu gün hiç kimse bu evin etrafında dolaşmasın. Kâseleri doldurdu, ekmekleri sof raya yerleştirdi, onları eve çağırdı, yerlerine oturttu. Artık müsaadenizi diliyorum, bu gece sabaha kadar sizden ayrılıyorum, dedi. Kapıyı kapadı ve dışarı çıktı. Onlara evi terk etmiş gibi görünerek yukarıda bir odaya çekildi, gizlice bir delikten bunların nasıl yemek yediklerini seyre daldı. Birer birer kâseleri önlerine koyup yemeğe başladılar. Kâseler boşalınca, ikincisini alıyorlardı. Ansızın içlerinden biri sofradan yuvarlanıp düştü. Allah rahmetine kavuştu. Her şey aslına döner kaidesine göre, "Rabbine dön!" (Fecr Sûresi, 28) emrini işitti. O zaten doğruluk makamında idi; hem orada, hem de burada o renksiz perdenin arkasında kalmıştı. O perde sayesinde onu burada gördüler. Geri kalan altı kişi yemeğe devam ettiler. Bir saat daha geçmişti. Öteki arkadaşı da evvelkinin ardından yürüdü. Böylece yedinci kişiye kadar hepsi gitti, içlerinde ancak bir kişi sağ kaldı. Ev sahibinin sabrı tükenmişti. Aşağı indi, hemen kapıyı açtı. Güya dışarıdan geliyormuş gibi bir durum takındı ve sordu: Nasıl oldu Şeyhim? Yemekler kâfi geldi mi? İstediğiniz gibi yediniz mi? Şeyh, hayır, dedi.
Vezir sordu ve Şeyh cevap verdi: Eğer yetişecek kadar olsaydı ben de sağ kalmazdım, istek baki kaldıkça yemek yeter derecede sayılmaz.
Tam karnı doymuş olanın cevabı ancak iç kapının hiç bir tarafından bir soru ve karşılık gelmemesidir. (M. 264) Soru ve karşılık istekleri devam ettikçe orada başka sorular, başka cevaplar bulundukça yeterlik olmaz. Bunun delili de içinde bir kuşku olması ve bunun cevaba muhtaç bulunmasıdır.
Bir gün Şeyh Hamid küfür ve iman bahsini yorumluyordu. Ben ona bakıyordum ve görüyordum ki, daha yüz sene iman ve küfür konusundan bir koku alamayacaktır. Eğer bunu anlamış olsaydı. Dervişler huzurunda bahsettiği o hikmet ve edep meselelerinde kendi düşüncelerini gizler ve derdi ki: Görüyorum ki benim sözlerim bir neticeye ermiyor. Ötekilerin sözlerine nasıl sıra gelsin? O zaman onun bu sözü ötekinden daha iyi ve tamam olurdu.
Nasıl ki sofî, eğer senden daha iyi başka birisini bulsaydım, sen benden, ben de senden kurtulmuş olurduk. Yoksa sen eldesin, der ve ekmeğini de hırkasının yeninde gizler. Nasıl ki, "Yolunu, paranı, gidişini gizli tut" derler. Hazreti Peygamberde, "Herkim sırrını gizlerse işine sahip olur," buyurmuştur. Evet bir kul vardır ki, bunu niçin gizleyeyim. Mevlâna Şemseddini Tebrizî de sırrını açıklayan işine sahip olur demişti. Ancak o kul nerede? Ey sevgili! Görmediğin kimseye ne cefa ediyorsun? diyebilsin!
Bir felsefeci zümresi, melekleri nebilerden daha üstün tutarlar. Hazreti Mustafa'yı ve nebileri halk ile meşgul olduklarından dolayı (hâşâ) eksik görürler. Melekler peygamberlere yardım ederek yüzlerini dünyaya çevirirler. Onları halka öğüt vermeye gönderirler ki, bu Haktan uzaklaşmak veya onu unutmak demek değildir. Ama bize anlattıkları peygamber mucizelerinden akla uygun olanlarını kabul ediyoruz. Akla uygunsuz olanları da kabul etmiyoruz. Çünkü akıl Allanın hücceti (Senedi)'dic. Allanın hüccetlerinde ise bozukluk olmaz.
Diyelim ki, mucize sizin aklınızın göremeyeceği bir şeydir. Akıl ise Allah'ın insanda bir hüccetidir. Onu yerinde kullanmasan seni yanıltır. Bundan dolayıdır ki, akıllar yetmiş iki millete göre değişiktir. Biri birini yanıltmaktadır. Meselâ iki kişiye sorarsınız, ikide iki kaç defa vardır, diye. Her ikisi de bir kere der, aynı cevabı verir. Aralarında bu cihetten ayrılık yoktur. Çünkü bu basit aritmetik sorusunu düşünmek kolaydır. (M. 265) Ama yedide yedi veya on yedide on yedi kaç kere vardır deseniz, o iki akıllının cevapları değişebilir. Çünkü bu daha zor, yanıltıcı bir sorudur. Eğer biraz ağır davranır, aklı yerinde kullanmazlarsa doğru cevap veremezler. Nasıl ki, aynayı bir kere eğri tuttun mu, orada yüz binlerce doğru ayna olsa artık ondaki görüntüyü düzeltemezsin. Kuran'da, "Biz sana kendinden önce gelen kitaplarla senin yanında olanları gerçeklendiren kitap gönderdik," (Mâide Sûresi, 49) buyurulmuştur.
 
NURLAR HEP BİRBİRİNİN DOSTUDUR
Diyelim ki, yüz kişi güneş altında durmuş, uzaktan bir kişi de aydın gözleri ile yalnızca onlara doğru bakınarak geliyor; bir davul çalıyor ve raks ediyor. Bu yüz kişi arasında hiç bir fikir ayrılığı olmaz. (Hepsi onu aynı durumda görür). Ama karanlık bir gecede veya sisli ve bulutlu bir havada bu davul sesi gelse, işitenler arasında yüz türlü fikir ayrılığı belirir. Biri bu gelen askerdir der, öteki sünnet düğünüdür der; hülâsa herbiri bir fikir yürütür. Neticede, felsefeciler de peygamberleri halk ile meşgul olduklarından ve peygamberlik makamının şerefini koruduklarından dolayı meleklerden noksan görürler. Ancak bu hususta nebiler hiç bir zaman yollarını şaşırmazlar. Lâkin tecrid ve halvet mertebesinde kalırlar. Peygamberlerin kadın almasını da bir nevi eksiklik ve uygunsuzluk sayarlar. Her ne kadar, o hal, kuvvettendir desen de öteki der ki, şunu da söylerler ki, konuşan kimse hoş sözlü olmalıdır. Sinesinde her an yeni yeni hikmet kaynakları fışkırmalıdır. Bir başkası, toplantıda güzel öğütler've konuşmalar yapmadıkça meclis kızışmaz, der. Başka biri de, hiç bir an boş kalmaz hep coşkunluklar, yeni yeni ilhamlarla eli hiç bir işe değmez, ancak uyumak ve oturup su dökmekle vakit geçirir. Derler ki: Su dökerken Allah adını söylemek (Besmele çekmek) gerekmez. Şimdi padişah bu attan aşağı inmiyor, ne ahırın içinde, ne dışında, ne atı yem yerken, ne de terslerken, işte ben bu saatte bir şey yedim ki, eğer başkası benim yerimde olsaydı üstündeki elbiseyi parça parça ederdi. Ben yenimi çözdüm ve bir saat başımı önüme eğdim. Allanın lâtif kulları vardır. Nihayet erlik kuvvetinden Tur dağı parça parça oldu. Bugün o şey ki, ondan bütün âlem bir şey elde eder ve o şeyden her şey meydana gelir. (M. 266) Bugün gördüğün ve bildiğin her lâtif ki bu lâtif ondan var olmuş ve meydana gelmiştir. Bundan daha lâtif ve bundan daha iyidir. Derler ki: Allahdan bir nişan var ki, gülelim. Sen inayet ve rahmette kimden daha üstünsün? Allah dedi ki: Her kim benim Allahlığımı çok anarsa ya dilden anar ya candan.
Bayezidi Bistamî (Allah ruhunu kutlu kılsın) hangi şehre gitse önce o şehrin kabristanlarını ziyaret eder, orada dolaşmak isterdi. Nasıl ki biri Ibni Abbas'dan sordu: Ey Peygamberin amcası oğlu! Gönlüm şöyle biraz gezip dolaşmak istediği vakit nerelere gideyim? Ibni Abbas buyurdu: Gündüzleri mezarlıkları dolaş, geceleri de gökyüzünü seyret.
Bayezid kabristandaydı, dolaşıyordu. Orada çamurlanmış insan başlarına rastladı. Gönlüne bir ilham geldi. Eline al ve dikkatle bak denildi. Bazı kulaklara baktı, çamurla tıkanmış; bazı kulak delikleri de öteki kulağa kadar açık idi. Bazı kulaklar da boğaza kadar tıkalı idi. Yarabbi! dedi, halk bunların hepsini eşit görür, halbuki sen bana değişik halde gösterdin! Şimdi niçin o topraklar bana ayrı sıfatlarda göründü?
Bayezid'e şöyle ilham olundu: Kulağında hiç delik olmayan başlar, bizim sözümüzü işitmemiş olanlardır. Bir kulağından öbür kulağına kadar delik olanlar ise sözlerimiz, bir kulağından girmiş, öbür kulağından çıkmış olanlardır. Ama kulağından boğazına kadar delik olanlar, sözümüzü kabul etmiş olan başlardır. Olaki bir gönül ehli. bir kişinin ölümünü ister. Ancak maKsatsız olarak cisminin ölmesini değil, ruhunun ölmesini ister. Biri dedi ki: O dervişi ziyarete niçin gitmedin? Allah'ın, "Hasta oldum beni görmeye gelmedin," hitabını işitmedin mi? öteki cevap verdi: Yüreğim yufkadır, içimden doğmadı.
Allah Peygamberi (Allahın selât ve selâmı üzerine olsun) bütün nazik ve nazenin kalbi ile Allah dervişlerinin selâmını kutlu sayarlardı. Onlarla birlikte vere oturur, sözlerini dinlerdi. (M. 267) Dervişin kadrini bilmeyenler bir bahane uydururlar. Eğer ona değer vermemiş olsak bir fitne olur. Bir günahkâr için, yüzü kara olmasın, derler.
Günahsız, salih bir kişiyi dışarı atarlar. Şüphesiz iyiyim, şüphesiz kusursuzum, yüzüm ak alnım açıktır, der. Aslını kurtarır ama dalını kuvvetlendirmek için kendini alçaltır. Halbuki, o asla aziz olmayacaktır. 'Koyun, başını iki yüz bin altın değerinde görür de yattığı ağılın kapısını görmez. Çünkü onu arkada bırakmıştır. Asıl odur. Sevinçten kurtulur, gama taparlar. Bu varlık ki, onunla mağrurlanmak bütün gam ve kederdir! Sen bu saatte gamlısın, ama değilim, diyorsun! Dedi ki: Biz şad olmayanların gamını istiyoruz. Gamın başka bir dalı daha yoktur. O böyledir. Halbuki sevinç saf ve lâtif bir su gibidir. Her yere dağılır. Açılmak üzere olan bir çiçeğin açılmasına engel olmaz, insan oğlunun bildiği şey, "Allahtan başka Allah yoktur," sözüdür. Onun takati buna yeter. Adem oğlu ne bilir ki! Bir zülüf ve ben görünce bir teşbih yapar, yoksa zülüf nerede, ben nerede. Şair şöyle diyor:
Zülfünü cehennemdekilerin ellerine kaptırırsan,
Cennet güzellerinin benlerinden bana utanç gelir.
Cehennemde zülüf neye yarar? Gerektir ki, Allah yolunda çözülsün. Göz ve kulak açılsın. Allah Erenleri ile birleşsin, kendine tapmaktan kurtulsun. Çünkü Allah'a tapmak kendine tapmaktan vazgeçmek demektir. Nihayet dinde pirlik mertebeyledir. Ondan dolayı daha hararetli olmak gerektir.
Bir divane vardır ki, gaipten haber verirdi. Tecrübe için onu eve kapatırlardı. Ama sonra dışarda bulurlardı. Bir gün babam benden yüz çevirmişti, halk ile konuşuyordu. Divane hiddetle babamın üzerine yürüdü, yumruklarını kaldırarak, yoksa bu çocuk hakkında mı konuşuyorsun? dedi ve beni işaret ederek hoşça kal! dedi. Saygı göstererek uzaklaştı. Asla zar oynamadım, çok zorluğa da katlanmadım. Ancak tabiatım icabı elim bir iş tutmuyordu. Her nerede bir vaaz ve konuşma varsa oraya gidiyordum. Çünkü o iş için dünyaya gelmiştim. Tıpkı Isa Peygamber gibi. Isa Peygamber, ilk süt emdiği günlerde bir tek söz söyledi, ama başkaca konuşmadı. (M. 268) ünce söylediği kendi isteği ile değildi. Atıcısı olmadan fırlatılan ok gibi. Annesinin memesine sarıldı. Çünkü ilk sütün tadını o tattı. Nasıl ki, Kur'an'da Hazreti Musa hakkında, "Biz Musa'ya başka süt anneleri haram kıldık ve Musa'nın annesine onu emzirmesi için vahyettik," (Kasas Sûresi, 7/12) anlamındaki âyetler malûmdur. Fakat annesi ölmüş olan birini de mahalledeki bir köpekçiğe emzirirler. Çocuk bu köpeğin sütünü emer, fakat onun huyunu da kapar.
Beyit:
Sütten yavruya geçen bir huy
Can ile birlikte cesetten gelmiştir.
İnsanoğlu, sütü annesinin göğsünden emer, hayvan yavruları da annelerinin bacaklarının arasından emerler. Arada sütten korkanlar da vardır ki bunlar önce söylediğim gibi annesi ölmüş olanlardır. Halbuki aksine olarak annesi ölenlerin, anneleri ölmemiş kendileri ölmüşlerdir. Anne, sütüm kurudu, der. Halbuki gerçekte bunun aksini söyler. Sütü kurumamıştır; kurumuş olan ancak sütün kalıbıdır, istidattan ve kabiliyetten ileri gelmektedir. Bir kuş yavrusunu karanlık bir kuyuya bile atsanız vakti gelince öter, çünkü o vaktini bilir. Bizim kuyudan çıkardığımız, öğretip yetiştirdiğimiz kimseler var ki, yedikleri mutlak helâldir. Yani el emeği ve alın teridir. Bu ruhun gıdasıdır. Nasıl ki, "Elinin emeği ile ve alın teri ile geçin," buyurulmuştur. Yani ruh gıdası ye! demektir. Onlar Kur'an ve hadislerin mânalarını ne bilirler? Kur'an onlara yüz türlü nikab bağlar. Kur'an'da, "Ona ancak temiz ve abdestli olanlar el sürebilirler" (Vakıa Sûresi, 79) buyurulmuştur. Ancak bazıları Kur'an'ın o güzel yüzünün duvağını nasıl açarlar? Mütabaat, yani Peygambere uyma konusunu yorumluyorum. Bilmiyor, kendi kendine söyleniyor, acaba bu mütabaat nedir ki? Mütabaat önünde duruyor, tekrar önüne düşmüştür, ama o bunu göremiyor.
Musa Peygamber, (Allah'ın selâmı üzerine olsun) nebi idi. Resul (kitapla gönderilmiş peygamber) ile mertebesi yüce peygamber arasındaki farkı sormuyorum. Zahir bilginlerinin aldanmış oldukları o farktan başka bir şeyi, mütabaat sözünü söylüyorum. Şaşırıyor, hatırı nerelere dağılıyor. (M. 269) Mütabaat evinin kapısına geldi, ama bilemedi.
Musa, git su getir, diye bir dervişin eline bir testi vermişti. Musa Mülekat'a gitti, ama mütabaatı göremedi. Muhammed (S.A.) mütabaatı tanıdı. O dervişi görünce iltifata lâyık buldu, ona uygun sözler söyledi: Açlık çekiyor musun? Safa buluyor musun? Aynayı temizleyerek dostların yüzüne tutuyor musun ki kendilerini görsünler. Fakat ayna kirli ve kötü tozlarla örtülmüş olursa, dostların önüne tutmuşsun, ne çıkar?
Vakit müsait değil. Yoksa Allah'a iyi ödünç verme bahsini tefsir eder ve size iyi ödüncün ne demek olduğunu anlatırdım.
Nasıl ki sen de insaf ederek dersin ki: Bu sözü kürsüden konuşmak yazık olur. Çünkü bu helâl rızık yiyenlerin sözüdür. Derim ki: Bunda iki mâna vardır. Biri açıktır, öteki mânası, yani, yemesi kolaydır, yahut yiyenin yolu aydındır, demektir.
Dalgıç dedi ki: Ben çok uğraştım, ama senin kısmetine bu çıktı! Bezirgan, inci tüccarı, eğer bana hiç bir şey kalmadı ise giyindiğim şu elbiseleri al, dedi. Elbisesini sırtından çıkardı, ona verdi ve ilâve etti: Bir daha gel! Dalgıç mademki bu benim niyetimin bozukluğundan oldu, ben de şimdi niyetimi düzelttim. Eğer bu adamların niyetleri bozuk değilse ben de aldığım malları geri vereyim diye, kendi kendine böyle bir niyette bulundu. Onun bu gerçek kararı doğru çıktı. Çünkü o denizin dibini biliyordu. Orada inci vardı. Bunu eğer kendin elegeçirebilirsen keyfine bak, başkaları için bulursan elini onun boynuna uzat! Ama başka birini bulamazsan elini kendi boynuna götür! Nasıl ki, sofinin biri her gün yeninin içine bir nevale saklardı. Yüzünü ona çevirerek ey nevale derdi, eğer başka bir şey bulursam sen kurtulursun, yoksa elimdesin.
Şeyhi gamlı gördüğün zaman bile ona bağlan! Daima ona yapış ki, seni tatlı ve olgun bir meyve gibi yetiştirsin. Çünkü senin olgunlaşman ve beslenmen o bulutun bereketindendir. iyi kişi vardır, ama bilgisizdir, iyi bir adam tevekkül ettim der, ama bilgisi yoktur ki tevekkülün yeri neresi olduğunu anlayabilsin.
Nihayet mütabaat odur ki, deveyi dizinden bağla, sonra Allah'a tevekkül et nüktesine uygun olsun. (M. 270) Yani Hazreti Peygamber tevekkül göstermedi. Bu kadar savaşlarla uğraştı. Arif değil miydi? En iyi adam değil miydi o?
Gerçek bir Allah adamının eline sıkıştıracağın bir akçe, başkalarına vereceğin yüz akçeden daha makbuldür. Çünkü o bir akçe hayır yoluna gider. "Allah'a ödünç verin," buyurulmadı mı? Hakkın eli vardır diyorlar. "Sadaka yoksunun eline düşmeden önce Allah'ın eline düşer." Yüzlerini Allah erlerinin hizmetine çevirmiş olanların ellerindeki bir akçe böylece değer kazanır. Çünkü o da bunu böyle bir hayıra sarf edecektir. Hayır Allah'ın kuludur. Hayır Allahdır. Allah'a ant içerim ki, hayır söyler: Alem külliyat (tüm) iledir. Cüziyat, yani parçalar ile değildir. Nasıl ki, parçalar âlem olmadığı gibi, toplu varlıklar da âlem değildir. Çünkü tümden bütün parçaları çıkarırsanız, tüm yerinde kalmaz.
"önce yoldaş, sonra yol" derler. Bu yol için nasıl yoldaşlar gerektir? Bütün bu âlem perdeler ve örtülerdir. Adem oğlu, dünyaya ayak basınca Arş.Kürsi, yedi kat gökler, gökyüzü ve kendi kalıbı onun örtüsü oldu. Hayvanî ruh, hayvanî örtü, kutsal örtü, böyıece önü örtü içinde, perde perde içinde ta marifet'in bulunduğu yere kadar gizlenmiştir. Arif de sevgilisine nispetle hem bir perdedir, hem değildir.
O nasıl sevgilidir ki, arif onun önünde düşkündü"?. Falan şeyh çilede idi. Arif kimdir, sevilen kimdir? diye düşünceye dalmıştı. Kendini geniş bir çölde yürürken gördü. Suyu ve çamuru olmayan bir çöl. öte taraftan başka bir şeyhin geldiğim gördü. Şeyhe yaklaştığı zaman sordu: Sevilen kimdir? Seven kim? Şeyh şu cevabı verdi: Seven öte yandan geliyor, sevilen de bu tarafa gidiyor. Mehtabın aşağı indiğini gördü. Bir mescidin kenarında oturdu. Bir kapı açıldı, kim gelecek diye bekledi. O şeyh gelerek bir köşede oturdu, kendisinde garip bir hal belirdi. Onlar bu halin onun çile dışındaki hali olduğunu sandılar. (M. 271) Çilede olunca bu halin neye varacağını düşündüler. Meğerse onda bir vecd hali belirmiş. Nasıl ki her zaman da bu hal belirmekte idi. Şeyh bu halin ne olduğunu anladı ve gülümsedi.
Yüzünü yıkadığın vakit şüphe yok ki yıkayan Allahtır. Buyurur ki: Abdest üzerine abdest, nur üstüne nurdur. Abdest sensin, abdest üstüne abdest yine sensin!
Hasan ve Hüseyin, Sahabelerin arkalarından yürüyorlardı. Yolda Hazreti Peygamber ve hepsi su yolunda birleştiler. Abdestler su ile tazelendi. Hazreti Peygamber bunlardan sordular, abdest ne ile tekrarlanır? Ey Allahın Resulü, dediler. Senden işittik ki, abdest üstüne abdest, nur üstüne nurdur, buyurdun. O zaman sen abdest alıyordun ve vecd halinde idin! Allah hayatını bahtiyar etsin, bu tavsiyeyi muhafaza et. Bir kimse sana bir söz naklederse, o sözde cefa ve ürküntü varsa onu söyleyene iade et ve eğer derse ki: Bu bir maslahat ve bir şerrin giderilmesi için söylenmiştir, isterse bir hiddet zamanında, bir hakkın yerine getirilmesi için söylenmiş olsun, hattâ bunun bir kaç misli de fazla sözler söylemiş bulunsun! Sevgili bin bir sevgiden ve muhabbetten sonra tek bir günah ile gelse ona nasıl yardım edilmez? Şu halde bu tavsiyeyi korumaktan da sana faydalar vardır. Birinci fayda şudur : Bunu haber veren kişi söz taşımaktan vazgeçer, ikinci fayda şudur: O söz söyleyene de erişir. Söylenmemiş söz de ortada kalmaz.
Nitekim bir söz söylenmedikçe nasıl duyulur. Söyleyen bunu söylemişse sonradan utanç duyar; keşke söylemeseydim, der. Eğer söylememişse nebilerin daha çok sevgilisi olur. Çünkü onlar bunu işitseydi hoşlarına giderdi.
Bu sözleri ve bu öğütleri körler için söylüyorum. Çünkü onlar karanlıkta yarı ölmüş bir halde yürürler. Ancak ellerinde bir deynek olursa çukura düşmezler, belleri kırılmaz. Yarım görenlere bu öğütleri vermek gerekmez. Çünkü onlar yine de görürler. Bugün, her kim bir kimseden seni incitecek bir şey naklederse, sen o nakleden kişiden incin! Çünkü ona karşı öfke ve incinme gösterirsen burada fadalar vardır. Bil ki, onlardan öğrenmekte büyük bir perdedir, insan onunla alçalır. Güya bir kuyuya veya bir hendeğe düşmüş gibi olur. O zaman sonunda, şunun bunun çanağını yalamakla meşgul olduğuna pişman olur. (M. 272) Bakî ve ebedî gıdadan mahrum kalır. Sözün ve sesin sonu, kâsedir demiştim. Nakledilen bu sözümü tekrarlamak için dinlemek gerekmez. Dün birisi geldi. Benden ona bazı şeyler anlatmışlar. Yüzüme atıldı, benim hakkımda niçin böyle söylemişsin, ben bu kadar büyüklere hizmet ettim, hepsi beni beğenmiş ve aramıştır, hiç biri ayrılmama razı olmamıştır, dedi.
Sorunu daha edepli sor ki, sana gereken cevabı vereyim dedim. Daha edepli konuşabilmek için bir saat oturmalıyız ki, nefsim sakinleşsin deyince; ben, iki saat bekle ki, nefsin sakinleşsin, cevabını verdim. Bir saat oturdu ve hemen söze başladı: Herkes yanında beğenilmiş ve iyi tanınmıştım, herkes beni iyi adlarla anıyordu. Senin yanında niçin böyle kötü duruma düştüm. Sonra ilâve etti: Şimdi sen bana ne ad takacaksın?
Ona dedim ki: Eğer Müslüman olursan, Müslüman derim sana, yoksa kâfir, dönme ve daha aşağılık şeyler söylerim.
Bugün eğer nefsine uymadan söz söylüyorsan söyle, yoksa sana başkaca cevap veremem!
Sübhanallah! Her şey insan oğluna fedadır, insanoğlu da kendi nefsine. Allah, "Hiç şüphesiz semaları, şerefli yarattık," yahut, "Şüphesiz Arş'ı şerefli halkettik," buyurdu mu? Arşa çıksan hiç bir faydası yoktur. Arşın yücesine çıksan da yerin yedi kat altına girsen de faydası yoktur. Gönül kapısını açık tutmak gerektir. Bütün nebilerin, velilerin ve erenlerin can attıkları bunun içindir, bunu arıyorlar. Bütün âlem bir kişinin elindedir. O kendini bildiği için her şeyi de bilir. Tatarlık sendedir. Tatar huyluluk da sendeki kahir sıfatıdır. "Kavmini hidayete eriştir. Çünkü onlar bilmezler," yolundaki dilek benim parçalarımı doğru yola yönelt demektir. Onlar kâfir oldular. Ama yine onun parçası idiler. Eğer parçası olmasaydılar, ayrı ve bağımsız olurlardı. O zaman kül (tüm) nasıl olurdu? Yukarıda, âlem külliyat iledir, cüziyat ile değildir diyorduk. Külliyat deyince hangi parça dışarıda kalır?
Çıplak bir derviş yola gidiyordu. Acıktığı zaman ne kadar zorlasalar hiç kimseden bir lokma yiyecek almıyordu. O hale böylece katlanıyordu. Bir gönül sahibi sebebini sordu. O inkâr ediyordu. Yüzünü ona çevirdi. Evet, dedi, gel, denedin, mustarip olduğumu anla.
Şiir:(M. 273)    
Ayda onun yüzünden bir eser kaldı
O melek huyludan ayda bir iz kaldı
Hayır, hayır nereden nereye, ay kim oluyor?
Can onun kulu oldu ve yalnız o kaldı.
Ay dün gece yastığının üstüne düşmüştü
Kıskançlığımdan   elimi, ayağımı yere vurarak çırpınmaya başladım.
Ay kimdir ki, seninle bir yerde otursun?
Sen  cihanı dolanmış,  parmakla gösterilen bir güzelsin!
Allah adamları bütün ömürlerinde bir defa özür dilerler, bundan dolayı da bir defa pişmanlık duyarlar. Biri ağlıyordu: Kardeşimi Tatarlar öldürdü, ne bilgin adam idi o! Ona şöyle söyledim: Eğer sende de bilgiden eser varsa onu Tatarlar kılıç darbesi ile ebediyen diriltmişlerdir. Vaızlar o hayatı ne bilsinler? Kürsüye otururlar, bağırmaya başlarlar. Dünya müminin zindanıdır derler. Biri zindan kaçmışsa ona ağlamak gerektir. Yazık niçin buradan kaçtı diye acınır ona. Zindana Tatarlar delik açtılar. Eğer o başka sebepten kaçtı ise, bir yerden başka bir yere göçmüştür. Halbuki sen o kazmayı o zindanın duvarına niçin vurdular, diye ağlıyorsun! O taşa niçin vurdular diyorsun! Onlara acınmaz. O güzel mermer belki onun ayağına takılmış bir tomruk idi. O da dışarı fırladı. Halbuki sen feryat ediyorsun, başını yüzünü yumrukluyor, ne yazık ki o tomruğu kestiler! diyorsun. Yahut içine düştüğün kafesi kırsalar eyvah niçin bu kafesi parçalasınlar ki, bu kuş kendini kurtarsın, diye sızlanıyorsun. Yahut da, bir çıbanı deşiyorlar, içindeki cerahatlar, pislikler dışarı çıksın diye. Sen hemen feryadı bastırıyorsun: O çıbanı niçin deşsinler? içinde birikmiş olan cerahat niçin dışarı aksın?
Hak erenlerin ziyaretini ihmal etmeyin, demek arif ve kâmilin hizmetinde bulunun anlamına da gelir. Aman köylüye de ikram edin, diye buyurulmuştur. Yani bilgisiz ve aklı eksik olanların sohbeti kast edilmemiştir. Halk madenler gibidir. Altın madenine benzer.
Derler ki: Hazreti Hamza ile Abdurrahman birlikte uzun bir yolculuğa çıkmışlardı. Yeryüzündeki acayip şeyleri görmek ve gezmek arzu ediyorlardı. (M. 274) Fakat gittikleri yerde birtakım karıncalar peyda oldu. Herbiri, Allah korusun, bir kaç fil kadar korkunç idi. Bunların âdeti de savaş zamanında herkese karşıdan saldırmamaktı, ancak bir kişiye hücum ederlerdi, önce Hamza fırladı, karıncalara bir ok attı. Sonra başka bir aslan geldi, ona da attı. Böylece on tanesini vurdu. Sonra gerisin geriye kaçarak gemiye sığındı. Daha sonra da Abdurrahman'ın hayatını kurtarmaya uğraştı. Okunu yaya yerleştirdi iki karınca onun tarafına saldırdı, ama oku bir işe yaramadı. Hamza bağırdı, geri kaç dedi. Bu senin işin değil. Abdurrahman da kaçarak gemiye sığındı. Karada bir acayip şef er oldu, ama bu yolculuğun önemli tarafı onların deniz yolculuğu idi.
Mısra:
Uzun külahım var, geceleri uzun konuşuyorum.
Dervişin biri bir dükkân sahibinden sadaka istedi. Dükkâncı onu savmak için hazır bir şey yok dedi. Ben de dükkâncıya bu derviş azizdir, çünkü ona bir şey vermedin, dedim. Allah kısmet etmemiş cevabını verdi. Tekrar dükkâncıya Allah kısmet etmiş idi, ama sen engel oldun dedim. Gözümle gördüğüm bir şeyi nasıl gerçekleyeyim. Eğer sen elini bu dağarcığa sokcaydın dağarcığın başı elini sıkıştırmış ve yaralamış olsaydı, ben de gözümle görünce, evet derdim; Allah istemedi.
Ey görünmeyen lütuflar sahibi. Görünmeyen lütuf odur ki, günah işlerken verilir, yoksa gizli ibadette lütuf olmaz.
İki kişi bir gemi yakalıyorlar, yahut savaş ediyorlar; bunlardan hangisi yenilgiye uğrarsa Hak onun tarafındadır. Galip gelenin tarafında değildir. Çünkü ulu Allah kutsal hadiste, "Ben kalbi kırıkların yanındayım " buyurmuştur.
Bir zümre vardır ki, onların yanında bütün sövmeler, hakaretler pek kolaydır; kuvvetli küfürler, hakaretler onlara göre bütün işlerini yarına bırakmış olduğun içindir. Yani bu güne ne oldu ki, sen bunu günlerden saymadın! Bu günün ne günahı vardı ki, hesap dışı kaldı? derler.
Şiir:
Nerde o yeminler, nerde o verilen sözler?
Aşkta ağır davrandın, ama çabuk kaçtın!
Aşkınla beni tutsaklar gibi bağlamıştın,
Anladım ki ancak ben sana âşığım, sen sevgiyi bana bırakırsın! (M. 275)
Şimdi yol üstünde oturup mazlum kılığına bürüneceğim,
Senden davacı olcağım, bana zulmettin!
Olaki, bu ayrılıktan kurtulup sana ulaştığım zaman bana acırsın.
Yahut beni nasıl belâya soktuğunu açıkça anlarsın!
Zaman zaman arzuladığın şey bu gün eline geçti. Yemin nerede kaldı? Yani konuştuğumuz sözlerin sonucu ne oldu? Sözlerimiz böylece geçti gitti. Sen büyük adamsın, Kur'an tefsiri okuyorsun. Tam âlim olan her insan da büyük adamdır. Ama Allahdan tamamiyle boşanmış ve kendi benliği ile dolmuştur.
Diyelim ki: Bu saatte bir Rum Müslüman oldu, Allah kokusunu aldı, gönlünü o koku ile doldurdu. Yüz bin peygamber onun gönlünü boşaltamaz.
Bir çok ağlayışlar vardır ki, Allah'a perde olur, kulu Allahdan uzaklaştırır. Şimdi açıkça söyle, konuştuğumuz mesele hakkında ne yaptın, dedi. Ona dedim ki: Sözlerin nişanı nedir ki, söylüyorsun? Onlar nasıl cevap veriyorlar? Kulağım ağır işitir, gel kulağıma söyle!
Şiir:
Dost söze başlayınca kulağımı sağır ettim,
Onun sözlerinin tatlılığından, aslanlar ava çıkar,
Benim için bunda bir zorluk yoktur ama,
Onun sözlerini hatırlamak istiyorum.
Şöyle buyurmuşlardır: Melekler Allah'a yalvardılar, falan mümin kulun sana bu kadar yalvarır, ağlayarak yardım diler. Sen yabancıların bile duasını kabul edersin! Onun dileğini de kabul etsen ne olur? Ulu Allah buyurdu: Beni kulumla başbaşa bırakın! Siz benden daha merhametli değilsiniz. Ben onu seviyorum ve onun sesinden hoşlanıyorum. Bazı kulların dileklerinin en geç kabul edilmesi, muhabbet ve sevgi yönündendir. Bir zaman olur ki, övmek ve beğenmek kula zahmet ve hicap olur. Söz tekrar geri sıçrar. Bir vakit olur ki, eğer beğenmezse ister ki onu parça parça etsin, sonra yine bir an olur ki, ağlamak ona hoş gelir. Halbuki başka bir saatte ağlamaktan da incinir, gülmekten de.
Hocentli Şemseddin ailesi için ağlıyordu. Biz de ona ağlıyorduk. Ailesi için ne ağlıyor! Biri Allahsına kavuştu diye ona ağlıyor, ama o, kendisine ağlamıyor. O kendi halini bilseydi, kendisi için ağlardı. Belki bütün ailesi fertlerini çağırır, akraba ve hısımlarını toplar için için ağlardı.
Hakta değişme yoktur, ama değişme sendedir. Nasıl ki ekmeği bazan sever ve ararsın, bazan da ondan bıkar, yüz çevirirsin, bir dost ile bazan muhabbeti kızıştırırsın, sana çok^sevimli görünür. Sanırsın ki, biricik sevgilin odur, bir saat sonra duyguların başkadır, o dosta düşmanlık gösterirsin. (M. 276) Eğer sen evvelki o dürüst hal üzerinde kalsaydın daima istenilen ve sevilen adam olurdun. O hale erginlik derler. Acaba bu erginlikten ne anlaşılıyor? işte bu erginlik hakikati açıkça görmek demektir.
Kuran'da,"Bu dünyada kör olan ahirette de kör olur," (Isra sûresi, 72) buyurulmuştur. Nihayet bu kör insan, Hakkı, dünya gözü ile açıkça görüldüğü gibi göremeyecek bir halde kalacaktır. Ama nasıl olur da, "Kalbin Rabbimi görünceye kadar", diye öğünebilir?
Erginleşen kimse erdiğini bilmez, Aksaray'a gider ama Aksaray'a vardığını bilmez. Ama oraya efişinceye kadar da hep korku ve yalvarma içindedir. Acaba varacak mıyım? Yoksa varamayacak mıyım? diye şüphede kalır. Onlar derler ki: Görmediğimiz şeyin arkasından koşmayalım. Halbuki o görünmeyen şey de der ki: Onlar arkamdan koşup yorulmadıkça kendimi göstermeyeyim. Hal böyle olunca onlar önce kendi sözlerini söylemeden o iş olmaz.
Eğer taklit etmek gerekiyorsa bari Kuran'ı taklit etsinler. Nasıl Ki filozofun biri şöyle diyor: Bir hakîm var idi. Dünyanın dört bucağında eşi yoktu, hele tıp ve tecrübeye bağlı bilgilerde çok ileri idi. Öyle köleleri vardı ki, her tel saçları yüzlerce insan değerinde idi. Ama kendinin çok çirkin bir kılığı ve çok iğrenç bir çehresi vardı. O derece ki, pek az şehirde onun eşi çirkin suratlı insan görülmüştür. Yüzü gözü birbirine karışmış, ağzı burnu, gözleri sanki belirsiz gibi görünüyordu. Bu hakîm devasız bir hastalığa tutuldu, ancak insan pisliği ile oynuyor, onu sergilere kilimlere bulaştırıyordu. Birçok hekimler etrafında oturmuşlardı, birbirlerine bakışıyorlar, konuşmak bile istemiyorlardı. Hastanın anlamaması için onun şu çirkin hareketlerinden bahsetmek istemiyorlardı. Halbuki hasta hakîm hepsinin üstadı idi. Sükûtlarının sebebini anladı, onlara evet dedi biliyorum ki falan şeyi yemek lâzım. Onu yemek gerekli ama bir kere zavallı hasta bunu çok sever.
"Bir saat düşünceye dalmak atmış yıl ibadetten hayırlıdır," buyurmuştur. O düşünceye dalmaktan maksat, özü doğru bir dervişin yanında bulunmaktır ki o ibadette hiç bir yapmacık olmasın. Şüphesiz ki o ibadet, huzursuzluk içinde yapılan aşikâr ibadetten daha üstün sayılır.
Namazın kazası vardır ama huzurun kazası yoktur. Bazı fakir dervişler namazı terkederler. Kalp huzuru olmadan namaz olmaz. Nasıl ki Fatiha okunmadan namaz kılınmaz buyrulmuştur. (M. 277) Onlara göre Fatiha o huzurdur. Bir huzur ki, Cebrail bile gelse göz yaşını içine dökerek, kendisine Rabbinden gel diye çağrılmadıkça, hayır der. Eğer bir parmak daha yanaşırsam yanarım der.
Benim dostlar hakkımdaki düşüncem dürüsttür. Gözümle görmediğim şeyde bile o düşünceye aykırı hareket edemem. Kâfirlerin hakkında bile fena düşünülemez. Diyorum ki: Hakikatte ve en sonunda onların da Müslüman olmayacağını kim iddia edebilir?
Hazreti Ömer (Allah ondan hoşnut olsun), kırk yıl putlara hizmet etti. Dileğini puttan diledi, puta karşı ey put! diye çağırdı. Fakat Allah ona, söyle Ey Ömer! diye cevap verdi.
Hazreti Muhammed'in (S.A.) meclisine bir yoksun girdi. Zengin bir adamda, mağrurlanarak eteğini fakirin eteği üzerine açtı. Hazreti Peygamber öfkelenerek ona bir göz aktardı. Zengin, Ey Allah Peygamberi! dedi, ben malımın yarısını ona vereyim de beni bundan ayır dedi Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.)'dan bir haber bile veremedim. Kureyşî ile Kuşeyrî ve daha başkaları da yüz binlerle yıllar geçse yine tatsız, yine zevksizdirler. Onlarda bir zevk ve bir mâna bulunmaz.
Mısra:
Kendi nefsine tapanlara bir yudum su bile vermezler.
Mecliste bizim sözlerimizi dinleyen bir çocuk vardı, henüz küçüktü. Ama her gün baba ve annesinden kaçıyordu. Bizim hayranlarımız arasına girmişti. Diyordu ki: Benim size hizmet edebilmekliğim için daima yanınızda olmam gerektir. Halbuki babası, annesi ağlayıp sızlıyor, o da ben bu hali öğrenirim de kendisini bırakırım diye korkuyordu. Bu iş böylece devam edip gidiyordu. Çocuk bütün gün başını dizime bırakıyor, annesi ve babası bu halinden dolayı ona itiraz etmeye de cesaret edemiyorlardı. Bir aralık kapıya kulak verdim, aralıktan şu beyti dinledim:
Beyit :
Senin yanında âşıklar kanatlanır uçarlar,
Gözlerinden ciğer kanı saçarlar.
Ben senin kapında toprak gibi oturmuşum. Yoksa başkaları rüzgâr gibi gelip geçerler.
(M. 278) Ona ne söylüyorsun yavrum, dedim, bir daha söyle. Hayır dedi konuşmadı. On sekiz yaşında öldü. Onun tabiatındaki parlak istidadı, zekâyı, letafeti ve kudreti nasıl tasvir edeyim.
İslam'ın sadri terimi, kalpden daha geniş bir mâna taşır. Onun mânası daha engindir. Ama başka bir mânası ile göğüs, vesvese veren şeytanın durağıdır.Halbuki kalp yani gönül öyle değildir. Nasıl ki Allah Şeytan için "halkın kalplerinde vesvese veren", diye buyurmadı; göğüslerinde vesvese veren.dedi. Şimdi islâm'ın o göğsü nerede, gönlü nerede!
Suyun derinliği ağzı ve burnu geçmedikçe insan onun içinde bir derece güvenli olur. Ağız ve burun su üstünde oldukça insan kendi kendine yürür ve yaşar. Ama su içinde tamamiyle batarsa ağız ve burun su düzeyinden aşağıda kalır, boğulur. O zaman ona, ölmüş derler. Bazıları da bilâkis, dirilmiş, der. Her ikisi de doğrudur. Onda bu iğreti dirilik gitti ama edebî hayat başladı.
Büyük Allah erlerinin bazı sebeplerle bir takım sözler söylemesi ayıptır. Ben Hakkım diyerek Hazreti Peygambere uymaktan geri kalmaları, bu sözlerin halkın ağzına düşmesi gerekmez. Bu sözleri söyleyenleri köpekler bile olsa ya öldürürler, ya tövbe ettirirler.
Hazreti Peygamber, Mirac'dan gelmişti. Herkes içinden geçen bir düşünceyi ondan soruyordu. Biri Allah'ı görmekten, öteki Cennetin vasıflarından söz açmasını istiyordu. Hazreti Fatıma (Allah ondan razı olsun), ben onu bilmem, ben korkuyorum, şu cehennemi bir anlat dedi. Yani Fatıma anamızdan maksadı kendisini kusurlu göstermekti. Hazreti Süleyman'dan (Allah'nın selat ve selâmı ona olsun) edep öğrenmişti. "Hüdhüdü göremiyorum ne oldu?" (Nemil sûresi 21) dedi. Hayvan üzerine kusur bulmadı kusuru kendi nefsinde buldu. Nasıl ki, "Sana erişen bir fenalık, kendi nefsindendir," (Nisa sûresi79) anlamındaki âyette buyrulduğu gibi Fatıma'nm inancı da böyle idi, "De ki, her şey Allah'nın katmdandır," (K. 4/80) hikmeti gereğince bir şeyi ayıplarken yukarda söylediğimiz o senin nefsindendir nüktesine dikkat etmek gerektir. Dostlar bilselerdi biz onlar hakkında neler düşünüyoruz, ne devletler istiyoruz onlara! Önümüze can atarlardı. Temiz bir vicdan ne düşünür? Şeytandan, vesveseden arınmış olan bir kalbe, asla şeytan giremez. O kalpte daima melek yerleşir. (M. 279) Nasıl ki Allah, "Ben kalbi, rahmetime mekân kıldım," buyurmuştur. Siz kerem edin de dışarı çıkın. Nihayet kalpler üçe ayrılır. Biri şeytan yuvası olan kalplerdir ki, içine melek de girebilir. Bazan melek dışarı çıkar, şeytan girer, bazan da melek girer, şeytanı kaçırır, ikinci bir kalp de, yalnız melekler yuvasıdır, oraya şeytan giremez. Bu Levhi Mahfuz'da yazılmış olan yazıların etkisidir. Levhi Mâhfuz'un   mütalaasından  bıkıldı mı buna ba karlar. Bir zümre de hiç Levhi Mahfuzdan gözlerini ayırmaz lar; o daima gözlerinin   önündedir. Bu tıpkı şuna benzer: Bir sofra döşenir; ipek ibrişimlerden örtü, altın tabaklar, altın ve mücevher işlemeli tepsiler vardır.Ama ortada ye mekten eser yok. Keşke   o tabaklar ve takımlar tahtadan olaydı da, içindeyemek bulunaydı.
"Görmezsiniz ki, Rabbin alaca karanlığı nasıl açıp yaydı," (Fürkan sûresi, 45) anlamındaki ayetin mânası nedir?
Akıllı insan gerektir ki, bir defa pişman olsun ömründe bir kere tövbe etsin; bu bir defalık tövbe ve pişmanlık da ona çok utanç versin. Her şeyi kendinde görürsün.Musa, İsa, İbrahim, Nuh, Havva, Asiya, Hıdır, llyas, Firavun, Nemrut ve başkaları hep sendedir. Sen sonsuz bir âlemsin yerlerin göklerin ne yeri var? Allah buyurmadı mı: "Göklerim ve yerlerim beni kapsayamaz,ben belki mümin bir kulumun kalbine sığarım." Yani beni semalarda bulamazsın Arş üzerinde bulamazsın! Nerede Allah'ı halka benzeten o sapkın ki, vah Pir Baba! Vah Allah! diye feryada gelsin. Nasıl ki, bir vaiz, Allah'ı altı yönde sanmayın, o ne Arş üstünde ne de Kürsi üstündedir. Allah'a benzer bir şey yoktur, deyince bir teşbihci, yerinden sıçradı. Üstünü başını yırtarak feryada başladı. Yarabbi! dedi, cihandan kayıp mı oluyorsun? Pirimizi cihandan dışarı attığın gibi gizleniyor musun?
Bütün kuşlar Simurg'u (Huma kuşunu) görmeye gittiler. Yolları üstünde yedi deniz vardij bazıları yolda kıştan öldüler, bazıları denizin kokusundan döküldüler. Bütün bu kuşlar sürüsünden iki kuş kalmıştı. Bunlar mağrurlanarak dediler ki: Bütün yoldaşlarımız döküldü, ancak biz Simurg'a erişebildik. Ama Simurg'u görünce de gagalarından iki damla kan süzüldü ve can verdiler.
Bu Simurg, Kaf dağının ötesinde yerleşmiştir. Ama onun o taraftan nereye uçacağını Allah bilir. Bütün bu kuşlar Kaf dağına erişebilmek için can verirler. (M. 280) Ömrü boyunca ve ancak bir gün hal mertebesini bulan kişi, hal ehli olduğunu sanır, canı başkalaşır. Derler ki: Deccal koyun, keçi ne bulursa öldürür, kuşları parçalar, tüyünü kanadını yolar, kolunu büker. Hakkın dürüst kulları ve Muhammed'in izinde yürüyenler, mucizeyi andıran hallerinden dolayı mağrur olmazlar. Bunlar gerçi taklitçidirler. Ama bu taklitçi müminlerin koruyucusu, Allah inayetidir. Zaman zaman o inayetin eseri, örtülü ve gizli kalarak onun canına erişir. O taklid öyle bir kuvvet bulur ki, o haberi, bu Deccalın bin kat kuvvetli görüşü bile veremez. Bugün daima hal üzere olanlar hiç bir zaman ondan kurtulamazlar. Ne yiyip içerken, ne uyurken.ne de pınardan su taşırken o hal ondan ayrılmaz. Kendisi ile birlikte devam eder. Onun hali nasıl olur?
Biri dedi ki: Bu Sema ile ilim adamlarının adını kötüledin! Cevap verdim: Bilmiyor musun ki, iyi ile kötü, kâfirle Müslüman arasındaki fark, ancak onlara yani sema edenlere aşikâr olur. Diyordu ki: SenAllah'a oynayarak mı erişebilirsin? Dedim ki: Sen de oyna da Allah'a eriş, iki adım sonra yetişirsin!
Bir gün nükte söylüyordum, Kuran'da "Bu şeydan işidir" (Kasas sûresi, 15) anlamındaki ayetin yorumunu anlatırken dedim ki: Allah Resulü buyuruyor ki, "Şeytan Adem oğullarının sinirlerinde, kan damarlarında dolaşır.'1 Ama bu şeytan külâhlı Türkmen suretinde değildir ki tanımak mümkün olsun. Kıptiye tokat vururken, Musa Aleyhisselâma gelen hiddet şeytan idi.
Celali Verkam'yi sıkıştırdım, bu şeydan nedir? dedim. Benim söylediğimden başka, Kıptiyi öldürmekteki sebep ne idi? Söylediğin doğrudur sen de benim söylediğim şu şeytan suretini kabul ve itiraf et. Ben ona akla uygun diyorum. Senin söylediğin şeyleri herkes herkese söylemiştir. Herkes nihayet herkestir. Sen diyorsun ki; Dinin sağlamlığı ile ilgili bütün ilimler, Hazreti Muhammed'in (S.A) bildiği şeylerdir. Muhammed'e de mi herkes diyorsun? O daima bunun iyi olduğunu söylerdi. Ancak her şeyi yerine göre herkese vermişlerdir.
Musa Peygamber diyordu ki: (M.281) Ey Allahm! Firavun yapacağım davete uymazsa ne faydası olur? Allah, sen vazifeni geri bırakma buyurdu.
Allah'ın öyle kullan vardır ki, onların konuşmalarını kendi aralarında yine kendileri dinler ve anlarlar. Bahsettiğim o dostları sizin de görmeniz gereklidir. Bizden biri Abdal kılığındadır. Diyor ki: Bana, kancık diye dil uzatıyorlar. Halbuki" ben kancık değilim, ancak şu oyuncu kadınla düşüp kalkmak gerçi bana yaraşmaz ama benim için onunla birlikte bulunmak hoştur, o da benden hoşnuttur. Hele bana öyle külah eder ki, sorma! Gerçi benimle yatıp kalkması yoktur ama bana yağlı yemekler sunar; ben de yiyemem. Bana niçin yemiyorsun? der. Utanırım derim. Maksadım, dervişler üstüne konuşmak ve şunu anlatmaktır: Eğer isteğim yoktur desem, bu dervişlere ulaşmaz, burada yemekten utanırım desem ettiğin aptallıktan utanmıyorsun da yemek yemeden mi utanıyorsun? derler. O kadın da der ki; Onun yoldaşları vardır, onlarla yemek istiyor. Bugün onun kim olduğunu söylemedim. Yüz aptala hizmet etmelisin ki, o bir aptala erişebilesin. Onun başının sadakası olsun. Ona karşı can ve gönülden bağlılıkta, onu korumada gösterdiğin derin ilgi ile o candan bağlılığın, verdiğin sadakanın zevkinden bile haberi olmadı. Yani son derece meşgul bulunman yüzünden keşke bundan daha iyi olsaydı, bundan daha çok olsaydı diye acınmaya başladın.
Bayezidi Bistami hacaa çok defe yaya olarak giderdi. Yetmiş defa hac etmişti. Bir gün hac yolcularının, çölde su sıkıntısından çok perişan olduğunu gördü. Nerede ise susuzluktan ölüyorlardı. Hacıların toplanmış oldukları bir kuyu başında bir köpek gördü. Hayvan bitkin bir halde kendine bakıyordu. Bayezid'e ilham geldi. Bu köpeğe su yetiştir diyor ve bağırıyordu: Makbul bir hac sevabına bir bardak suyu kim satar. (M.282) Hiç kimse bu çağrıya aldırış etmedi. Sonra artırdılar: Yaya olarak yapılmış beş hac sevabı, altı, yedi derken yetmiş haç sevabına kadar artırdılar. O ben vereyim diye seslendi. Bayezid'in hatırından şöyle geçti. Ne mutlu bana ki, bir köpek için aldığım bir bardak su ile yetmiş piyade hac sevabı satın aldım. suyu hemen bir çanağa döktü, köpeğin önüne koydu. Köpek yüzünü çevirdi. Bayezid yüz üstü kapanarak tövbe etti. Kendisine ilahi bir ses geldi: Allah için yaptığın bir iş dolayısiyle, daha ne kadar zaman, şunu yaptım, bunu yaptım diyeceksin? Görüyorsun ki bir köpek bile bunu kabul etmiyor. Bunun üzerine Bayezid, Yarabbi! dedi; tövbe ettim. Bundan böyle bir daha yanlış düşünceye kapılmam. Bunun üzerine derhal köpek başını çanağa batırdı, suyu içmeye başladı.
Şiir:
Sen öyle bir sevgilisin ki,  
yüz türlü şefaat dileklerim,
yüz türlü yalvarışlarımla,
Ayağına bir öpücük kondurayım diyorum bırakmıyorsun.
Evhadüddin Kirmani'yi andıran bir hayalatcı önce yolu nü ilimden sapkınlık yönüne çevirir.Ondan sonrası ilimdir, ilimden sonra da, doğru ve çok iyi hayalat gelir. Daha sonra da gözünü açmak, uyanık davranmak ister. Gerçek taklitçi, büyüklük arzusu ile bir gidişi ve bir yolu ortadan kaldırmak isteyen kimseden daha iyidir. Ben bir kör gördüm ki, elini gözü açık birinin sırtına koyar ta Aksaray'a kadar yürürdü. Başka bir kör de gördüm ki, o da bir gözü açığın arkasına katılmıştır. Ama kendisinde görecek göz yoktur. Kılavuzsuz yola düşmüş ölüm yolunu tutmuştur. O hem yokluk içinde ömür sürer, hem yokluk içinde can verir. Yahut açlıktan, susuzluktan eline geçen bir avı yer.
Şu Avam denilen topluluk beş vakit namız kılarlar ki, azaptan kurtulsunlar. Yazıklar olsun onlara ki, Hazreti Muhammed'e uymaktan kendilerini uzaklaştırmalardır!
Bir Çöl Arabi Peygamberden sordu: Ey Allah elçisi Allahın emri nedir?
Beş vakit namazdır.
Ya oruç?
Otuz gündür, zekât da öyledir.
Arap tekrar sordu. Bana bunlardan başka bir teklif var mı?
Hayır, buyurdular.
Öyle ise ben bundan fazla bir yapmayayım dedi ve dışarı çıktı.
Arap dışarı çıktıktan sonra Hazreti Peygamber buyurdular ki: O bunları yapmakla kendini kurtarır. Bunlar da derler ki: Ne âlâ! Öyle ise biz de bu kadarla yetinelim Mütabaat'tan yani peygamberin izinde yürümekten vazgeçerler.
Göz açıklığı demek, ilk doğuşta, gözü Güneşin kaynağına açılmış ve onun ışığına alışmış olmak demektir.
(M. 283) Derler ki: Sen Aydan söz aç, Ütaritten bahset. Nasıl söyleyebilirim? Güneşin alemde bir ay olup olmadığından haberi yoktur. Ay da böyle bir zavallılık içindedir. Gezegenler de. Bu Ayı herkes görür, ona bakarlar ama Güneş ile Ay arasında ışık cihetinden hiçbir nisbet yoktur. Çünkü hiç kimse Güneş yuvarlığına bakmaz, göz buna güç yetiremez.
Semender garip bir yaratıktır. Ateşteyanmaz ama suda boğulur. Kurbağa, denizde boğulmaz ve sudan ona bir ziyan gelmez. Ama ateşte yanar. Ne ateşin yakabileceği, ne de suyun boğabileceği bir hayvan, bulunmaz bir yaratıktır.
Kuran'da "Bil ki, şüphesiz o Allah, kendisinden başka Allah olmayan Allahtır. " (Muhammed sûresi, 19) buyurulmuştur. Bu ayete "Bil!" hitabı ile gelmiş bir emirdir. Yani ilim tavsiye eder. Yine aynı ayette, "Günahına tövbe et," hitabı da bu geçici varlıktan kurtulmak için ayrı bir emirdir. Sonradan var olan bu vücud nasıl olur da başlangıcı olmayan âlemi görebilir? Senin cismin daha dünküdür. Ruhunu da bir kaç gün daha önce yaratılmış farzet. Bunu yüz bin yıl saysan yine azdır.
Ömer (Allah ondan razı olsun), öyle bir kahraman idi ki, bir vuruşu ile aslanı geri kaçırır, onun korkusundan şarap sirke olurdu. Birisine sorduıelindeki nedir? Sirkedir dedi. Güneş onun omuzu üzerine düşmüştü göz ucu ile ona bakınca Güneş karardı. Ben buna inanırım, felsefeci inanmazsa ben ne yapayım!
Bu Ömer, bir gün Hazreti Muhammed'in (S.A.) Mescidine geldi. Peygamber biriyle ağ ir ağ ir konuşuyordu. Ömer bu durumda Peygamberin yanına varmaya cesaret edemedi. Kendi kendine dedi ki: Ben mademki o konuşmaya mahrem değilim, yaklaşmayayım. Hazreti Peygamber onun düşüncesini anladı. "Bana bilgin ve her şeyden haberi olan ulu Allah bildirdi." (K. 66/3) gereğince, Ya Ömer! buyurdu, o arkadaşla konuştuğumuz sözleri işittim mi? Anladın mı? Ömer, hayır dedi. Ey Allahın Resulü! ancak mübarek dudaklarınızın kımıldadığını gördüm. Hazreti Peygamber, o halde fazla bile gördün, harflerin ağızdan çıkış durumuna göre konuştuğumuzu kıyas edebilirsin, dedi. Ömer yüzüstü kapandı. Ben her kimi sevdimse çok cefasını çektim dedi. (M. 284) Ömer, Hazret! Peygamberin o uyarısını kabul etti.Ben de böylece onun çomağında bir top olayım. Vefa öyle bir şeydir ki, onu beş yaşındaki çocuğa karşı gösterseniz inanır ve sizi sever; ama size cefa da eder. Kendi cinsimden birini istiyorum; onu kıble edineyim, yüzümü ona çevireyim. Kendimden geçmiş olayım, Söylediğim bu sözden sen ne anlıyorsun? Kendimden geçmiş olayım dedim. Şimdi kendime kıble edindiğim o adam söylediklerimi anlayan ve kavrayan" kim isedir.
Gelelim o çok çetin ve anlaşılması zor olan Peygamber sözüne. Onun mânasını ve ne demek istediğini elayası gibi açık gösterelim. Örnek olarak onun bir sözünü ele alalım. Anlamını, gramerini, okunuşunu araştıralım. Meselâ olmaz, yok anlamına gelen La sözü için yorum olmaz, çünkü mutlak olumsuzluk ekidir. Fakat Mâ harfi,hem olumsuzluk edatıdır, hem haber edatı, hem de başka mânalarda kullanılabilir. Ancak ben bu incelikleri düşünürsem onların kaçtığını görürüm. Görüyorsun ki, Allah elçisi olan Hazreti Muhammed ile sohbet etmek istediğim zaman bütün bu söz inceliklerine dikkat eder, onunla hesaplı konuşurum. Ama senin dostluk alanına ayak bastıktan sonra çok saygısız ve cesur oldum. Hiç bunları düşünmedim. Bu sözden ne mâna çıkar diye ihtiyatlı konuşayım, demedim. Yahut bu işte bu noktayı hatırıma getirmedim. La (olmaz) demek ihtiyata ve dostluğa yaraşmaz, çünkü azap verir. Ya tamamiyle alim olmalı, yahut da ilgisiz bir köylü gibi olmalı. Yoksa senin ateşinden duman tüter. Söndür, istemiyorum! Ya tamam yanar ya tamam söner. Derler ki: Bu söz yepyeni bir sözdür. Evet yepyenidir. Ama size göre'. Yoksa iğneciye göre değil.
Henüz ilk gençlik çağındaydım. Abdalın biri zındık olduğunu işitmiş, acele anasının başını kesmiş. Analık hakkı nerede kaldı? diye soranlara şu cevabı vermiş: Mülhidler, zındıklar bilsinler ki, kendilerinden korkum yoktur. Bunu işiten bir mülhid, o benden daha mülhid imiş, demiş. Ben asla bunu yapmadım. Ayrılık demi geldi dediğim zaman bunu söz olarak söyledim, yoksa hakikatte değil. Bunu istesem de yapamam. Gidemem hayır bununla mağrur olmamalı.
Şiir:
Hafızamın bozukluğundan Veki'a yakındım
Bana günahları terk etmek vahyolundu, dedi.
(Yani varlığı terk etmek)
(M. 285)
İlim Allahdan bir vergidir.
Allah vergisi ise âsilere verilmez.
Nasıl ki hıfz yani saklama, saklamayı terketmektedir, dedi. Allah vergisinden isteyin! buyurulmuştur. Bu vergide artış vardır. Yani bilgi yönünden bütün artışlara razı olma. Sofiden hangi fazlalığı istiyorum. Ariflikte fazlalık, her önüne gelen şeyde fazlalık, hemen fazlalık.
Derler ki: Alemde ne varsa Adem'de de vardır. Bu yedi felek insanda hangisidir? Bu yıldızlar, güneş, ay insanın neresinde?
Ben Kadı Şemseddin'den şu sebepten ayrıldım: bana istediğimi öğretmedi. Ben Allah'a karşı mahcup düşemem o seni nasıl yarattı ise öyle korur. Kul vardır ki şeytana uymaz, ona bu işten dolayı bir utanç gelmez. O zaman şeytan da bu adam kiminle uğraşıyor diye gülmez. Falan kimse iblis ile şöyle yaptı; ne adamdır o, ne adamdır ki şeytan ile daima savaştadır diyerek, bu adamla öğünürler. Işteıbunefsin inanç ve güven mertebesinde bulunması yani mutmainne bağıdır: C bağı, emmâre, yani emredici (istekli) nefis, H bağı da emmâre (kınayıcı) bağıdır.
Sen böyle diyorsun ama o ne diyor? Yahut o böyle söylüyor, sen ne söylüyorsun? Alemin eskiliğinden, başlangıcı olmamasından sana ne? Sen kendi kıdemini bil ki kadim misin,yoksa hadis mi? Sana verilen bu kadarömrü kendi halini araştırmaya sarf et. Alemin eskiliği yeniliği bahsinde ne ömür harcıyorsun?
Allah'ı tanıma bahsi derindir. Ey ahmak derin sensin! Derin olan bir şey varsa, o sensin! Sen nasıl bir dostsun ki, damarlarının içine kadar girmiş olan sevgilinin sırrını  el ayası gibi açık bilemiyorsun! Sen nasıl Allah kulusun ki, onun sırlarını ve iç yüzünü bilmiyorsun! Seninle konuştuğum bu sözleri senin şeyhinle konuşmadım. Onu kahr içinde bıraktım gittim. Ama o ben, şeyhim, diyor. (M.286) Mevlâna da başka bir şey söylüyor. Eyvallah, şeyhimizsin, gözümüzsün! diyerek ondan ayrılıyor ki, bir daha onları çağırdığımız zaman gelmesinler.
Gerçek yürekli Yusuf sağ olsaydı, senin dizginlerini taşırdı. Hadislerin yorumunu nasıl bilmiyorsun? Biliyorsun ama bilmemezlikten geliyorsun. Yolda uğrular var, o tarafta ışık yok, senin için korkuyorum dedi. Şu halde beni nasıl tanıyorsun? Öyle bir ormana daldım ki, oraya aslanlar bile giremez. Rüzgâr ağaçlara vuruyor, bir ses çınlıyordu. Bir delikanlı gitti, sonra geldi ve bana yazık olur sana, dedi. Ona hiç aldırmadım ve bakmadım bile. Beni korkutsun diye bir kaç kere seslendi, yine aldırmadım. Elinde öyle bir baltası vardı ki, taşa vursa parçalardı. Bundan sonra bir kere daha, yazık sana, dedi. Önce tekrar ona doğru yürüdüm. Elimde henüz hiç bir silâhım yoktu. Arka üstü yere düştü. Eliyle işaret ediyordu. Git diyordu. Benim seninle işim yok.
O olgun sofî müridine diyordu ki: Zikrederken ta göbekten getir. Hayır dedim zikri göbekten değil canın içinden getirmeli. Bu sözüm onu şaşırttı. Her kime yüzümü dönersem, yüzü nü butu n cihandan çevirir.Ona y uzumuzu gösterelim ama delil yüzü göstermeyelim. Nasıl ki gerçek mü'minin nişanı nedir? diye soranlara Hazreti Peygamber, şu aldatıcı dünyadan hoşlanmamasıdır, buyurmuştur. Bizde cevher var. Her kimin yüzünü o tarafa çevirirsek bütün dostlarına ve sevgililerine yabancı olur. Başka bir incelik daha var ki, bu ne nebilik, ne de resullük ve marifet makamına benzer. Ben ne diyeyim! Allah'ın gizli velileri derler ki: Biz niçin kendimizi açıklayalım, ne söyleyelim. Biz kimiz ki? Dedi ki: Başını Hazreti Muhammed'in (S.A.) yakasından çıkar ki, sana uyalım, emrine boyun eğelim! Yoksa şimdi uymanın ne yeri var? Mevlâna oturmuştu. Hocanın biri namaz vaktidir, diye seslendi. Mevlâna kendi âlemine dalmıştı. Biz hep kalktık, akşam namazına durduk. Bir kaç kere baktım gördüm ki, imam ve bütün cemaat arkamızı kıbleye çevirmişiz. Namazı bitirmeye uğraşıyorduk, kıbleden yüz çevirmiş olarak sazcıların arasına geldim. Bana şöyle bir fikir geldi: Bunlar ne garip insanlar ki ezelden ebedden doğmuş bir güneşten habersizdirler. Ezel ve ebed nedir ki! Bunların her ikisi de senin sıfatındır. Bunlar daha dün meydana çıktı. Zamanın başına ezel dediler, kuyruğuna da ebed adını koydular. Ezel nedir, ebed ne?
(M.287) Bir Güneş doğdu,  bütün âlemi  nur kapladı. Ayın, Güneşin sözü mü olur? Bu halkın O Ay, Güneş    karanlığında bundan hiç haberi yok.
Hazreti Muhammed'e (haşa) sihirbaz dediler. Halbuki Allah adının anıldığı her yerde sihir bozulur. Bir yerde ki, içerisi baştanbaşa nur doludur. Sihir orada nasıl barınabilir? Yağmur yağmaya başladığı vakit sihir kaçar. Bu kadar hayat yağmuru ve canlılık iksiri, bengi sular ondan yağar, ondan fışkırırken sihir onda nasıl yer bulur? Onun için buyurmuştu khŞeyhin gerçek olmadığının nişanı şudur ki, onunla sahradan, oyundan dönersin de, hiç bu maceradan ve bu oyundan bir şey anlatmaz ve habersizdir. Dedi ki: Ben, karşımda oynanmasını istemediğim o oyun için bir şey söylemiyorum. Bana gelince, ben yüzüne güler, ona Allah hayatınızı size mübarek kılsın! der geçerim. O daima onların macerasından bir başkasını anlatayım diye düşünür. Bana böyle şeyler gerekmez. Kendime macera söyleyeyim de, sana ne yapayım. O ki, yüz yıl sonra da sana gelecektir, Allah sana ömürler versin.
Herkese söylerim, Muhammed ümmetinden olanlar söyle olmalıdır; Muhammed şöyledir. Nihayet taşa tapanlara, bunlar fenadır diyorsun. Çünkü yüzlerini bir taşa veya bir duvardaki resme çevirirler. Sen de yüzünü duvara çeviriyorsun. Şu halde Hazreti Muhammed'in söylediği şu nükteyi sen anlamıyorsun: "Kabe, âlemin içindedir. Bütür âlem halkı yüzlerini ona çevirirler. Ama eğer bu kâbeyi aradan kaldırırsan, herkes ancak birbirinin gönlüne secde eder. Yani, onun secdesi bunun gönlüne,bunun secdesi onun gönlüne olur.
Bilmiyor musun ki, bahis konusu ettiğim her sözü inceler, düzeltirim. Konuşan kuvvetlidir, cılızlık ona yaraşmaz. Ben asla yazmayı âdet edinmedim. Çünkü yazmadığım şeyler bende kalır ve her an bana başka türlü yüz gösterir. (M.288) Söz bahanedir. Hak, duvağı çözmüş, cemalini göstermiştir. Hak sözleri deryasının coşkunluğundan bir Elif nakş olundu. Ferman geldi: Ey Ruhanî Cebrail! Allahsal levhadan şu kutsal sözü oku. Henüz sözümü tamamlamamıştım ki, Şahap kaçtı. Artık senin yüzüne bakmaya takat getiremedim, dedi ve gitti. Ne oldu da, dedim, kaçıyor ve kaçarken acayip şey diyordu.Şahap her ne kadar küfür söylüyordu ama, runanî ve safi idi. öz ruh olmuş, gıda ondan uzaklaşmıştı. Bir gün de bir nükte anlatıyordum. Bazı açıklamalarda bulunuyordum. Mananın ona gizli kalmasını istemiyordum.
O, cüzî âlemi parçaları bilmez, küllî âlemi yani tümü bilir diyorsun. Bu küllî âlemden neyi kastediyorsun? dedi. Ben külden, tümden bahsettim, hiç bir parça bilmiyorum ki o küllün dışında olsun. Evet cüz, yani parça denildiği vakit kül yani tüm yahut bütün bunun içinde yoktur. Asla ağaçları içinde olmayan bir yere bağ denilmez. O zaman orası bağ olmaz dağ olur.
Şahap dedi ki: Öyleyse, o, cüzî şeyleri bilmez dediğimiz zaman noksan söz söylemiş olmaz mıyız? Meselâ benim karnımda uyuyan bir üzüm tanesi var. Ben o üzümü bilmezsem onu bilmek veya bilmemek bana ne noksan verir. Şimdi ben Hintçeyi bilmiyorum. Bu acizliğimden değil, ama Arapçaya ne olmuştur ki! Eğer Hintli onu işitse, bu çok hoş bir dildir, der. Farsçaya ne olmuştur ki, bu kadar güzelliği ve hoşluğu ile beraber bu lisandaki sözler, Arapçada yoktur. Bizim önümüzde bir kimse bir defada Müslüman olamaz. Müslüman olur, sonra kâfir olur, tekrar Müslüman olur. Her defasında, her şeyden dışarı çıkar; olgunlaşıncaya kadar böyle devam eder.
Dedim ki: Bu gece, kendisine söz vermiş olduğum Hıristiyanı ziyarete gideceğim. Biz Müslümanız, o kâfirdir dediler, bize gel! Dedim ki: C gizliden Müslümandır. Çünkü teslim makamındadır. Halbuki sizde teslim yoktur. Müslümanlık ise teslimdir. Dediler ki: Sen gel teslim, sohbet ile olur. Benim yönümden hiç bir perde ve hicap yoktur. Bismillah, tecrübe ediniz!
(M.289) Öteki, "Biz Adem'i mükerrem yarattık, onu denizde, karada taşıdık," anlamındaki âyetlerden konuşmak istedi. Sus dedim, bu âyetten nasip yoktur, sözü ağzımdan kaçtı. Kara nerede, sen neredesin? Sormak istedim, benden sen ne soracaksın? Ne itiraz edeceksin? Ben mürid tutmam, dedim. Bana çok ısrar ettiler, sana mürid olalım, bize hırka ver dediler. Kaçtım, arkamdan bir konak mesafeye kadar geldiler. Getirdiklerini oraya döktüler. Faydası olmadı, oradan uzaklaştım. Ben kendime bir şeyh edineyim ki, onunla tartışayım. Yoksa her şeyhi kâmil sanan müritleri istemiyorum.
O günü bir toplantıda o şeyh ile cenkleştim, ona soğup saydım, ses çıkarmadı. Başını kırdım, yine sustu. Başka biri, yuvarlanıyor, yüzünü yere sürerek bana doğru geliyordu. Ona yanlış, yanlış, dediler. Nihayet mazlum falandır ki, bu kadar sabretti, katlandı. Beni bırakın, dedi, ben yanlış hareket etmiyorum. Gerçekte mazlum budur. Onun bu hararetli konuşması üzerine bir feryat kopardılar. O kafasını kırdığım şeyh ileri yürüdü, gülümsüyor, yuvarlanıyor ve nara atıyordu. Şimdi bu halin amel ile ne ilgisi var, riyazat ile, perhiz ile ne ilgisi var? Her kim, şu hali riyazattan bilirse, maksattan daha çok uzaklaşır. Bu yolda atılacak adımın hangi adım olduğunu bilemez.
Nefsini bilen mutlakaRabbini de bilir,buyurmuştur. Adı emmare, yani emredici olan o nefis ben de, mutmainne (kanmış) durumuna geldikten sonra, ne gam! Bütün âlemden korkusu yoktur onun.
Şiir:
Diyorsun ki, göz yaşların niçin gül rengine boyandı?
Mademki sordun neden olduğunu dosdoğru anlatayım sana.
Sevdanın kanlı yaşı gönlüme dökülüyor, sonra,
Başımda coşkunlaşarak gözlerimden taşıyor.
Mısra:
Ey bedenine hizmet eden gafil!
Onun hizmetinde daha ne kadar uğraşacaksın?
Derler ki bu mısra Ebülalai Maarri'nindir. O kadar da değil; onun sözü kuvvetli şahsiyetlerin söyledikleri sözler den değildir. Nasıl ki Hakîm Senayî buyurmuştur.
Beyit: (M. 290)
İrfanım öyle bir mertebeye yükseldi ki
Bilgisiz olduğumu şimdi anladım.
Onun bu sözünden bir şey kokusu geliyor, çünkü ona bir şey gösterdiler. O da benim baştan sonuna kadar söylediğim bir şey olmadığını bildi. Hakkın çehresi, onu arayanlar için insanlık ışığıdır, işte bunlar gelirler, gelirler, yalnız kendilerini görürler, ne oluyor diye merak ederler. Kendilerine bakarlar, bir kul'dan bakarlar.
Musa Aleyhisselâm, o ışık içinde bayıldı düştü. Biri, biz seni bilemedik, dedi. Yani nefsimi bilemedim demektir. Sana kulluk edemedim, yani nefsime kulluk edemedim anlamınadır.
Birinin eline bir definenin planı geçmişti. Falan kabristandan dışarı çıkınca arkanı falan büyük kubbeye çevireceksin, yüzünü doğuya döneceksin, oku yaya koyarak atacaksın, okun düştüğü yerde bir hazine saklıdır, deniliyordu Adam gitti, oku attı, her ne kadar aradı ise de bulamadı. Bu haberi padişaha ulaştırdılar. Ne kadar uzağa ok atabilen okçular varsa toplandılar. Oklarını sınadılar. Fakat yine bir şey çıkmadı. Padişaha döndükleri zaman ona şöyle ilham olundu. Biz, yayı çek diye emir vermedik, dedi. Kendisi gelerek oku yaya koydu, ok hemen önüne düştü. İnayet erişince iki adım sonra maksada erişebilirsin.
Dilencinin o sevinci, bu sene açlıktan öleceği hakkında bir şikâyeti olmadığındandır. Şaka değil, bu sene yüz dinar bulur, sevinir ama o nazlı Şehzade ki devlet ve varlık içinde doğmuştur, ihtişam içinde büyümüştür, fakirin bu sevincine o güler. Dünya halkının hali ve yücelik peşinde koşanların akıbeti şuna benzer. Rüstem beyaz dev'e demişti ki: Tenimi dağ başına göm, kemiklerim yücelerde kalsın ki, ünümü işitenler hakaret gözü ile bakmasınlar.
Biri hafızlar halkasında otururken ansızın vecd'e tutuldu, halbuki bu adam şer ve kötü işlerle tanınmış, kovucu bir insandı. Ailesi olsun yabancılar olsun elinden kan ağlıyorlardı. Zincirini kımıldattılar, candan ve (M.291) cihandan geçti, feryada başladı. Ey aile efradı! dedi, benim artık insanlarla alışverişim kalmadı. Elinizi eteğinizi benden çekin. Ailesi dedi ki: Biz senin bu kadar zahmetlerini çektik, bir gün böyle bir saate kavuşmak umudu ile bekledik. Asıl kötülük zamanlarında sana yakın idik, şimdi senden nasıl ayrılalım? Adamcağız, artık, dedi, bana hac seferi görünüyor. Bu sevdanın baskısı altında hiç sabrım kalmadı, hemen yola çıkmalıyım. Önce gerçi dileği yerine gelmedi. Çöl yolunu tutmuş, bir kervana katılmıştı. Adam yolda bir kanlı ishale tutuldu. Sık sık deveden iniyor, temizleniyordu. Nihayet biraralık kervan geçip gitti. Hasta kendine gelince, kervanı gitmiş buldu. Hemen yerinden fırlayarak can korkusu ile yola koyuldu. Koşarken yolda bir ağaç dikeni ayağına saplandı, yerinde kalakaldı. Ağlamaya, yalvarmaya başladı. Ey dost, diyordu, elime yapış. Artık benim için hac ümidinden bahsetmeye bile takat kalmadı. Bunu sana anlatmaya ne lüzum var! Adam korku ve ıstırap içinde bir saat kendinden geçiyor, bir saat da yalvarmakla vakit geçiriyordu. Gece yaklaşınca umutsuzluktan, yalvarmadan da takati kesilmişti. Umutsuzluk gittikçe artıyordu, karanlık, karanlık üstüne çökmüştü. Bu arada karşıdan çölün koyu perdesi arasından bir insan belirdi. Hah! dedi, bu ya Hızır olacak ya llyas Peygamber. Kendisine yaklaşınca bir anda ona doğru koştu. Kendi kendine diyordu ki, bu yürüyüş insan yürüyüşüne benzemiyor. Belki de Allah'a yakın meleklerden biri olmalı. Ey Ulu Allahm! dedi. Bu ergin kul hürmetine şu umutsuzluk saatlerinde elimden tutuyorsun! Uzatmayalım, gelen adam eliyle zavallının ayağını oğuşturdu, sağalttı, onu sapasağlam kervana yetiştirdi. Adam o anda iki elini o kurtarıcının eteğine vurdu. Diyordu ki: Allah hakkı için yemin ederim ki, seni seçkin insanlardan kılmış, bu ululuğu ve kudreti sana vermiştir. Sen kimsin? O eteğini çekti ve beni bırak, dedi. Nihayet şu cevabı verdi. (M.292) Ben, vaizlerin kürsüde, imamların mihrapta, çocuklann kitapta okudukları ve Allah'ın, "Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine olsun" dediği kimseyim, Şeytan, işte böyle bir kimseye, gerçek inanç bekleyenlere de böyle garip cilveler, acayip haller görünebilir; halka da böylece yayılır. inanan bir kimse herhangi bir şahıs hakkında, ta atadan dededen ve hayatının ilk çağlarından beri, Allah sevgisi nuru ile yetişmiştir diye zan beslerse, "Adem henüz su ile toprak arasında iken, ben Peygamber idim" buyuran Hazreti Muhammed (S.A.) hakkında beslesin.
Bayezid, hacca gittiği zamanlarda daima yalnız gitmek isterdi; uygunsuz bir kimse ile yol arkadaşlığı yapmak istemezdi. Bir gün kendinden daha önce yola çıkmış olan bir yolcuya rastladı. Ona bakınca yürüyüşü hoşuna gitti. Kendi kendine acaba bu adamla yoldaşlık yapayım mı? diye düşündü; hiç olmazsa şu yalnız yürümek âdetini terk ederim". Çünkü çok hoş bir arkadaşa benziyor. Şu iyi arkadaşla Hak rızası için dost olayım. Sonra görüyorum ki öyle bir arkadaşın yoldaşlığı, yalnız başına yolculuk yapmaktan daha zevkli olacaktır, işte böylece hangi tarafı seçeyim diye kendi kendine hayal kurarken, baktı ki o adam yüzünü geri çevirdi. Önce, bak gör ki, ben seni arkadaşlığa kabul ediyor muyum? dedi ve başını önüne eğdi. Gönlünden geçen gizli düşünceleri anlatan o şahıs acele ile oradan uzaklaştı.
Harzemşah'a dediler ki: Halk ekmek pahalılığından, kıtlıktan   feryat ediyor.
Niçin? dedi.
Bir okka arpa ekmeği iki akçeye satılıyor. Bu kadar para kimde var, dediler.
İki akçe nedir ki dedi.
İki akçe şu kadar para eder, dediler.
Şah cevap verdi: Vah vah bu ne cimriliktir, utanmıyorlar mı bunlar
Ona göre ucuzdu, ona göre bir açın karnını doyurmak için senin bütün mülkünü veririz demek çok ağır gelecekti. O bundan korkuyordu, bir kere bütün karınları doyurursam bu kadar mülkü nereden bulayım, uzun ömür gerek ki bunu bir daha elde edeyim, diyordu.
Şimdi din bahsinde de böyle olur. Bir sıfat, bir makam halka korku verir. Ama ona göre kolaydır her şey. Onun yayını semalar bile çekemez. Nasıl ki Kuran'da "Biz emaneti yerlere ve göklere gösterdik, onu yüklenmekten kaçındılar, insan yüklendi," (72/33) buyurulmuştur. Bu ilâhî işarete göre, yerler ve gökler bile, bu emaneti taşımak bizim işimiz değildir, dediler. Çünkü onların (M.293) gözleri başarı kazanmakta değildir. Bunlar deselerdi ki: Eğer yay sert ise onu biz nasıl elimize alabiliriz. Bizim ardımızda biri vardır ki, bunu ancak o çekebilir, işte o görüş ve Hakka dayanma kuvveti, ancak Hazreti Muhammed'e ve ona uyanlarda olabilir.
Şimdi bu insan Muhammed'in veya İsa'nınsıfatını anlatıyor. Yahut büyüklerden birinin vasıflarından bahsediyor, onların halinden, sırlarından söz açıyordu. Birine coşkunluk geldi, keşke dedi onu göreydik. Öteki, ey ahmak! dedi. Onların vasıflarından bahseden bu zatı niçin görmüyorsun? Belki de bu odur, ama yüzünü kapamıştır.
İbrahim Peygamber yüzünü öyle bir şeye çevirmişti ki, Hak yolu değildi. Ama bizim ilk görüşümüz onu nasıl geçebilir? Her kimin sıfatı ilk defa gözümüze ilişse o bir şey söylemese bile biz cefa yönünden kendi kendimize o neye yarar, deriz. Yüzünü rıza yönüne çevirse, henüz rıza mertebesine erişmemiştir. Yüzünü Allaha çevirse henüz Allahın halkasına ulaşamamıştır. Ama yüzü o tarafa çevirmekle, ulaşmak aynı şeydir. Halka karşı yavaş yavaş yabancı ol! Çünkü Hakkın halk ile hiç bir yoldaşlığı ve ilgisi yoktur. Bilmem ki onlardan ne elde edebilir? Bir kimseyi neden kurtarır veya neye yaklaştırabilirler? Nihayet sen peygamberlerin yolunu tutmuşsun, onların ardından yürüyorsun. Peygamberler halk ile pek az düşüp kalktılar, onlar Hak ile ilgilendiler. Gerçi görünüşte halk onların çevresinde toplanmıştı.
Peygamber sözlerinin yorumlamaları, açıklamaları vardır. Olur ki, git derler ama, o git işareti, gerçekte gitme manasındadır. Eğer biri bir din adamına alicik dese bu küfürdür, o halde dervişcik diyenler hakkında ne söylersin! Bunlar, "Yoksulluğum benim kıvancımdır," sözündeki hikmetten bir koku almamış olanlardır. Yoksa nasıl olur da, fakircik. dervişcik diye onları küçümserler. Ne küfürdür bu! Sonra cehennemin, "Geç ey mümin! şüphesiz senin nurun benim ateşimi söndürecek," demesi ne kadar ibret vericidir.
Ebû Ali Sina yarım filozoftur. Tam filozof Eflatun'dur aşk davası eder insaf et ki makbul olasın! Bu naklolunmuş sözlerdendir. Gerektir ki başbuğluğundan vaz gecesin!
(M.2 4) Çocukluğumda bir kitapta bir hikâye okumuştum. Şeyhin biri can çekişirken çok ıstırap çekiyordu. Müridleri, ona inananlar çevresini kuşatmışlardı, istiyorlardı ki, şehadet getirsin; Allahtan başka Allah yoktur desin. Şeyh yüzünü onlardan öte tarafa çeviriyor, onlar o tarafa gittikleri zaman da bu tarafa dönüyor; çevresindekiler ısrar ettikçe, yalvardıkça hayır diyordu, söylemiyorum. Müridler arasında feryat ve figanlar yükseliyor, ah diyorlardı, asıl bu saatte şehadet getirmek lâzım, bu ne iştir başımıza gelen? Bu ne karanlık iş, halimiz ne olacak? Allah'a yalvararak ağlaştılar. Şeyh kendine geldi ve sordu: Ne oldu size, bu ne hal? Müridler meseleyi anlattılar. Şeyh, benim bundan haberim yok, dedi. Ama yanıma şeytan gelmişti. Elinde bir bardak buzlu su olduğu halde etrafımda dolaşıyordu ve soruyordu: Susuz musun? Evet, dedim. O haldeAllah'a ortak koş ki şu suyu sana vereyim, dedi. Ben de ondan yüz çevirdim. O bu tarafa geldi yine aynı şeyi söylüyordu, yüzümü yine ondan çevirdim.
Şiir:
Gündüzleri senin yüzünden gözlerimden inciler saçılır.
Geceleri sabaha kadar gözlerim semalarda dolaşır.
Kanımı dökersin diye beklemiyorum belki,
Döner misin diye o umutla bekliyorum.
Bu da doğrudur, ama Allah kullarının, has kulların vakitleri geldiği zaman şeytan onların etrafında dolaşmaya nasıl cesaret edebilir? Melek bile onların çevresinde hesap ile dolaşır. Nasıl ki, Hazreti Ömer, (Allah ondan razı olsun) şeytanın bir gözüne vurarak kör etti derler. Bu açıktan görünmez ama buradaki mana başkadır. Onların bildikleri bir sır vardır. Gerçi şeytan cismi olan bir varlık değildir. Nasıl ki hadiste, "Şeytan, Ademoğullarının kan damarları içinde dolaşır," buyurulmuştur.
Bir gün şeytan, Hazreti Ömer'e geldi. Ya Ömer! dedi, gel de sana garip bir şey göstereyim. Onu mescide götürdü. Ya Ömer! Şu kapının yarığından bak dedi. Ömer baktı, ne gördün? dedi; bir kişi namaz kılıyor, öteki mesci din köşesinde uyuyor. Ayağını çekti ve dedi ki: Ya Ömer, seni Hazreti Muhammed'e uymakla (M.29) aziz kılan ve seni benden kurtaran Ulu Allah hakkı için, eğer ondan korkmasam, onu düşünmesemşu namaz kılan adama öyle bir is yaparım ki, onu aç köpek un dağarcığına yapmaz!
Bu şeytanı hiç bir şey yakmaz, ancak Allah erlerinin ark ateşi yakar. Niceleri birçok riyazatlar yaparlar, onu bağlayamazlar: belki daha kuvvetli olur. Çünkü o şehvet ateşinden yaratılmıştır. Ateşe nur yaraşmaz. Nasıl ki cehennem, Nurun ateşimi söndürdü," diye feryat eder. Der ki: Ben bir sivrisineğin bile benim yüzümden ezilmesini ve incinmesini istemem. Halbuki o hem Allah'ı, hem de onun kullarını incitir.
Henüz bizim konuşmaya gücümüz yetmiyor, keşke dinlemeyi bilseydik. Tam olarak söylemek, tam dinlemek gerektir. Gönüllerde sevgi var, dillerde sevgi var, kulaklarda sevgi var. Az bir ışık varsa şükredince artar. Şükretmek hal dili ile olursa, "Allahm bize eşyayı olduğu gibi göster" der. Ve cevap gelir: "Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım, nankörlük ederseniz azabım şiddetlidir." (K. 3/7)
Ben gelmiştim, sana karşı beslediğim son derece sevgim dolayısıyle başka bir vakit gizlice şeyhin yanına varalım diyecektim. Sen de şu şiiri söylüyordun:
Başkaları ile içki derneğine, bağ sefasına gitsem bile
Hiç kimsenin sevgisini gönlümde saklayamam.
Evet güneşten ayrı düşen insan, Güneş yerine karşısında mum yakar.
Kendi kendime dedim ki: O gecedir, Güneş battı diyor. Ben görüyorum ki, Güneş batmadı, Güneş yerinde duruyor. Biri ötekine sordu: Falan kişi olgun bir adam mıdır? Babası çok faziletli, olgun bir adamdı, dedi. Ama ben babasını sormuyorum, kendisini soruyorum. Adam tekrar şu cevabı verdi: Babası çok olgun adamdı, işitmiyor musun, ne söylüyorum? deyince, sen işitmiyorsun. Ben senin sözünü işittim, işitmeseydim ne sorduğunu bilmezdim, dedi.
Rubai: (M. 296)
Gel! Tekrar gel ki, olduğundan daha ileri gidesin!
Bu güne kadar olmadınsa şimdi olasın!
Savaş zamanında bir can ve cihan değerdin.
Barış zamanında bak ki nasıl oluyorsun?
Vaizin önünde öğüt vermek hanendenin karşısında şarkı söylemek olmaz. Meğerki büyük üstat olmalı. Ona, bu perde gariptir, ama sana açılmamıştır, dense, dinler. Yüzünü bize çevirirsen gönül açıklığı seni bekliyor! Açılan her perdeden, beliren ışıklar sizin tarafınızdan gelir. Her ne zorluk görürsen kendi noksanından bilmeli, bu zorluk bendendir demelisin! Allah, kulu ile, onun değeri nispetinde ilgilenir. Kul ne yaparsa Allah da öyle yapar; bununla beraber bütün güzel şeyler ve bütün hoşa gidecek şeyler hazırdır.
Biri, dünya sevgisinden bahsediyordu; halbuki kendisi de aynı sevgide idi. Nihayet dünya sevgisi, dünyanın içindedir. Eğer bu çocuğu bana verirlerse onu öyle yetiştiririm ki, ne onu istesin, ne de bunu. Görenler, bu melektir, bu insan oğlu değildir desinler. O benden badem istese, yüzüne bir tokat vururum: Aç isen işte ekmek, yoksa saçmalama derim. Kedi bir yere pisleyince nasıl pisliği ona gösterir sonra yüzüne sürerlerse ben de öyle yaparım.
İnsanın gıdası ekmektir. Zaman zaman çorba ile et de olur. Üst tarafı oyuncaktır. Küçük yaşta iken seni düşkünlüğünden kurtarayım ki, büyüdüğün zaman oyunun ne olduğunu anlayasın. Onu böylece kısa bir zaman içinde yetiştirirsem, çok acayip bir insan olur. Ölünceye kadar hasta olmaz. Emirsiz ağzına bir lokma komaz, parmakla ağzından çıkarırlar. Çünkü böyle olmazsa büyüdüğü zaman kendi bildiğine göre hareket eder, öğüt kâr etmez. Meğer ki onu öldüresin veya ölünceye kadar dayak atasın. İşte şu sert tavsiyeden maksadım ancak nefsin terbiyesidir. O başını nereden kaldırırsa kaldırsın, artık öfke yönünden bir şey yapamaz.
(M. 297) Adamın biri toprağı kazıyordu, başka biri geldi, bu sağlam toprağı niçin harap ediyorsun diye çıkıştı. O yapmakla yıkmak ne demek olduğunu bilmiyordu. Toprağı harap etmesen, yüzünü gözünü yırtmazsan o zaman harap olur. O yırtıp kazmak toprak için bayındırlıktır. Yoksa ekin bitmez. Yolcu, derisinin açık mesamelerinden ter çıkıncaya kadar üzüm yer. Başka bir şey yerse onu zorlukla yakar. Onun terle dışarı çıkması zor olur. Tıp budur. Hikmet ve bilgi sahibi Yüce Allah'ın katından imdat olmasaydı velilerin işi nasıl olurdu? işleri belki kırk bin yılda düzelmezdi. Yirmi misli daha ömür sürseler bile yine yetmezdi.
Başka peygamberlerin bin senede elde edemediklerini Hazreti Muhammed (S.A.) en kısa bir süre içinde elde etti. Hikmet ve bilgi sahibi Allah katından ona kudret verildi.
Dışarı çıkalım, şu bıyıkları kestirelim. Savaşa gitmeyeceğiz ki, kâfirler bıyıklarımızdan korksunlar. Ama içimizdeki kâfirlerin her birinde bu kıllar sayısınca birer mızrak çeksen yine korkmazlar, fakat benimki öyle değil. Benim nefsimin işi çoktan beri sona ermiştir.
Biri benden sordu. "Halkın en kötüsü, tek başına yiyendir," sözündeki sırrın mânası nedir? Bu mânayı halka anlatmak çok güçtür dedim. Kur'an'da sözü geçen secde edenler acaba hangileridir? Önce gelmiş geçmiş peygamberler değildir. Bunlar, Yüce Peygamberimizin yoldaşları ve onlara uyanlar da değil. Hattâ dört yüz kırk veli de değil.
İçimde bir müjde var, pek acayibime geliyorîBu kimseler ki o müjdeyi almadan sevinç içindedirler, her birinin başına altın taç giydirseler bile gerektir ki razı olmasınlar. Biz bunu ne yapacağız? desinler. Bize o iç aydınlığı, gönül sefası gerektir. Keşke her neyimiz varsa hepsini alsalardı da ancak hakikatte bizim olanı bize verselerdi, desinler.
Çocukluğumda bana, hep tasalısın? diyorlardı. Sana elbise mi lâzım, yoksa paran mı yok?Keşke dedim üstümdeki elbisemi de alsalar. (M. 298) Sofunun biri şöyle demişti: Karnımı üç bölmeye böldüm. Üçte ikisini ekmek, üçte birini nefes için ayırdım. Başka bir sofu da ben midemi ikiye böldüm, yarısı ekmek, yarısı da su için, nefes lâtif ve hafif şeydir, demiş. Bir üçüncüsü de şöyle demiş: Ben karnımı ekmekle doldurayım da, su lâtiftir üstünde kalır. Nefes de ister bunun üstünde kalsın ister kalmasın.
Şimdi bunlar birer sır söylüyorlar. Biz ise içimizi sevgi ile dolduralım da başka bir şeyimiz olmasın, diyoruz. Vahy, latif bir şeydir. O kendi yerini kendi yapar eğer ona can lazımsa gelir, dilerse gider. Acaba bunlar bu Allah sevgisi yolunda neler neler biliyorlar? Allah ki, semaları yarattı, yeri yarattı, bu âlemi meydana çıkardı. Onun sevgisini, onunla konuşuyor ve onu dinliyormuş gibi, kolay zannediyorlar. Bu tutmaç suyu mudur ki getiresin de içesin ve bitiresin.
Eyyub Peygamber (Allah'nın selât ve selâmı ona olsun) bedenini kemiren kurtlara o cihetten sabrediyordu ki, o sayede devlete erişti. Derler ki, iki yüz bin kurt ve böcek onu ısırıyordu. Ben saymadığım için bunların sayılarını bilmem. Sanki saymışlar da ona göre söylüyorlar! Kurtlardan biri yere düştü mü onu alır, tekrar yarasının üzerine koyarmış. Güneş ışığında vücudunun bir tarafından bakılınca öteki tarafı görünürmüş.
Calinos hekim bu âlemi bilir ve tanırdı ama öteki âlemden haberi olmadığı için söz açmazdı. Eğer ölmezsem, derdi, beni bir katırın karnına koysunlar ki onun arkasından şu cihanı seyredeyim. Ama ölmek bana daha hoş gelir. Nasıl ki, haydudun biri oğlunu pek üzüntülü buldu; oğlana üzüntüsünün sebebini sordu, şu cevabı aldı: Bir delikanlıyı öldürdüm; belinde bir kemer gördüm içi altın doludur sandım. Meğerse bir tanecik pul varmış. Babası yerinden sıçrar, kuvvetli üç tokat vurur. Onu öldürmek ister. Ey kancık evlât! der. O kendisi ölmek isteseydi onu biraltına bile öldürmezdim!
Gemiciler de, geminin yükü ağır olunca, bakarlar ki, kaba saba bir adam var, omuz vurarak denize atarlar. Bu ne? diye aşağıdan bir ses gelince hiç derler suya bir parça şarap düştü. Bildiğiniz bütün bu şeyleri söylemeyin. İsa' nın sıfatını söyleyin. Hazreti Muhammed'in (S.A.) sıfatını söyleyin. Siz hep bildiklerinizi söylüyorsunuz. (M. 299) Kul gerektir ki Allah'yı görsün, görsün ki nasıl olur, ne türlü aşk oyunları oynar. Sanki göklerin ve yerin Allahsı ile sevişir, onu görür. Şu halde biz ne iş yapalım? İhlas (bağlık) perdesi arkasından bir ışık sıçradı, duvarda yansılandı.
Gönüle vuran ışık başkadır, duvara vuran ışık daha başka. Hakkın nefesi beliriyor; elbette secdeye kapanır. Bıçak öylesine keskinlik gösterir ki, Hint kılıncı bile ona yetişemez, Hümameddin daima insanlar nazarında hoş görünür. Yüzünden saçılan o niyaz ve ihlâs ışığı beni doyurmuyordu. Ona bakarken birçok engel araya giriyordu. Anladım ki, o ötekilerin tarafındandır, onun tarafından değil. Nihayet o engeller aradan kalktı. Aradan epeyce bir zaman geçti. İşte insan böyle bir zamanda ondan ayrılıp gitmenin neler kaybına sebep olacağını bilemez. "Allah onlara azap vermedi, sen de onlarla birliktesin" hikmeti gereğince bu kadar azap ve ayrılık içinde olunca Allah nasıl seninle birlikte olur?
Meğerse surette seninle nifak halinde olsun. Yoksa bu gönül karanlığı azapların en beteridir.
İsfahan'da ekmeği demir çivilerle satarlar. Akıllı olan satıcılar, ekmeği ye, çiviyi pabucuna vur, derler. Zır deliler de, çiviyi alnına çakmalı, ekmeği de tabutla beraber satmalı, derler. Tabutu ne yapayım? diyenlere de bir gün ölecek değil misin, lâzım olur, derler. Aşırı konuşurlar, çünkü orada ekmek pahalıdır.
Ulu Allah, "Bizim yolumuzda savaşanlara elbette yollarımızı gösteririz" (K. 29/69) buyurmuştur. Bu âyeti ister başından sonuna kadar oku, istersen sonundan başına doğru. Nasıl okursan oku. Yani yollarımızı kendilerine göstermiş olduğumuz müminler, bizim yolumuzda savaşanlardır, şeklinde de okuyabilirsin; netice aynıdır. Maksat Allah yolunda savaştır. Yoksa bu yolda savaşanlar, gerektir ki bizim kılavuzluğumuz olmadan yürüsünler. O zaman bizim onlara yol göstermemiz nasıl olur? Derler ki; Peygamberin dilinden söylenmemiş doğruca Allah yönünden söylenmiş olan, "Bizim yolumuzda savaşanlar," denilmesinden maksat bedenimizin görünürdeki savaşı ve hizmetidir. Onlara yollarımızı gösteririz buyurulmasmdan kasıt da ruhlarımızın veya gerçek inancımızın yollarıdır. Biri sırasız oruç tutar; Pazar, Perşembe ve karışık günlerde aç durur. Nefsin sırtına bin ki, oruç tutuyorum diyebilesin. Nefsine şiddetli davran ki, onu günün birinde Müslüman edesin! Peygamber, "Halk ile onların akılları (M. 300) derecesine göre konuşunuz,"buyurmuştur. Sizin aklınız derecesine göre dememiştir.
Biri sordu: Peygamberlik nedir? Peygamberliğin iç yüzü nedir? Peygamberlik kapısı nasıl kapandı? Yoksa insan oğulları mı kalmadı? Bir başkası ibahat yani her şeyi serbest ve mubah saymak ne oluyor? dedi. işte "Halk ile akılları derecesinde konuşun" diye buyurulmasının yeri burasıdır. Şeyh Muhammed'in sohbeti sırasında, falan hata etti, falan yanıldı gibi sözler çok geçerdi. Bir aralık onun da hata ettiğini gördüm. Zaman zaman bunu kendisine anlatırdım. Başını önüne eğer ve derdi ki: Oğlum sen kuvvetle dağı kamçılıyorsun, dağı. Benim bunda hiç bir maksatım, dileğim yok. Ama her defasında bunlar gibi yüz bin söz tekrarlanır dururdu. Bazan öyle bir hal içinde bulunurdu ki, onu hikâye ettiği vakit ben o makamda nasıl durabildiğini kendisine anlatırdım. Meselâ bir gün şu bahse dalmıştık, diyorduk ki: Peygamber sözü olan hadisin, Kuran'da bir benzeri olursa işte o hadis gerçek hadis sayılır. O bir hadis anlatıyor ve soruyordu: Bunun benzeri Kuran'ın neresindedir? O sırada ben kendisine garip bir hal geldiğini görüyordum. Onu, içinde bulunduğu o ayrılık âleminden cem âlemine yani birlik makamına getirmek istiyordum. Sorularını uygun sözlerle oyalıyordum. Buyurmuş olduğunuz bu hadis, gerçek hadis midir, değil midir, bunda ihtilâf vardır diyordum. Bilginler tek bir insan gibidir", anlamına gelen hadise benzeyen âyetlerin Kuran'ın neresinde olduğunu sorduğum zaman derhal cevap verir, "Şüphesiz müminler kardeştirler," (K. 30/10) ve ayrıca "Sizi ancak tek bir nefisten yarattık" (Lokman sûresi, 27) anlamındaki ayetlerden örnekler söyler, sonra yine kendi âlemine dalardı. Bilirdi ki, benim maksadım soru sormak değildi. Benim maksadım neydi? Bana, ey oğul! derdi, kamçıyı kuvvetli vuruyorsun. Daima oğul! diye hitap ederdi ve gülerdi. Yani burada oğul hitabının ne yeri var demek isterdi.
Hazreti Peygambere daima, iman nedir diye sorarlardı. O da soranın haline göre cevaplar verirdi ki ona lâyık bir cevap olsun. (M. 301) Bir defasında "Müslüman, elinden ve dilinden, Müslümanların güvende olduğu kimsedir" buyururlar. Diğer bir defasında, "Namazını kılan, zekâtını veren kimsedir", cevabını verirlerdi. Bizde bir çare bulalım çaresiz değiliz.
Alemin çaresini biz bulalım. Bir Elifin ne olduğunu bilsen bütün Kuran'ı biliyorsun demektir. "Gökleri elimizle kurduk," âyetini ele alalım. Bu Kâdim'dir, başlangıcı yoktur denilmez. Her şey onun katında mahvolur, tekrar yaratılır; ta ki Allahlığına açık şahit olsun. "Güneşi gördüğün zaman onu şahit kıl" ve yine Kuran'da "Biz seni görücü müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik." (K. 33/44) buyrulmuştur.
Bütün bu inancımla, bağlılığımla beraber, Kadı Şemseddin'e dedim ki, "Gideyim bir iş tutayım. Mademki bana ders vermiyorsun, başka yere varayım. Ben bir şey düşündüm, dedi. Sordum, nedir? Bir iş yapmayayım mı? iş yapmak bilir misin? dedi ve ilâve etti: Bu kadar dalgınlık ve bu derece incelikle, benim işim, mollalarım nazarında hayretle karşılanır. Hele şu adama bakın, şu makam ve saltanat içinde nasıl çalışıyor? derler. Kendi kendime, ah! dedim bana iş hususunda cömertlik gösteriyorsun. Ama ziyana sokuyorsun! Sabah ona yakın gelmişti geri döndü; ama bütün külhancıların bahsettiği sabah değil. Bütün sırlardan ancak bir Eliften başka bir şey açıklanmadı. Başkaca her ne söyledilerse o Elifin açıklanması konusunda söylediler. O Elif de hâlâ anlaşılamadı.
Şiir:
Ey düğümler çözme sevdasında olan ölü!
Kavuşma sırasında doğmamış, ayrılıkta ölmüş zavallı
Ey deniz kıyısında susuz uyuyan gafil;
Ey hazinenin başında dilencilikten ölen miskin!
Biliyorum ki fenadır, ama engel olmaya gücüm yetmiyor. Bu nasıl sözdür? Biliyorum ki, bu deniz boğucudur kendimi içine mi atayım? Yahut bu ateş yakıcıdır, yahut bu yüz arşın derinliğinde bir kuyudur, yahut bu bir yılan yuvasıdır, bu öldürücü zehirdir, ya da bu tehlikeli çöldür! Bildiğim halde nasıl giderim? Biliyorsan gitme; bilmiyorsan bu nasıl bilgi olur? Buna nasıl akıl veya bilgi denilebilir? Bu kadar öğütleri, sözleri.hep sana söyledim.
Bunları eğer şehirde bir topluluğa söyleseydim bana yüz binlerce saygı gösterir, (M. 302) büyük bir halk kümesi bana mürid olurlardı. Bir zümre de birbirinin saçlarını yolarak kavga çıkarırlardı; tatlı canlarını, sevgili mallarını bağışlarlardı. Halbuki sende hiç bir iz bırakmadı, sanki taş veya ondan daha katı dedikleri gibi, kalbin yumuşamadı. Bir yumuşak huyluluktan bahsederler ki, o gerçekte yumuşaklık değildir. Ancak o bir eşeklik sayılır. Yoksa öğüt, insanda iz bırakır.
Hazreti Muhammed'le (S.A.) ilgilenmekte, senin huyundan başka bir huy ile yaşamıyorum, kardeşlik ve yoldaşlık yönünde hareket ediyorum. Çünkü onun üstünde biri daha var; sonu olmayan yüce Allah.
Zaman olur ki, onun yüceliklerini anarım. Bu saygı ve ululama yönündendir, yoksa bir dilek için değildir. "O, Haktır" sözü Hallacın "Ben Hakkım" sözünden çok daha yüksek bir deyimdir. Eğer dostluğumuzun ayağı havada olduğu o günden beri bu bilinmiyordu ise, bunun delili senin gevelenmiş sözler söylemendir. Eğer fena söyledinse ben razıyım. Bana fena söylediğini isbat etmiş olman, benim için hayrın tam kendisidir. Allah'ın sırlarından bir sır olan kullar, Allah için ne söyleyebilirler? Her ne söyleseler çirkin düşer. Allah konuşmaz fakat kendi kudreti ile bütün varlıkları konuşturur. Camsız varlıkları bile söyletir. Eğer sırasında konuşursa, sözsüz ve sessiz konuşur, diyen olursa, ben de derim ki; Başka bir Allah gerektir ki onu dile getirsin. Halbuki ulu Allah, her şeyi dile getiren ve kendisi hiç konuşmayan o yüce kudret sahibidir.
"Allah ahlâkı ile ahlâklanın," yani ilâhi ahlâk ile vasıflanın buyurmuştur. Allah ahlâkı ise hem lütuf, hem de kahir'dir. Tek bir çeşnisi yoktur. Nasıl ki müminler vasfında, "Kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametli," (Fetih sûresi, 29) buyurulmuştur.
Şeyhin biri Bağdat'ta çileye çekilmişti. Bayram gecesi geldi, çileden bir ses işitti. Başka bir âlemden gelen bu ses, sana İsa nefesi verdik, dışarı çık, kendini halka göster, diyordu. Şeyh bir zaman düşünceye daldı. Bu sesten maksat ne idi? Bir imtihan mı? Ne istediğimi sınamak için mi? ikinci defa daha heybetli bir ses çınladı: Vesveseden vazgeç! dedi, dışarı çık, halk arasına karış ki sana İsa nefesi verdik! Şeyh, biraz murakabeye varmak istedi, maksadın ne olduğunu anlamak için düşünceye daldı. Fakat üçüncü defa daha sert ve keskin bir ses: Çabuk dışarı çık, durmadan yerinden fırla! diye gürledi. Şeyh dışarı fırladı. Bayram günü idi. Bağdad'ın kalabalığına karışarak yürümeye başladı. (M. 303) Kuş şeklinde şeker helvası satan bir tatlıcıya rastladı. Kuş şekeri diye bağırıyordu. Şu helvacıyı bir sınayayım dedi. Ona seslendi. Bunu seyreden halk acaba Şeyh ne yapacak diye hayretle bakmıyordu. Çünkü Şeyh helvadan uzakta idi. Kuş şeklinde yapılmış olan helvayı tabaktan aldı elinin içine koydu, ona üfledi. Kuran'da buyurulduğu gibi, "Size çamurdan kuş şeklinde bir mahlûk yaratayım,"(K. 3/43) âyeti gereğince kuşta bir kımıldanma oldu, derhal eti, derisi ve kanadı belirdi ve uçtu. Halk hep birden toplanmış o kuşlardan birkaç tanesinin uçtuğunu seyretmişlerdi. Şeyh halkın bu kalabalığından, karşısında secde edenlerin, hayranların gösterdiği saygı ve sevgiden sıkılmıştı. Kırlara doğru yollandı. Fakat halk peşine takılmıştı, her ne kadar gelmeyin bizim işimiz halvet yaşamaktır dediyse de, yine arkasından ayrılmadılar. Kırda uzun müddet yürüdü. Yarabbî, diyordu bu ne keramet idi ki, beni hapsetti, aciz bıraktı? O sırada bir ilham geldi, onlara karşı bir hareket göster ki, geri dönsünler, diye düşündü. Şeyh karnından bir yel çıkardı, halk birbirine bakıştılar. Hep birden onu inkâr anlamında, başlarını sallayarak uzaklaştılar. Tek bir kişi kalmıştı, o gitmiyordu. Şeyh ona niçin öteki arkadaşları ile birlikte dönmediğini sormak istedi. Onun niyazındaki parlaklık ve inancındaki aydınlıktan Şeyhe utanç geldi. Belki Şeyhi bir heybet kapladı. Bütün bu hale rağmen sebebini sordu. Adam şu cevabı verdi: Ben önce o yel ile gelmedim ki, yine aynı yel ile gideyim. O yel, bu yelden daha iyidir bana göre. Çünkü bu yel ile mübarek zatınız rahata kavuştu. Halbuki o yelden zahmet ve ıstırap duydunuz.
Ne dostlar vardır ki, bir söz ile dostlarını ıstıraptan kurtarırlar. Dostun mazeretini kötü hayale kapılanlara anlatarak hem dostlarını rahata kavuştururlar, hem de kendileri rahat ederler, Bir başkası da bir iki lâkırdıyı esirger, dostu sözü ile boğmak ister. Nihayet bu sözün geçmiyor mu? Bak ki bu söz mü, daha olgun bir sözdür, yoksa öteki mi? Bu mu daha tamam sözdür? Yoksa öteki mi? Eğer bu söz daha olgun ve daha tamam ise, öbürü bir şey değildir. Bu sözün karşısında yapılacak iş ancak onu dışarı atmak ve bununla kendini doldurmaktır. (M. 304) Devlet de bundadır. Kendi sözünü hep ileri sürme ki, daha olgun olan sözleri uzaklaştırmasın! O eksik sözü anmak bu olgun sözün anılmasına engel olur. Bundan yani iyi sözden dem vur; ondan, kötü sözden dem vurma! Sizin nişanınızı söyleyen ve size ulaştırılan sözlerden bahsetmemen. Ey hoca! Şunu da söylemiştim ki, O bütün ululuğu ile bizim nüktemizi dinlemekte ve işitmektedir. Size yaraşan şimdi susmaktır, dedim. Olaki tekrar bir yol bulabilirsiniz. O yol tozlarla doludur, dedi. Başka biri de, o tozdan geçer ama henüz eğri konuşmaktan vaz geçmemiş; o konuda henüz dem vurmaktan geri kalmamıştır. Dedim ki; şimdi bizim mazeretimiz var. Vaaz etme sırası geldiği vakit bize haber verin, içimizi temiz tutalım.
Tekrar söze başladı: Alaeddin Honcî falan şeyhden şöyle nakletti ve dedi ki: Bizim Hak yolunu aradığımız sıralarda idi, bir dervişin hizmetini görüyordum. O söyledikçe ben de dudağımı kımıldatıyordum. Dedim ki, öyle bir vakit olur ki o derviş yükselir, bilgide, görenekte olgunlaşır. Ama ona sormalıdır ki, ben konuştuğum zaman o konuşmaz mı? O zaman ben mahrum olurum. Diyelim ki olgunlaşmamış olsun niye susturayım? işitmiştim ki, konuşmak can yıkmak, dinlemek can beslemektir, dedi ve söze tekrar başladı: Kendi kendime dedim ki, yüz gün içinde iyi hale getirdiğimiz, düzelttiğimiz şeyleri o bir lâhzada alt üst ediyor, ilâve ettim: Bizim öyle bir yularımız vardır ki, onu çekmeye hiç kimsenin kudret ve cesareti yoktur. Ancak Allah Resulü olan Hazret! Muhammed çeker. O da hesap ve ölçü ile hareket eder. Dervişlik gururu başıma vurup da sertleştiğim zaman ipimi asla çekmez. Nasıl ki sofi elbisesini yırttı denildiği vakit, meclisten biri sormuş: Allah kitabında elbise yırtmak var mıdır? Sofî şu cevabı vermiş: Allah kitabında ayaklara ve boyuna mesh etmek var mıdır? Büyükler hep cebir tarafına giderler, ama bu ariflerin yolu başka yoldur. Cebir inancası dışında bir hoş nükte vardır. Allah sana kaderiyeci demiştir, sen kendine niçin cebriyeci diyorsun?
Allah, sana kudret sahibi diyor; sana kaderiyeci diyor. Çünkü emir ve nehy'in gereği, vaadin ve korkutmanın icabı, Peygamber göndermek, bütün bunlar kaderiyecilik inan casını destekleyen şeylerdir.
(M. 305) Cebir hakkında birkaç âyet vardır ama azdır. O kul yönünden gelir, kul da pek çabuk hak tarafına gitmektedir.
Şu âyetteki mâna nedir? Allah arş üstüne yükseldi" (Tâhâ süresi 5).
Bir padişahın üç oğlu vardı, çocuklar önemli bir iş için sefere çıkacaklardı. Babaları onlara birkaç gün, belki de üst üste on kere vasiyette bulundu: Yol üzerinde falan kale vardır. Şöyle bir kaledir. Oraya varınca Allah Allah diyerek geçin, asla o kaleye girmeyin! Padişah bu öğüdü vermeseydi, oğullarında, belki de o kale tarafına bakmak için hiç bir merak ve heyecan uyanmayacak, geçip gideceklerdi. Fakat bu ısrarlı tavsiyelerden onlarda gizli bir merak ve heyecan uyandı. Acaba bu kalede ne var da babamız bizi bu kadar ısrarla oraya girmekten menediyor. "Kişi yasak edilen şeye düşkündür" derler.
Kaleye geldikleri vakit hikâye malûmdur: Bir duvar gördüler üzerinde padişahın kızının resmi vardı. Görür görmez âşık oldular. Gidip babasından kızı istediler. Padişah emir verdi: Bunları götürün, içi kesik başlarla dolu olan hendeği gösterin. Büyük şehzade, ben gideyim oradan nişan getireyim diye iddia etti ama aciz kaldı, onu da öldürdüler. Ortanca da böylece kurban gitti. Sıra küçük kardeşe gelmişti. O da aynı sevdada idi. kızın babası, eğer başkalarından ibret almadınsa, kendi kardeşlerinin akıbetinden de mi ibret almadın? dedi. Oğlan şu cevabı verdi:
Şiir:
Aşkta sabır yeterli değil,
Sabır feryada yetişmiyor.
Sabırlı olmak hoş bir erginliktir ama
Gönül hiç kimsenin fermanı altına girmiyor.
Şart koştu, kızı istemekte ısrar etti kızın dadısı, oğlanın bu içten sevgisini anlayınca gönlü yumuşadı ona kılavuzluk ederek altından bir öküz heykeli yaptırmasını, içine girerek saklanmasını söyledi. Bu öküz, hile ile kızın bulunduğu köşke götürüldü. Geceleri halk uykuya vardıktan sonra yeni sevgililerin aşk ışıkları ile dağılan gece uykuları yerine aşk lezzeti faslı başlıyordu. Şehzade gece öküz heykelinden dışarı çıkıyor, mumlar yanıyor, şaraplar dolanıyor; kızın kıvırcık saçları (M. 306) sevgi şarabı ile ıslanıyordu. Gündüz olunca bazı nişanlar görüyorlardı, ama ortada hiç kimse yoktu.
Oğlan bu vuslatın bir nişanı olarak, kızın bir bileziğini aldı. Babasına kızından nişan getirdim diye gösterecekti. Halk onda hiç bir nişan ve alâmet görmeden de gerçek ve samimî sevgisine vurulmuş, ona içten bağlanmıştı. Aralarında eğer padişah ona kastedecek olursa, engel olalım, biz de padişaha kastedelim dediler. Çünkü çok sevimli bir gençti. İşi haber alan şehzade buna lüzum yok, dedi. Ben doğrudan doğruya nişanı gösterirsem, zaten Padişah ölür, siz de ayağından tutar dışarı atarsınız.
Padişahın yanına girince, nerede nişan? dedi. Şehzade cevap verdi: Getirdim, getirdim ama, sen, vezir ve ben, her üçümüz halvete çekilelim; sana öyle bir nişan göstereyim ki, aklın başından gitsin. Bunda hiç bir şüphe, zan ve yanlış bir düşünce kalmasın, sana tamamiyle yakın hasıl olsun.
Halvete çekildiler. Şehzade kızdan aldığı baş örtüsü, yüzük ve başka armağanları ortaya attı ve onlara gösterdi. (Bu hikâye Mesnevi'nin altıncı cildinde sonu gelmemiş olan Kale ve Üç Şehzade hikâyesinin aslıdır. Mevlâna'nın son günlerinde mizacına arız olan hastalıklar yüzünden kendi deyimince "Söz devesi bir daha kalkmamak üzere çökmüş, artık hikâye de bu yüzden eksik kalmıştır. Şems'in kısa bir özetini verdiği hikâye bu suretle tamamlanmıştır. (Ç))
Şiir:
Gam, senin lütfün ile sevinç içinde kalır,
Ömür, senin iltifatınla sonsuzluğu kazanır.
Aşk, her ne kadar zamanın belâsı ise de hoştur.
Bu şarap baş ağnlarıyle doludur, ama yine de hoştur.
Aşk ile uğraşmak çok çetin bir iştir ama,
Senin gibi bir sevgili  ile gönül alışverişi  pek tatlıdır.
Bir şeyh gördüm etrafına şaşkın ve dalgın bakmıyordu. Beni ve başkalarını hayretle süzüyordu. Başını önüne eğdi, biraz sonra arka arkaya secde ediyor daha sonra yerlerde yuvarlanıyor, pabucunu başına vuruyordu. Ona dedim ki; Temaşa ancak Ayı tamam görenlere yaraşır. Ondan bir parçayı görmek gerçi sana hayret verdi ama tamamını görmenin zevki derecesinde olamaz. Sağ kaldığın müddetçe ecel münadisi gelmeden önce çalış, işitiyor musun bu münadi ne söylüyor? Minarenin başından şöyle sesleniyor: Birini şehirden dışarı atıyorlar, çabuk dışarı atın, (M. 307) eğer atmazsanız şehir halkı bütün evlerini bırakıp kaçacaklar.
Musa Peygamber, (Allah'ın selâmı üzerine olsun) o yüce mertebesi ile Hızır Peygamberden, onun yoldaşlığından kendi peygamberlik sıfatını olgunlaştırmak için yardım diliyordu. Tâki bununla başka bir güzellik daha elde etsin. Tövbeler ediyordu. Gerektir ki, derviş bütün ömrü boyunca bir kerre tövbe etsin ve ettiğine pişman olsun da niçin şu hatalı iş benim yioluma rastladı diye üzülsün. Gerektirir ki, içimizdeki hesap soran kuvvet dışarı çıksın. Bana perde olacak bir şeyin karşıma çıkmaması için kendimi nasıl koruyayım? Haydi o kuruntuyu içimden atayım, ama daha fazlası gelir, beni uğraştırır. Kendimi savunmaya, kendi işimle uğraşmaya imkân bulamam.
Kedi benden eti kaptıktan sonra hep onu yakalamakla uğraşır, o saatte et yemekten vaz geçerim. Ne mutlu Farsça Kuran ve kutlu konuşan, temiz ilâhi ilham! Bir aralık bir mahalleden geçiyordum bir çalgı sesi işittim. Biri derviş diyordu, öteki sema diye İsrar ediyordu, iş pek nazik bir duruma girmişti. Saz başlamıştı. Ansızın ağzımdan şu sözler fırladı: Ne gör ne işit. O anda öyle yaptım, onlardan bir tarafa çekildim. Bu tuhaf bir iştir, başkalarının yanında keramet ve mucizedir.
Önce fakihlerle düşüp kalkmaz, hep dervişlerle otururdum. Din bilgini geçinenler dervişliğe yabancıdırlar derdim. Ama dervişliğin ne olduğunu anladıktan sonra onların nerelerde oturduğunu gördükten sonra şimdi dervişliğe meylim kalmadı. Fakihleri bu dervişlerden daha üstün tutuyordum. Çünkü fakihler bir kerre zahmet ve meşakkat çekmişlerdir. Bunlar ise ben dervişim diye yan çizerler. Nihayet dervişlik nerede?
Bütün ulu Peygamberler, dervişlik aşkı ile yanıp yakılmışlardır. Mtisâ Peygamberde, "Yarabbi beni Muhammed ümmetinden kıl," diye feryat etmiştir.
Muhammed ümmeti olanlara göre, her kıssanın, fıkra veya hikâyenin bir özü ve nüktesi vardır. Hikâye ve fıkra da bu nükte için anlatılır; yoksa büyükler can sıkıntılarını gidermek için hikâye yolu ile konuşmuş değildir ki maksatlarını o hikâyede belirtsinler. Bununla beraber, "Susan selamete erdi" derler. Büyükler yanında da susmak yaraşır.
Beyit: (M. 308)
Genç delikanlının aynada gördüğü şeyleri,
Tecrübeli Pir, pişmiş tuğlada görür.
Birisiyle konuşmanın manası şöyle olmalı: Senin gözünün önünde ve gönlünde sanki bir perde var, ben de onu kaldırayım düşüncesi ile konuşmalı ve mecliste niyazsın olmalıdır.
Koca karıların âdetlerini benimseyin! Çünkü onlara göre, hepsinden evvel Fahri Razî ve onun gibi yüzlercesi gerektir ki, kendilerinden bir dilekte bulunan kadınların baş örtülerini düzeltsinler, onlardan öğünerek söz açsınlar. Ama o baş örtüsüne de yazık olur.
Şeyh Ebu Mansur'un çok yakışıklı bir çocuğu vardı. Bir delikanlının gönlü ona kaymıştı. Şeyhin bu söylentilerden haberi yoktu. Halbuki Şeyhlerin gönlü yalnız dış duygular yolu ile haber almaz, belki vahiy ve ilham yolu ile de haber alır. Nasıl ki, "Onun kulağı ve gözü olurum ", 'Allah nuru ile görür””Gördüğünü kalbi yalanlamadı" (Necim sûresi, 12) anlamındaki âyetlerde de böyle işaret buyurulmuştur.
Şiir:
Feleğin bütün hallerini bilirler,
Onlar ki gerçeği arayan ve yol gösteren erenlerdir
Fakat güzel huyları dolayısıyla kimsenin perdesini yırtmazlar.
Sanki, zamanenin gidişini onlar yürütüyor.
Allah huyları ile bezenin: "Sevgili Peygamberim! Şüphe yok ki sen en yüce huylarla bezenmişsin!" (Kalem sûresi, 4)
Beyit :
Geçinme sırasında halk ile ol, onlarla hoş geçin!
Allah'ın yumuşak huyluluğuna özen çirkin şeyleri at!
Seven delikanlı, aşk ateşi içinde Şeyhin yanına geldi. Ben mürid olacağım dedi. Şeyh de kabul etti. Onu kendi yakınları ve güvendiği insanlar arasında bıraktı. Gizlice diyordu ki: Bu delikanlıda hem büyük bir cevher var, hem de büyük bir utangaçlık. Ben iki halini de bilmekteyim. Bunu size de göstereceğim. Çocuğu içeriye, halvete çağırmalarını emretti; delikanlıyı gizli bir yerden gözetlediler. Bir gece çocuğa saldırdı ve nihayet çocukcağızı öldürdü. Hemen dışarı çıkmak istedi, kaçacaktı. Şeyh dervişleri uyandırdı, onlara şöyle dedi: Falan mürit şöyle bir harakette bulunmuştur, kaçmak istiyor biz onun yolunu kesmişiz kapıyı bulamaz. (M. 309) O şimdi her tarafı duvar görüyor. Korkulur ki ödü patlasın. Gidiniz, ona deyiniz ki, Şeyh seni istiyor, yaptıklarını da biliyor. Nasıl ki: "Bana her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan Ulu Allah bildirdi", (K.66/3) buyrulmuştur.
Dervişler geldiler, kapıyı açtılar, odayı kan içinde gördüler ama bir türlü feryat etmeye cesaret edemediler. Çünkü Şeyhin işaretinden korkmuşlardı. Delikanlıyı Şeyhin yanına getirdiler. Şeyh gülerek neşeli neşeli ileri doğru yürüdü, kolundan tuttu kendi hırkasını sırtından çıkararak ona giydirdi, getirip kendi makamına oturttu. Ona, senin için zaten şu bir tek perde kalmıştı ki, bu makama erişesin, dedi.
Her insanoğlunda bir benlik vardır, insan sonunun neye varacağını önceden görse idi, hiç benlik davası eder miydi? Muhakkak ki sakınırdı. Ama önceden sonunu göremedi. İşte Peygamberlerin sultanı ve sonuncusu olan Hazreti Muhammed'in (S.A.) üstünlüğü buradadır. Aşık, benliğini sevmek sevdasından kendini kurtarırsa sevilen ve istenilen sevgili de benlik sevdasından vazgeçer.
Şiir:
Her ne derlerse onun içyüzü budur.
ululuk artık ölmüştür. Dirilik de budur.
Arapça şiir:
Fakat kalbim ağladı, ağlamaktan öyle coştu ki,
O da ağladı, ona dedim ki, üstünlük ilk davranandadır.
Eğer şimdi ağlayacağıma, çocukluk ve gençlik çağlarımda ağlasaydım.
Sadi'nin başı için şu pişmanlıktan önce nefsimi şifaya kavuştururdum.
Üstünlük ilk davranandadır, sözündeki ilk davranan ile geç kalanın anlamı şudur: Sevgili için ilk azığı hazırlayıp saklayan ilk davranan demektir. Geç kalsa bile yine önceden davranmış sayılır. Parmağında yüzüğünü çevirirken Peygambere şöyle hitap olundu. "Bizim sizi boş yere yarattığımızı mı sanıyorsunuz?" (K. 23/117) Bana, bir yabancı yüz kere de vursa, hiç bir şey demem, ama o biricik sevgiliden bir kıl ucu yakalayayım o rahmet ve şefkattir. Nasıl ki Hallacı Mansur vak'asında başkaları gökten buz yağdığından bahsetmişlerdir. Hal ehli olan bir kişiden nakledilen bu hikâye ise daha hoştur. Derler ki: Hallacı astıkları zaman şeriat ulularının fermanı şöyle idi: Hallaç darağacına çekilince Bağdat halkından her biri ona bir taş atacaktır. Herkes bir kaç mancınık taşı atmakla beraber (M. 310) dostlarını da bu işe zorladı. Çaresiz herkes buna katıldı. Arada taş yerine bir gül demeti de atılmıştı. Hallaç derin bir inilti çıkardı feryada geldi. Bu hali seyredenlerden birihayretle ondan sordu: Niçin o taş yağmurundan hiç bir ses çıkarmadın da bir gül demeti atılınca inledin? Bilmiyor musunuz ki, dedi,sevgilinin cefası çok çetindir.
Adamın biri yıllardan beri kendine bir mürşid arıyordu. Her kimi işitse koşardı ama hiç bir kapı açılmıyordu. Bir gün başını bir tuğla üstüne koyarak uyudu. Aradığını düşünde görmüştü. Uyanınca hemen tuğlayı öpmeğe başladı; koltuğuna kıstırarak her nereye gitse asla yanından ayırmaz,o olmadan namaz kılmaz, misafirliğe onsuz gitmez, baş sağlığına, düğüne hattâ uyumaya hep tuğla ile beraber giderdi. Hastalıkta bile dışarı çıkarken tuğlasız durmazdı. Biri gelse de kendisini övmek istese derdi ki: Bunu önce benim şu tuğlama, şu cevherime söyle! Yanına bir ziyaretçi gelse de el sıkmak istese, önce elini şu tuğlaya sür,derdi. Bu nedir? diyenlere, bulunmaz bir şeydir, ancak iyi kişilerde bulunur, fena kişilerde bulunmaz; otuz sene idi ki bir şeyi kaybetmiştim, dün gece başımı bu tuğlanın üzerine koyunca onu tekrar elde ettim, derdi.
Şiir:
Ey sevgili! Ey can! Gönlüm buna nasıl inanır ki,
Sana kavuşmayı asla ummazdım!
Gamdan uzaktım, felek bu halimi beğenmedi, halbuki,
Bana seninle geçmeyen zaman daha hoştu.
Ne kadar uzak, ne kadar uzak! Sana sonsuz ömür mü versinler? Ben görüyorum ki ölüm yabancılıkla dolu birâj lemdir.Bütündostlarıma sonsuz ömürler diliyorum: Ondan başka dua etmiyorum. Hele sana ki, bizim hem dışımızı hem içimizi besledin, yetiştirdin; senden bize binlerce faydalar ulaştı. Ama benim bu haberimden hayret ettinse ben hakkın sıfatıyım, benim sıfatım da onun sıfatı demektir. (M, 311) Benim bilgim onun bilgisi ve onun sıfatıdır. Derler ki; Allah'ın yumuşak huyluluğu ve sabrı vardır. Her sabrı yüz yıl, bin yıl sürer.
R ü b a î:
Ey ay parçası, doğdun ve parladın,
Kendi feleğinin çevresinde salınarak gezdin!
Bilirsin ki, can ile beraberdin,
Ansızın battın ve görünmez oldun.
Arapça beyit:
Veki'a beni korumamasından şikâyet ettim,
O da günahları terk edeyim diye beni uyardı.
Herkesin kendine göre bir günahı vardır. Birinin günahı sarhoşluk, yaramazlıktır, onun haline uygun düşer. Ötekinin günahı da Allahdan uzak kalmaktır. Bir öfke vardır ki, zaman zaman ayaklanır, bazan da gizlenir. Onun işi gizli kalmaktır. Ama canlı olan bir mahlûk suç işlemekten nasıl kendini korur? Çünkü burası onun yeri olduğunu bilmektedir.
Mısra:
Nihayet kedi delik başlarından ayrılmaz.
Bir ge'nç  Kuran  öğrenmek  istiyordu.   Çok zahmet çekmiş, Kuran'ı ezberlemişti. Ama hâlâ arzusu vardı. En iyi Kuran okuyan öğretmen kimdir? Diye soruyor ve Allah'a yalvararak Kuranuzmanı veAllah adamı has kullardan bir öğretmenle tanıştırmasını diliyordu. Ansızın Bağdat'ta bir öğretmen haber aldı ve derhal yanına gitti. Ezberindeki her âyeti ona tekrar ediyor o da şöyle oku böyle oku diye düzeltiyordu. Kuran öğrencisi baktı ki ömrünü boşuna harcamış, işe yeniden başlamak gerekli. Ne olursa olsun dedi, öğrenci, öğretmene karşı şu şartı ileri sürdü: benim babamın adeti her sahife için bir altın vermektir. Öğretmen, peki, dedi. Genç öğrenciye Kuran'ın sırlarını öğretiyor, o da, altınları gönül hoşluğu ile veriyordu. Ama bir gün geldi ki verecek altını kalmadı. Baba üzülüyordu. O sırada bir ihtiyara rasladı, üzüntüsünün sebebini sordu, ahvali anlatınca ihtiyar güldü. Onu evine götürdü, misafir etti. Baba (M. 312) canının sıkıntısından yemek yemiyordu. ihtiyar sizin o öğretmeniniz benim oğlumdur.dedi, senin verdiğin altınlar da şu halının altındadır. Oğlumun altına ihtiyacı yoktur. Hazret! Peygamber, "Kuran'ı güzel ses ve ahenk ile okumayan bizden değildir," buyurmuştur. Bizim altınımız Kuran'dır, mülkümüz, kuvvetimiz ve varlığımız Kuran'dır. Biz Kuran'ı böyle öğrenmedik ki ondan başka bir şeye muhtaç olalım. Bu ancak seni sınamak içindir, işte bak bütün paraların buradadır al dedi ve oradan ayrıldı. Eğer o hatırayı kendinden uzaklaştırmamış olsaydın öğüde muhtaç olmazdın ve zahirde senden köprü geçmez bir merkep sıpası istememize bile lüzum kalmazdı. Onu sürersin, gölgeden kaçar, köprü üzerinde ayakları titrer, dünyayı canına bağlar, gerektir ki biraz yük taşısın. Onu burada sınayın. Eğer köprü geçerse ne iyi, yoksa hemen geri göndermeli. Çünkü o bir aralık seni yol ortasına kadar götürür, ama arkadaşları köprüyü geçtikleri halde o geçmez. Geri dönmeye imkân yok, ileri gitmeye imkân yok. işte onu burada tecrübe et kf, anlayasın. Nasıl ki Kuran'da "Her şeyi bilici olan Allah onların imanlarını sınar," (K.60/10) buyrulmuştur.
Şeyh ayva yer; vah şeyhim, vah müridim! dersin ama o senin müridin değil sen onun müridi oldun. O sana Yasin okuyor. Sen ona ne yapayım diyorsun! O teslim damarı kayboldu ama altın damarı yerinde duruyor. Sen kayboluyorsun, altın damarına kayıp diyorsun. Toprak vardır ki, içinden altın çıkarırlar ama o yetim incinin ocağı, madeni belli değildir. Kuvvetli ihtimale göre su içindedir.
Bezirganın biri bütün malını harcadı elli defa memleketinden dışarıya sefer yaptı. Öteki bezirganlar da onun parası ile etrafı dolaşır, ticaret ederlerdi. Ancak başkalarının parası ile ticaret edenlere falanın sofrası seferdedir, derler. Bunlar paralarını dalgıçlara yedirirler, bir yetim inci çıkarmak umudu ile durmadan para harcarlar, dalgıçlar da batıp çıkmaktan aciz kalırlar, sedefleri dışarı çıkarırlar, ancak içinden bir şey çıkaramazlar.
Beyit: (M. 313)
Bana senin akik gibi dudağın gerek, şekerin ne faydası var?
Bana senin cemalin lâzım, kamerin ne yeri var?
Dalgıç nihayet işin sonuna bakar, hiç olmazsa ayağımda bir pabuç kaldı, der. Hele bir kere daha dal, olaki o yüzbinlerce para değerinde olan sedefi yakalayabilirsin.
Hazineden anlayamayan yalnız onun sözünü işiten ve gören kimse için hazine ancak bir armağandır. Hatıra gelen bir şeyi yapmamak veya geciktirmek nedir? Gecikme, ancak eşeğin köprüden geçmediği zaman olur. O zaman onu kovarsın!
Derler ki: Ayakyolunda Allah adını söylemek gerekmez: yavaş da olsa Kuran okumak yaraşmaz. Ama bugün kendimden ayıramadığım içimdeki pislikleri ne yapayım? Şah bu attan aşağı inmek istemiyor, askerini toplamış, şeytan onu önüne katmış, yardımcı gibi kullanıyor. Şah ise, o muhakkak Allahdır diyor. Çünkü şeytan, Allah kılığında da görünür ki, kendisini kabul etsinler.
O adama dedim ki, şeytan nasıl Allah kılığına girebilir. Onun kitabından yüz Bayezid'in künyesi okunur. Yenini aşağı sarkıtsa yüz Ebusaid (Ebülhayır) dökülür. Onda hem ruhani, hem de cismanî kudretler vardır. Şehvet nereden geliyor? Ancak bir kimsenin yüzünü kapıyan şu zümrenin zihnini bulandırır ve der ki: Kendini göster de hatırından şu düşünceler çıksın. Şimdi bunların hizmetini ancak anasından ve babasından görmüş olanlar yerine getirebilirler.
Beyit:
Ana ve baba, evlâtlarını incitmezler ama
Akıl ve ruh velilerdedir.
Şiir:
Ey sabah  rüzgârı,  elinden gelirse bir gececik onun yurdundan geç!
Gönlün isterse, benden onun tarafına bir selâm götür.
Gönlümü  orada görürsen,  de ki,  vuslat  sana haram olsun!
Ben böylece senden uzakta, sen ise hep onunla diz dizesin.
Eğer oraya yetişebilirsen aheste git, yavaş yürü!
Tâ ki, zülüflerinin kıvrımları dağılıp da birbirine karışmasın!
Rubai: (M. 314)
Yel esti, gül yapraklan mey tiryakilerinin başlarına saçıldı.
Yâr geldi meyler dostların kadehlerine boşandı.
O sümbül (saçlarla) gül (yanaklar) atlarların neşesini kaçırdı.
O   mest   nergis   (mavi   gözler)   ayıkların   kanını döktü.
Rubai:
Aşk, bizim ölçümüze göre başımızda değil
işin garibi bizim yükümüz bineğimizin yükünden
daha ağır Dilberlerimizin cemali, güzelliği söz konusu
olunca, Biz ona lâyık değiliz, o da bizim dengimiz değil.
Rübaî:
Gönül ararsam, senin semtinde görürüm,
Can istersem, saçlarının kıvrımlarında bulurum.
Çok susuz kalırda su içersem,
Kâsede yüzünün hayalini görürüm.
Rübaî :
Bundan daha perişan gönül hali olur mu?
Yahut bundan daha başsız, sonsuz bir olay var mı?
Alemde hangi mihnete uğramış zavallı var ki,
Bundan daha başı dönmüş, bundan daha şaşkın olsun.
Beyit:
Ey cihanın canı, ölmek ne hoştur,
Hele kılıç senden, gerdan da benden olursa!
Alemin güzelliklerine değer biçmişler her biri için şu kadar değer vermişler. Ey sevgili can, acaba bu hoşa gitmeyen çirkinin değeri nedir?
Şiir:
Diyorsun ki, benim mahmurluğumdan yüzlerce küp parçalanır,
Acaba bir koku almadın mı ki, bu derece sarhoş oldun?
Rubai: (M. 315)
Ey gönül git sonunu düşünenlerden ol!
Yabancılık âleminde yakinlerden ol!
Sabah rüzgârına binip dolaşmak istersen,
Dervişlerin bineklerine ayak toprağı ol!
"Göklerim ve yer yüzü beni kapsayamadı. Ama ben bir imanlı kulumun Gönlüne sığdım", anlamındaki kutsal hadis malumdur.
Bir aralık falan kimse açıkça küfür söylüyor, halkı yoldan çıkarıyor, dediler. Bir kaç kerre bu isnadı tekrarladılar. Halife işe ehemmiyet vermedi. Bu sefer de adam bir alay ayaktakımı ile dost olmuş, bunları doğru yoldan saptırmış dediler. Bu senin hakkında uğursuzluk getirir, senin çağında açıkça küfür söylensin. Muhammed dini harap olsun, bu olur mu? diye Halifeye tekrar ısrarda bulundular. Halife, adamı sarayına çağırdı, yüz yüze gelince, bunu Dicle'ye atın dedi. Ayağına bir desti bağladılar. Götürürlerken Halifeye sordu: Benim hakkımda bu cezayı neden reva gördün? Halife halkın maslahatı icabı (Müslümanların selâmeti için) seni suya attıracağım, dedi. Adam o, halde benim maslahatım için benim selâmetim namına halkı suya at, dedi. Senin yanında benim o kadar itibarım yok mu? Bu sözden halifenin içine bir korku düştü, adama acıdı. Dedi ki: Bundan sonra, benim yanımda o ne derse öyle yapacağım. "Allah arş üzerine hakim olmuştur" anlamındaki âyeti şerh eden gerektir ki, "Nefsini bilen, Rabbini de bilir," nüktesini de anlatsın. Bu sözde gizli bir hazine vardır. Açıklansın da hiç anlaşılmayan bir tarafı kalmasın. Çünkü nefsi ile alışverişi olan kimse ne kendini ne de başkalarını düzeltebilir "EY RESULÜM! Sözü istersen açık konuş o gizli ve kapalı her şeyi bilir" buyurulmuş. (Tâhâ süresi, 6) Nefsin yeri ancak ayak altıdır.
Muhammed'de (S.A.) Ahad'i (tek Allah'ı) bulabilirsin ama Ahad'de Muhammed'i bulamazsın! Sofi evden dışarı çıkar, hırkasınınyenine bir dilim ekmek yerleştirir. Yüzünü o ekmeğe çevirerek: Ey ekmek der eğer başka bir şey bulabilirsem elimden kurtulursun, yoksa zaten elimdesin!
Onlar hep Ahad'e uyanlardır, biz de Muhammed'e (S. A) uymuşuz. İsterse Kabe'nin damına götürsünler, hayır deriz. Muhammed'e uymak daha doğrudur. Bu, Kâbenin damında namaz kılmaktan daha üstündür.
Gizli benlik duyguları onları bağlamıştır. Bir şeyhe dedim ki: Allah seni (M. 316) cehenneme atsın! Keşke, dedi: o zaman, bendeki nurun Cehennem ateşi ile ne hale geldiğini, Cehennemin de benim nurumla nasıl karardığını görmüş olurdum.
Bahsi geçen Şehzadeler hikâyesinde de böyle oldu. Öküz heykelini gördüler, ama içindeki Şehzadeyi göremediler. Yoksa kimbilir onu nasıl öldürürlerdi.
(Mahkemede) hasım tarafın suçunu açıkça söylemesi seksen tanık dinlemekten daha iyidir. "De ki, hangi şey en büyük şahadettir; de ki Allah görücüdür," (K. 6/19) sözlerindeki hikmete bakalım:
Kuran tefsiri yapıyoruz. Derler ki: Hiç bir Müslüman, (tanımadığı kimseye) bu zındıktır der mi? Kendi mektuplarını okumazlar da falan kâfir oldu derler. Evet kâfir idi, mümin oldu.
Zeyneddin Sadaka dedi ki: Başlarımızı eğelim, huzura murakabeye varalım. Bir parmak mesafe için yoldan kadın. Bundan ötesi ıssız çöllerdir. Bir parmaklık yoldan, Aksaray'dan Konya'ya geliyorsun. O bir parmaklık yoldan geri kaldın!-Üst tarafı yokluk çölüdür. Ancak yolu ara, sor yol bu mudur? diye araştır. Dikkat et ki, o şaşırtıcı uğrular birer hırsız olmasınlar. Sen nazar ehli ol, doğruyu eğriden ayır! Çünkü yol arada bir takım dallara ayrılır. Biri bu yoldan gelir öteki o yoldan gider, sen doğru yol tarafını koru. Konya'ya eriştikten sonra başkaca düşünceye lüzum yoktur. Orada adil bir Sultan vardır, kimse kimseye zulmetmez. Kutsal hadiste "Lâilahe illallah inancı benim kalemdir. Her kim benim kaleme sığınırsa selâmette olur," buyurulmadı mı? Her kim bu tevhid kalesine bu Lâilaha illallah hisarına girerse, bir şey söylemez. Ama her kim ancak bu kalenin adını söyler de geçerse, o bir şeyler anlatmak ister. Kalenin adını söylemek çok kolaydır. Benim dilimle ben kaleye girdim veya Şam'a gittim dersen, bir anda semaları ve yerleri dolaşırsın; Arşa, Kürsiye yükselirsin.
Hazreti Muhammed (S.A.) "Tam içten ve gönülden Lâilaha illallah diyen mümin Cennete girer," buyuruyor. Şimdi sen otur da söyle:
O, birdir diyorsun. Sen kimsin? Sen altı binden daha fazlasın! Sen bir ol! Yoksa onun birliğinden sana ne? Sen yüz bin zerresin ki, her zerrende bir heves, her zerrende) bir hayâl taşıyorsun. Niyetiyle gönülden, aklı ile tam içten bağlılık gösteren cennete girer. Bunu yapabildi ise Cennete girer, yolundaki vaade hacet yoktur. Bunu yapabildi ise Cennetin tam kendisidir. O.
Bunu kimin yanında söyledi? derlerse gerektir ki biraz kerem etsinler. Halk (M. 317) daha isdidatlı olsun. Bununla beraber vaizin öğütlerini o kadar çok tekrarlama ki halka soğukluk gelmesin, işleri ya açık sözlerle konuşursun, yahut yedi renkli hırka ile! Tahkik ehli kişilere feryad yaraşır, bunu bilmek lâzımdır. Yedi renge boyanmış, secdeye kapanmış insanlar görüyorsun. Ey şeyh sana renkten sıyrıl, vaz geç dediler! önce tekkede de anlayışlı olmuyorlar.
Şimdi dışarı çıkayım, bırakmazlar. Bir kerre dergâhın, tekken var ama o doğanın şahı, ya kafestedir yahut kafesten kaçmıştır. Kafes demirden olmalı ki kuş uçtuğu 'zaman huy huy etmeyesin. Burada huy huyun ne yeri var? yani kuş uçtuktan sonra gel gel demek neye yarar?
Bir zümre vardır ki, buyurun herkes başını dizleri arasına koysun, bir zaman murakabeye varsın, derler. Bundan bir müddet sonra biri başını kaldırır, Arşın, Kürsi'nin yüceliklerini-seyrettim, der. Başka biri benim nazarım Arşı de Kürsiyi de geçti, fezadan sonsuz boşluklara daldım, der. Başka biri de ben yer öküzünün sırtını, denizde balığı seyrediyorum. Hatta bu öküzü, balığı koruyan melekleri görüyorum der. Ben her görüşümde kendi arıklığımdan, zavallılığımdan başka bir şey göremiyorum. Ben, iki ayağından asılmış bir kuş gibiyim. Evet asılmışım, asılmışım ama sevgilinin tuzağında asılıyım. Artık kime hoşgeldin diyeyim? Ben zaten bunu istiyordum. Ben iğ istemiyorum, iki türlü maden istiyorum! Altın ve gümüş madeni, belki de madenden de mekândan da kurtulma yolunu arıyorum ki, ondan başkası benim işime yaramaz. Nasıl ki başkalarına yoksulluk yaraşmaz, onlara varlık yaraşır. Ancak insanı hakka götüren de yoksulluktur. Haktan başkasından kaçıran yine yoksulluktur. Yani bir yoksulluk da vardır ki, insanı Haktan kaçırır, halka götürür.
B ey i t :
Gülden değil dikenden hoşlananlara
Mimber yaraşmaz darağacı yaraşır.
Şiir:
Ey sevgili bak bir kere candan pek az bir şey kaldı
Bugün biraz daha derdimi çek!
Ancak bir şafak vakti kaldı
Güzel yanağının renginden gül fidanı gibi boyundan,sanki
(M. 318)
Gül ter içinde kaldı, ay da sıkıntı içinde...
Artık altınım gümüşüm kalmadı, bizden ne götürebilirsin?
Aşkımdan hatıra ancak kapında bir altın tabak kaldı.
Gönlümü dava ettin ama, yolunda canımı da feda ettim.
Bundan daha büyük söz olur mu?
Üzerimizde bir hakkın kaldı.
Şu bir kaç gün de bari bizim zahmetimizi çek!
Çünkü ömrümüzün defterinden tek  bir yaprak kaldı!
Şehrimizde hatırı sayılır bir zahid vardı. Bir gün kırlara doğru yollandı. Ansızın bir köye geldi. Zahid ve müridleri çok yorulmuş ve acıkmışlardı. Köylüler, çabucak evlerine koştular, kuzular çevirdiler, kebaplar hazırladılar, bir çok ağırlamalar oldu? Köyün hocası koştu. Zahidin önüne ekmek ve yoğurt getirdi. Çok aç oldukları için iştiha ile tatlı tatlı yediler. Geçe yarısından sonra gelen köylüler de kebapları yaptılar, sofraları döşediler. Fakat Zahid ne yapayım dedi artık iştaham kalmadı. Köpeklere verin, yiyebildiğinizi yiyin, yiyemediklerinizi de köpeklere dökün. Bırakalım yesinler bunu, yarına bırakmak olmaz deyince köylüler Şeyhin meclisinden ayak çektiler. Bu adam bizi daha ne zamana kadar aldatacak diyerek, kâh nazlanarak, kah inkâr yoluna saparak ondan baş çevirdiler. Şeyh onlarda bir bozukluk görürse bunu kendi tarafına çeker. Çünkü şeyhin rahmet ve şefkati, sonsuz rahmete bitişiktir. Eğer şeyhin onlara karşı meyli kalmazsa bu sefer onlar Şeyhe itibar etmeye başlarlar; o da iş böyledir, der gider. O, kaba tabi atlı değildir ki, herhangi bir sebeple öne geçsin. Belki ancak Hakkın işareti ile ileri atılır. Mutluluk o kimsededir ki, bir sebeple ve maksatla bir Şeyhe bağlanmıştır. Çünkü birzaman olurki, ansızın o bağlantı artık bir karşılık beklemeden olur. (M. 319) O zaman kendilerinden de sebepten de vaz geçer ve şöyle söyler.
Rubai:
Biz hiç bir hesaba sığmayız.
İşimiz çok, ama ney gibi içimiz boştur
İyi bakar ve kendimize gelirsek,
O zaman anlaşılır ki biz, hem bizden eksik, hem de biziz.
Ahmağın biri daima karları toplar, getirir su içinde saklardı. Eğer kalırsa, ondan şu ciheti soracaktı: sen niçin bize benzemiyorsun? Her ikimiz de aynı asıldanız yani sen cisimsin, ben ruhum, yahut ben cisim sen de ruhsun demedin! Başka biri bunu ben söyliyeyim, dedi. Allah, Peygamberine niçin "De ki, ben tek ve eşsiz Allah'ım" demedi de, şu hitabta bulundu: "Ey resulüm söyle ki, O yani görünmeyen Allah, eşsiz ve tek olan Allahtır." (ihlâs suresi, 1) Çünkü dedi ama, bu çünkü kelimesi peltek idi; Samed, içi boş karınsız demektir. Karnı boş olan, olmayana delâlet eder ki, o da, Samed ulu Allahdır. Bu onun eşidir, o da bunun eşidir. Nasıl ki, kendisi sayıdan olmayan Ahad'de bu sayıların delilidir. Yani sayısızlık da sayının delilidir.. Şimdi tekrar, "Nefsini bilen rabbini de bilir," sözüne gelelim. Nefiste şüphe vardır, buna batmıştır
Kocakarıların âdetini koruyun! Yani ey sen, her şey sen! der. Madem ki her şey diyor kocakarı da bu herşey kavramına girer. Şu halde bu sözü söylemek "Ben Hakkım" demekten daha iyidir. Hakka ermiş olsan da, Hakkın hakikatina, iç yüzüne eremezsin, eğer hakkın hakikatinden haberin olsaydı "Ben Hakkım" demezdin. Yani mürşidimiz ve elimizden tutan kılavuzumuz diyor ki: Kocakarıların âdetini koruyun sözünü bir kocakarıdan öğren. Başka bir delil de Allanın varlığı hakkında onların sadece "Allah vardır," demeleridir, iyi bir öğütçülük ediyorsun ama ötekinin elinde de uzun bir ney var, iş o tarafta. Menekşe filizlenmedikçe kokusu dışarı çıkmaz, ama yine menekşenin işini görürler. Menekşeler öldükten sonra ırmak kenarında şarap içmenin ne tadı olur!
Beyit: (M. 320)
Senin güzelliğin belâ tuzağında bizi avlayan bir danedir.
O öyle bir mumdur ki, hep bizim pervanemizi yakar.
Ey sevgili senin zülfünün zencirini şundan dolayı seviyorum ki
O bizim  divane gönlümüzün ayağına yaraşır.
Tozlar yatışınca altındaki at mıdır, eşek midir göreceksin.
Şeyhin biri dedi ki: Yüz tane has müridim var ki açlıktan ölsem hiç biri bana bir ekmek vermez. Halbuki bizimkiler böyle değil tamamıyla aksinedir. Şeyhe dedim ki: Yüz müridim var diyorsun,keşke bir tek müridin olaydı ve ilâve ettim: Onunla da kaynaş, beraber ol!
Kadı   Bahaeddin'e geldiler,  dediler  ki:   Falan  derviş senin arkandan hakaret etti, o miskindir dedi. Kadı öfkelendi. Naiblerinden biri, hele bir gideyim,' göreyim o dervişi, dedi. Doğruca yanıma geldi ve sordu: Kadı Efendimizi niçin yermişsin? Bunu nasıl düşündün? Ne söylemişim ki? dedim. O miskindir, demişsin!.. Nihayet o miskinlerin işi ile uğraşır. Hazreti Mustafa (S.A.) bütün yüceliği ile Allah'a şöyle yalvarırdı: Ey Allahm beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür ve beni miskinler topluluğunda hasret, dedim.
Bir gün bazı Sahabe (Peygamberimizin dostları) Hazreti Muhammed'in (S.A.) yanına geldiler. Burada bir kişi var ki, dediler, ne kâfirlerle uyuşur, ne Müslümanlarla kaynaşır. Namaz kıldığını görüyoruz. Oyunla ve gereksiz işlerle uğraştığını da görmüyoruz . Onda divânelerin sıfatını da göremiyoruz, Akıllıların kısmetlerini arama yolundaki çabaları da!..
Başka bir toplulukta yine onu anlatmaya başladı. Efendimizin içine bir acıma duygusu geldi. Buyurdu ki: Şimdi onu görün, selâmımı söyleyin ve deyin ki: Efendimiz senin yüzünü görmeyi çok arzulamaktadır. Onu buraya çağırmayın, fazlaca incitmemeye çalışın! Adamın yanına geldiler, önce selâm vermeye cesaret edemediler. Bir saat sonra onlara cesaret geldi. Kendisine iltifat göstererek Hazreti Peygamber'in (S.A.) selâmını söylediler. Onun sevgisini, kendisini görmek hususundaki derin arzusunu açıkladılar. O hep susuyordu. Hazreti Peygamberin (S.A) kendisine zahmet vermemeleri hususundaki emirlerine uyarak fazla bir şey konuşmadılar. Bir saat sonra da adamın Hazreti Peygamberi (S.A.) ziyarete geldiğini gördüler. Bir aralık mecliste sessizce oturdu. O susuyor, Hazreti Peygamber (S.A.) de susuyordu. Hazreti Peygamber (S.A.) yerinden kalktı. (M. 321) Adama hem gelişinde hem de gidişinde gönül alçaklığı gösterdi. Ona "Senin üzerine bir ışık saçıldı, bu sana, büyük bir saçıdır," buyurdu.
Bizim medresemiz budur. Bu etten yapılmış dört duvarın müderrisi büyüktür. Kim olduğunu söyleyemem. Onun mabedi de gönüldür. Nasıl ki bazı Allah erleri "Kalbim bana Rabbimden haber verdi" demişlerdir.
Bayezid-i Bistami (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) daima hacca gidiyordu. Vardığı bu şehirde önce oradaki şeyhleri ziyaret etmeyi sonra da başka işlerle uğraşmayı âdet edinmişti. Basra'da bir dervişin yanına uğradı. Derviş ona sordu: Ya Ebayezid? nereye gidiyorsun? Bayezid cevap verdi: Mekke'ye, Allah evini ziyarete gidiyorum. Yanında ne kadar yol harçlığı var? İki yüz dirhem. Öyle ise kalk yedi defa benim çevremde dolan. O paraları bana ver! Bayezid yerinden fırladı para çıkısını kuşağından çözdü öperek Şeyhin önüne bıraktı, Şeyh tekrar söze başladı. Yine sordu: Ey Bayezid! Nereye gidiyorsun? Gideceğin yer Allah'ın evidir ama şu benim gönlüm de Allah evidir. Ulu Allah hem o evin hem de bu evin sahibidir. O evi yaptırdıktan sonra orada hiç oturmamıştır. Ama bu ev yapıldıktan sonra hiç bir zaman buradan ayrılmamıştır.
Tövbe eden ve hacca gitmeye karar veren bir adam, ailesine de dua etti. Halbuki onun tövbesi daima incittiği karısının Allah'ya yalvarışının hayırlı bir sonucu olmuştu. Çünkü kadıncağız erken bir seher vaktinde öyle birah çekti ki. nerede ise evin tavanını tutuşturacaktı. O gece kocası bir düş görüyordu, hemen yerinden fırladı, ağlamaya başladı, günahlarına tövbe etti. Karısına, artık ben aile hayatından vaz geçtim, yüzümü hac yoluna çevireyim, hacca gideyim diye düşünüyorum ama seni böyle ayaı bağlı bırakmak da elimden gelmiyor, dedi. Kadın şu cevabı verdi: Yabancılık günlerimizde birlikte yaşıyorduk. Şimdi tam birbirimizi tanıyıp anlaştıktan sonra ayrılığın ne yeri var? Ben de hacca giderim. (M. 322) Çölde erkeğin ayağına bir Muğaylan dikeni saplandı, yaralandı kafile gitmişti. O umutsuzluk içinde uzaktan bir yolcunun geldiğini gördü. Şu gelen Hızir'ın hürmetine Yarabbi beni kurtar! diye yalvardı. Karşıdan gelen yolcu ayağına yapışarak onu kervan kafilesine ulaştırdı. Adam bu kurtarıcıya sordu: Eşsiz Allah hakkı için söyle sen kimsin ki,bütün bu işler senin erdemli davranışının eseridir. O ses çıkarmadı ve kızardı, sonra şöyle dedi: Bunu neden merak ediyorsun? Nihayet belâdan kurtuldun dileğine kavuştun! Hac yolcusu: Allah hakkı için dedi, kim olduğunu söylemezsen yakanı bırakmam! Kurtarıcı cevap verdi: Bana İblis derler. Çocukların kitaplarında.sana lanet olsun,diye beddua ettikleri iblis.
İste İblise inanç besleyen, ona güvenle bakan kimse muradına erdi. Allah elçisine imansızlıkla bakanlar da bu halin aksine olarak Ebucehil gibi düşkünlük ve perişanlık içinde yollarını sapıttılar.
Allah'ın sekiz yönlü gözü vardır ki, hiç kimse, "Ondan gizlenmeye" güç yetiremez.
Çocuklar birbirlerine Çüneyd-i Bağdadî'yi göstererek, işte bütün gece Allah yolunda uyanık duran adam, diyorlardı. Çüneyd bunu işitince, olmaya ki onların zannını yanlış çıkaralım, dedi. Daha önce her gün gece yarısına kadar uyumazken, o geceden sonra sabaha kadar uyanık kalmayı adet edindi. Bugün olaki, imanlı kişilerin inançları, bereketi, o kimsede tesirini gösterir.Allah erleri kendilerini gizlemek yolunu araştırırlar, Allah ise bin türlü yoldan kendini açıklamak ister.
Uyanıklık önce Çüneyd'in canı gibi idi. Sonradan dediler ki, sen çok zayıfsın, geceleri rahatça uyumaya bak!
Önce daima çalışmak gerektir. Bir mürid geldi, Şeyhe dedi ki: Rindler gibi geldik. Şeyh şu cevabı verdi: Allah dilerse sizi ve bizi rindlik makamına eriştirir. Ey Hoca! onların içinde bir şey olmadığı için böyle rahatça konuşurlar. Bahtiyar odur ki, gözünü, gönlünü birlikte bağışlar. Yazıklar olsun onlara ki, gözlerini verir, gönüllerini vermezler. Sıkıntı ve kalabalık çoğalınca gönül penceresi açılır. Kasıtsız olarak biri kapıyı çalar, .kapı açılır. Şimdi (M. 323) bak ki, ilerisi yokuş olmasın! İstesen de, istemesen de pencere açılınca her geçeni görürsün. Ama kapalı olunca geçenlerin seslerini işitirsin bir zevk duyarsın. Ama nereye Nereye gidiyorlar? Şairin dediği gibi:
Tozlar yatışınca altındaki at mıdır, eşek midir göreceksin.
Bu tozlar kaç defa çekildi, yatıştı. Gördük ki altımızdaki Arap atıdır.
Bu dünya evi, insan bedeninin bir örneğidir. İnsan bedeni de başka birâlemin örneğidir.
Kel, kele demiş ki: Bana derman bul! Öteki kel de şu cevabı vermiş: Eğer bende derman olsaydı kendi başıma sürerdim.
Ey Allahm, şöyle yap yahut şöyle yapma derler. Halbuki şöyle demek gerektir: Ey Ulu Padişah! O testiyi al, şuraya koy. Padişahlar için "Hayır, olmaz" demek kutlu düşer. Çünkü o şunu yap, bunu yapma diye emreder.
Hazreti Peygamber (S.A.) benim elimde ne var? ben ancak Allah'elçisiyim buyurdu. Allah da ona: "Sen sevdiklerini doğru yola yöneltemezsin. Ancak Allah dilediğini hidayete kavuşturur." (K. 28/56) dedi. Yanıltma mı yapıyor? Herkese "Göreceksin," deniliyor. Bunu herkese söylemek nasıl doğru düşer? Anadan doğma köre "Göreceksin," demek doğru olmaz. Ancak yeter ki kendisinde varlığından biraz bir şey kalmış olsun. Üst tarafı hep ruh olmuştur. Yani kalk, bu gün şu varlık tozundan silkin! Sen kancık huyluları tam olarak bilmiyorsun, erkekleri de tanımıyorsun! Firavunun sihirbazları gibi sana erkeklik kudreti bağışlanmıştır. Kancıklık senden uzaklaşmıştır. Madem ki erkeği tanıyorsun, (Bilki) böyle hatalı gören herkes erkekliğe lâyık değildir. Arıyı görmez misin, dilediği yere konar, oturur. Kasap kaç kere onu ete konmaktan vaz geçirmek istedi ise de aldırmadı. Üçüncü defasında kafasına bir nacak darbesi indirdi, başını bedeninden ayırdı, arı yere yuvarlandı çırpınmaya başladı. Kasap, ben sana demedim mi, her yere konma, diye homurdandı. O bal arısı insanla beraber Allah'ın "Her türlü meyveden yeyin!" (Nahil sûresi, 71) hitabını işitmiştir. Şüphe yok ki her ne yerse yüce Allah'ın, "Onda insanlar için şifalar vardır." (Aynı âyet) buyurduğu bal meydana gelir...nasıl ki yine Ulu Allah, kutsal hadisinde "Göklerim ve yerlerim beni kapsayamadı ama ben bir mümin kulumun gönlüne sığdım," buyurmuştur. Burada Allah'ın kalp, gönül dediği nihayet bir et parçasıdır, diyen gafil kişi, kâfirden daha sapkın, Isa Peygambere Allah'ın oğlu diyen Nasranî'den Hıristiyan'dan daha beterdir. (M. 324) Yemekten korktuğun, yapmaktan çekindiğin şeyleri yeme ve yapma! Ademoğlunun kara yüzlülüğü yüzünden, sözden ibaret olan ben de harflerle birleştiğim için kara yüzlü oldum.
Bugün beni daha ne zamana kadar yüzü kara bırakacaksın? Mayası olan herkesin mayasını Allah elçisi geliştirir, yola getirir; ama maya olmayınca neyi yola getirsin?
Gördüm ki, ev ve bütün şehir halkı onun çevresinde dolanıyorlar, çarh vuruyorlar. Kerametleri arasında bir nur gördüm ki hiç bir dille tasvir ve tavsif edilemez. Yukarı baktım, evin tavanını göremedim-, bana o sırada babam ah ey oğul! dedi ve gözlerinden iki ırmak gibi kanlı yaşlar boşandı. O hal içinde başka bir şey de söylemek istedi, ama ağzı kilitlendi. Dudakları uçukladı, oradan gitti. Onun aş evinde çuvallarla tuz sarfolunurdu.Artık üst tarafını hesap' ,et. Ama bu saltanata rağmen zenbil satar, toprak üstünde otururdu. Bir kaç yoksulu yanına alarak onlarla birlikte yerdi. Yarabbi! derdi, ben yoksulum yoksullarla düşer kalkarım, iş o iştir ama herkes bu cinsten olsaydı! Ben şöyleyim.ben böyleyim diye benlik davasına kalkışanlar beyinsiz kişilerdir. Bu yermelerden, sert sözlerden maksadım şudur ki: O sertlik ve kabalık onların içlerinden dışlarına çıksın da onlara bir ziyanı dokunmasm...daima incinen ve hiç incitmeyen biri varsa o da ancak eşektir, derler. Onda katlanma ve hoş görme son kertesindedir. Benim için de incinmenin hiç yeri yoktur. Çünkü varlığım kalmamıştır, incinme varlıktan olur. Benim bedenim ise hoş duygularla doludur. Niçin dış sıkıntılarını kendime mal edeyim. Karşılık verme, sövüp sayma, kınama gibi duyguları atar, içimden kovarım; nasıl ki Hazreti Peygamber (S.A.) savaş dönüşünde "Artık küçük savaştan döndük, büyük savaşa başladık," buyurmuşlardır. Büyük savaş nedir? Oruç değildir, namaz değildir. Bu topluluğun büyük savaşı, toplu geçinmektir. Köpeklere birer kemik atarsın uğraşsın dursunlar. Yani senin konuşman boştur, sen yemeğini ye.
(M. 325) Biri geldi, ah! dedi: Tatar akıncıları yetişti, ne fena olay! Utanmıyor musun? dedim. Bu kadar zamandır kurbağalık davası güdüyorsun. Tufan'dan niçin bu kadar titriyorsun? Ördek olababildinse keyfine bak!
Üç oğlu olan o Padişah, onlara, aman sakının,olmaya ki, falan kaleden gecesiniz! diye öğüt vermişti. Eğer o öğüdü vermeseydi onların da oraya uğramak hatırlarından bile geçmeyecekti. Şehzadeler gittiler. Orada anlatılması imkânsız olan bir dilber sureti gördüler. Altında falan Padişahın kızı diye adı yazılı. Biri geldi, ondan kızı istedi. Padişah benim kızım yoktur dedi. Hem kim onu ister de ondan bir nişan getirmezse kafasını uçururum, iki şahzâde bu yolda başlarını verdiler. Kızı isteyenlerin başları bir hendeğe atılmış, bu hendek tamamiyle dolmuştu, iki şehzadenin başı da aynı hendeğe atıldı, ötekilerine karıştı.
Bütün bu hikâyelerle huzurunuzu bozmayayım. Yoksa bu nükte ilejlgili âyetler de vardır. Bunların açıklanmasında ve Peygamber sözlerinin anlatılmasında, hele, altın öküz heykeli, dadı ile kız ve nihayet nişan göstermek gibi fıkralarda, şu anlamdaki âyette buyurulan, "Sen sevdiğini doğru yola yöneltemezsin. Ancak Allah dilediğini hidayete eriştirir." (Kasas sûresi, 56) anlamındaki hitapta da bir işaret vardır. O bir bahane buluyor ve istemiyor? "Fakat bir çokları bilmezler." (K. 63/7) anlamındaki âyete göre de o Müslümandır. Nihayet en düşkün biri varsa o da benim. Bana demişlerdi ki: Yetmiş yaşındaki bir kâfir eline bir desti su verir, kendini kurtarır.
Hazreti Muhammed'i (S.A.)'ı Ebu talib besledi, yüce sıfatlarını o terbiye etti, o imanı, bizzat onda buldu.
Biri o mümin değildir dedi: Münafıkların başkanı o idi. Gönlünde öyle bir şey vardı ki açıklayamadı, onun aksini meydana koydu ve ilâve etti, "Araştırmak dindir." Ben, hayır, dedim, bu bir yanıltma (Safsatadır) dedim. Bu konuda ne dersin diye sorarlarsa, "Araştırma Müslümanlık değildir, Müslümanlığı örtmektir," derim.
Allah'a ant içerim ki, o bengi suyu içen, Allah'ı bilen kimsedir. Yoksa üstünde lütuf deryasını nasıl dalgalandı-rırdı? Rastladığı herkesi Allah kulları ile birlikte düşünen, "Allahm kavmini doğru yola yönelt!" diyen Peygamberin yalvarması ancak Allah'a uymaktır.
Bana Allah elçisi hazreti Muhammed'in (S.A.) kitabı fayda vermez, bana önce Allah'ın (M. 326) kendi kitabı (kalb) gerektir. Yoksa bin kitap da okusam yine karanlıkta kalırım.Allah velilerinin sırlarını bilenler, onların kitaplarını okurlar. Herkes bir hayal karıştırarak o sözlerin sahibini suçlar. Ama hiç kimse kendini suçlamaz. Demezler ki, bu küfür söz ve yanlış anlayış, o sözde yoktur. O belki bizim bilgisizliğimizden ve hayal kurmamızdandır. Ben Levhi Mahfuz'a (Gizli levhaya) kadar levhasına baktım gördüm ki, bir kalabalık toplandı. Orada gördüm ki, falan münkir olmuş, birbirlerine Pehlevî dilinden manzum sözler yazıyorlar. Nasıl hoşa gider mi bu manzara? Bilsek ki hoşluk denilen şey dostlar derneğindedir. Birbirlerinin yanlarında salınıp gezerler, yüzlerini gösterirler, o zaman birer birer aralarında bir sevgi belirmeye başlar. Aşk gelince onların parlaklığı kalmaz. Bir şeyi bal içinde saklarsan taze ve hoş kalır. Hava bal ile bu cisim arasına girmek için yol bulamaz ki onu bozabilsin.
Şam'da Heratlı Şahabeddin riyazetten o kadar yanıp tutuşmuştu ki, sanki bütün Peygamberlere göz kırpardı. Derler ki: Melekler kıskançlıklarından onun yüzünü halka çevirir, halk ile oyalamak isterlerdi. Bu Şahabeddin ile hiç kimse halvete girmenin yolunu bulamazdı. Cebrail bile, bana zahmettir, derdi, Bir gün de, benim varlığım bile hana zahmettir demişti.
Bütün bu yaslı hali ile bana, sen gel dedi, çünkü sen gönlümün huzurusun! Ben de, madem ki beni böyle vasıflandırıyor ona bir soru sorayım dedim ve şunu söyledim: Bu söz bana ikilik getiriyor. Bir saat başını önüne eğdi, o zaman içeriden iki yüz yerden yüz bin söz kapısının açıldığını tekrar kapandığını anlatmaya başladı. Bu sözün açıklanmasında sonuna kadar konuştu ve dedi ki: Böylece kendilerine ikilik gelen bir zümre vardır ki kuvvetli olurlar
Ama bunlar pek az kimselerdir. Ben de kendi kendime dedim ki: Sana o sayıları pek az olanlardan sorayım da buradan başla. Bana cihanı dolaştırsan o tarafı hiç istemem, sormam. (M. 327) Nihayet benim soruma geldik, bu yönden de söyleyecek sözü yoktu.
Bana Kur'an-ı tefsir et, dediler. Bizim tefsirimiz bildiğiniz gibidir dedim. Ne Muhammed'den, ne de Allahdan söz açarız. Burada ben de kendimi inkâr ediyorum. Ona diyorum ki: Münkirlerdensin! Git kendini kurtar, bize niçin baş ağrısı veriyorsun? Hayır diyor, gitmem. Böylece kalacağım. Bunu inkâr eden benim nefsimdir, nasıl olur da sözümü anlamaz?
Bir yazı üstadı, üç türlü yazı yazardı. Birini yalnız kendisi okur başkası okuyamaz, ötekini hem kendisi okur, hem de başkaları. Üçüncü çeşit yazıyı da ne kendisi okur, ne de başkaları. Söz söyleyen benim, ama bunu ne ben bilirim, ne de başkaları bilir!
Bazı âyetleri tefsir etmiyorlar. Yani gerekli görmüyorlar. Asıl gerekli olan şey, senin kendini kurtarmandır. Niçin kurtarıyorsun? Yani bu kolaydır, ama asıl işin çetin tarafı da odur.
Katır deveye dedi ki: Sen pek az başa geçiyorsun, yani önde yürüyorsun, bu nasıl oluyor?
Deve cevap verdi: Evvelâ benim üzerimde fazla bir yük var.bu ağırlık bırakmaz ki önde gideyim, sonra bedenimin iriliği, boyumun yüceliği, gözümün keskinliği sayesinde yokuşun başından bakar inişin sonuna kadar alçak, yüksek her tarafı görebilirim, nihayet ben helâl süt emmişim. Sen haramzadesin, yani, piçsin! Katır piçliğini benimsedi, haramzâdeliği kalmadı. Onun piçliği, inkârında idi. Çünkü haramzâdelik, ayrılmaz bir sıfat değildir.
Birisi başka birini dava etmişti. Kendisinden tanık istediler. Davacı on sofiyi birden getirdi. Kadı, bir tanık daha getir, dedi. Davacı: Efendimiz, dedi, âyette, "Sizden iki erkeği tanık getirin," (Bakara Sûresi, 282) Duyurulmuştur. Ben on tanık birden getirdim. Kadı şu cevabı verdi: Bu on kişi bir tanık demektir. Bunlardan yüz bin tane getirsen yine bir sayılır.
Derler ki: iki arkadaş yıllarca birlikte yaşadılar, bir gün bir şeyhin yanına vardılar. Şeyh sordu: Kaç yıldan beri birbirinizle dostsunuz? Birkaç yıldan beri, dediler. Şeyh tekrar sordu: Bu zaman içinde aranızda hiç bir çekişme olmadı mı? Hayır, dediler, hep hoş geçindik. Şeyh şöyle dedi: Biliniz ki siz nifak içinde yaşıyorsunuz. Herhalde aranızda bir olay geçmiştir ki, içinizden biriniz gönülden hoş görmemiş veya beğenmemiştir. Evet, dediler. Şeyh dedi ki: (M. 328) işte o beğenmemezliği korkudan dile getirmediniz. Dostlar yine, evet, dediler. Şeyhi gerçeklediler.
Şu hikâyeyi anlatmaktan maksadımız da yine hikâye işidir. Ancak üzüntülerini gidermek için hikâyenin dış anlamına bakmamalı, belki hikâyenin suretinde bilgisizliği gidermelidir. Ben öyle herkesi iğneleyerek incitenlerden değilim. Eğer Öfkelenir de kaçarsa, çok kere ben de kaçarım. Allah, bana on defa selâm söyler, cevap vermem. Onuncu defadan sonra, selâm sana! derim. Kendimi sağır yerine koyarım. Şimdi bize, haydi demek lâzım. Öfkelenmek gerekirse öfkeleniriz. Halk için, çok hoşa giden şeyler, arzular dünya güzellikleri, bana göre çirkin ve iğrenç şeylerdir. Ancak bir kimsenin dileği veya mutluluğu için olursa, başımı eğer, her şeye katlanırım. Çünkü o mal, sevgili ve herkesin kıblesidir. Böyle değerlenir. Ben böyle bir yoldaşla nasıl yarış yapabilirim? Bu gün dileklerimizden biri şudur ki: Eğer sizi bir yere çağırırlarsa, deyiniz ki: Yanımda üstadım, kılavuzum olmadan gidemem, önce onu elde edin o zaman biz hazırız. Eğer üstat o taraftadır derlerse, kabul etmem, deyin! Bu bir tuzaktır. O bir yere gitmez. Eğer derlerse ki: O buradan geçiyordu, geçerken kendisini orada bir bağa götürdük, o zaman bağın kapısına kadar gidersiniz, içeriye girmezsiniz, içerde uyumuştur, derlerse, dersiniz ki: işitmedik ki, görelim de gelelim. Yoksa boşuna girmiş oluruz.
Vezir birine dedi ki: Bin altın al, şu işittiğin şeyi kimseye söyleme! Adam bin altını alır ve şöyle bağırır: Biliniz ki vezirin çıkardığı bu yeli ben çıkardım. Hey hey, benim bir bakışım bütün varlıkları kavramıştır. Sanırsın ki bütün varlıklar onundur. Nasıl dersin ki, asıl olan mânadır. Asıl surettir. Tersine de olur. Bazı vakitlerde maksat mâna da olur, o hatıraya ziyan verir, cevaptan men edersek Allah'ın sözü değişiktir:
Beyit:
Ey sevgileri, sevgiler koparan güzel!
Ey Allahları, Allah inciten sevgili!
(M. 329) Bu da öylece yüzü örtülüdür. Nasıl ki "Örtmek imandandır" buyuruldu. Evet hiç bir kimse yoktur ki, onunla yüzünü kapamaksızın bir nefes alabilsin.
Mahmud'un iç âlemi hep Ayaz'la doludur. Ayaz'ın içi de hep Mahmud'dur; her ikisi tek bir isimdir ki, iki görünmüştür. Söz, ancak onların iç âlemini görebilmektir. Dedi ki: Görmek, söz yerine geçer. Evet dedim, mürid yani dileyen odur. Murad(istenilen) da budur. Murad, öz ve halistir. Dedi ki: Seninle birlikte olmanın faydası yok, beni rüsva ettin. Ama ne içten kurtardın, ne de dıştan. Başkaca mümkün olan şeyden sormak yok. Allah Peygamberine şöyle öğüt veriyor: "De ki, Allahm bilgimi artır" diyor. Benim gönlüm için bu bilgiyi öğrenme! Akıl buraya nasıl sığar? Burada akıllı kâfirdir, ak'ıl kâfirdir. Felsefeciler, akıl hükmündedirler. Akıl nasıl küfür olur?
O köpekler Şahabeddin'e açıkça kâfir diyorlardı. Şahap nasıl kâfir olabilir? Eğer bu bir nur ise, Güneşin önünde (Şems'in huzurunda) Şahap kâfir olur, örtünür, kendini göstermez. Ama Şems'in yanma gelince de dolunay gibi olur.
Söylediklerimi anla! Eksik tarafını düşünüyorum da .öfkeleniyorum. Benim öfkeli zamanımda, niçin bulunmuyorsun? öfkeli vaktimde, niçin gelmiyorsun? Ben niyaz ehli, gerçek dostlara karşı çok alçagönüllüyüm. Ama başkalarına karşı da çok onurlu ve kibirli davranırım H, beni on defa kucaklar da ben ancak ya bir kere veya hiç kucaklamam. On kere Mevlâna Celâleddin beni arar, ben ona ya bir defa iltifat ederim, yahut hiç. Nihayet insan oğulları niçin ayrı ayrıdırlar? Ayrılık ikiliğe düşmektendir. O, ancak meyhanelerde olur, o pek aşağılık kertede olan eşeklerde olur. insan oğullarının eşeklerle ne ilgisi var? Nihayet arada bir fark olmamalıdır ki, o razı olsun, gönlü hoş olsun. Bu iş ise asla kadere uygun olmaz. Onların bütün sözleri Cüneyd'den veya Bayezid'dendir. Biz de Cüneyd'den ve Bayezid'den konuşuyoruz. Ama onların sözleri, konuşmaları kalpte soğukluk yapıyor. Bizim sözlerimize karşı soğuk düşüyor. Nasıl ki, şekerin özü ve katıksız şeker olan nöbet şekerini yememiş kimseye, üzüm pekmezinin tadı ekşi gelmez.Keşke üzüm pekmezi de tatlı olaydı. Hele Balebek pekmezi daha tatlı olur. Çünkü parmakla tutabilirsin. Bir okkasını yerinden kaldırabilirsin.
(M. 330) Şimdi bütün ömrü boyunca, o medrese hocası bu noktada kalmıştır. O havuz, dörtte dört murdar oldu, der. Seninle benim aramda bir şey kayboldu. Gizli sadaka ona verilir. Öyle bir öfke gerektir ki, öteki öfkeyi bastırsın. Bir gün kendi başıma yola çıkmıştım, erken sabahtan ilk namaz vaktine kadar yolu şaşırmış gitmiştim. Böylece üç gün geçmişti. Bir dağın tepesinden büyük bir pınar, gür bir su kaynağı akıyordu. Öte yanda ilerde bir cadde ve bir köy görünüyordu. Fakat bulunduğum mesafeye göre köy uzaktan bir yüzük halkası gibi dağ tepecikleri de birer çocuk gibi görünüyordu. Artık ölümü göze alarak yukardan aşağı sekmeye başladım. Köylülerden bir kalabalık acaba bu gelen, hayvan mı, kaplan mı yoksa başka bir şey mi, diye bakmıyorlardı. Gayet rahat bir inişten aşağı yuvarlanmıştım. Köye geldiğim zaman bütün köylüler gelip ayağıma kapandılar.Bana karşı hayranlık göstererek.acaba bu Peri mi, yoksa Hızır mı idi ? Nasıl mahlûk idi ki, öyle bir yerden selâmetle kurtuldu? dediler.
Kur'an'da, "De ki o Allah tek ve eşsizdir," (İhlâs Sûresi, 1) kime işarettir? "De ki ben tek Allah'ım," deseydi o derece soğuk düşerdi.
Şu hale göre, "Kendimi kutlarım şanım ne yücedir," sözü nasıl soğuk olur? Bu sözde hiç ikiyüzlülük yoktur. Gönlünü henüz yıkamadınsa, zaman zaman beyle konuşmak yaraşır. Bu Celâl'in hikâyesine benzer. Bir gün kendini soğuk ve tatsız bir kuruntuya kaptırmıştı. Rum ülkesine-'; gideyim, Sultandan bir at armağan etmesini dileyeyim der.-Uzun bir gecikmeden sonra geldiğini haber verirler. Bir gün diyordu ki: Padişahın ahırından zaman zaman nice' atlar geçti. Ama hâlâ evime ulaşmadı. Rum ülkesine nasıl gidebilir? Şurasını bilmez ki, ey bizim has kulumuz, kendine değer vermedin. Bizi değerlendirmek, bizim Allahlığımızı yüceltmektir. Dedi ki: Biz kendi kullarımızı ve akdoğanlarımızı sizin işleriniz için bu tuzağa attık. Nihayet Sultana ait olan av doğanının nişanını iyi tanı.
Veys-EI-Karanî (Allah ondan razı olsun). Hazreti Muhammed'in (S.A.) huzuruna erişemedi. Peygamberin sağlığında, sudan topraktan ayrılmadı. Ama aralarında perdeler kalkmıştı. Onun mazereti, annesine yardım etmek idi. O işi de yine Allah'ın ve peygamberinin işaretine uyarak yapıyordu. Ömer'le bazı dostlarının onun halinden haberleri vardı. Demişti ki, Eğer benden sonra gelirse (M. 331) onun işareti şöyledir. Benden ona selâm söyleyin, fakat onunla fazla konuşmayın. Peygamber dünyadan göçtükten sonra, Veys'in annesi öldü. Büyük Sahabelerin hazır bulunmadığı bir sırada Hazret! Muhammed'in (S.A.) türbesini ziyaret etti. Sahabeden bir kısmı onun ahvaline dair birçok sorular sordular: O da cevap verdi, mazeretini söyledi. Bunlar dediler ki: Ana baba ne demektir? insan Allah Peygamberinin katma varmakta nasıl olur da kusur gösterir? Biz ve dostlarımız bütün yakınlarımızı, Hazret! Muhammed'in (S.A.) sevgisi uğrunda öldürmeyi sivrisinek öldürmekten daha kolay sayarız. Veys, ne kadar mazeret gösterdi ise, ziyaret edememesinin sebebinin, yine Hazre-ti Muhammed'in (S.A.) işareti ile olduğunu, nefsinin ve mizacının havası ile olmadığını söylediyse de anlatamadı. Onlar daima Veys'i suçlamaya uğraştılar, sözü uzattılar. Nihayet Veys, yüzünü onlara çevirdi ve dedi ki: Sizler ne zamandan beri Hazret! Mustafa (S.A.) ile düşüp kalkıyorsunuz? Her biri ayrı ayrı şu kadar seneden beri diye cevap verdiler ve dediler ki: O günlerin her biri bin yıldan daha değerlidir. Bunu nasıl hesap edelim?
Şiir:
Kendini bir an için sevgili ile baş başa bulursan,
Bir ömür boyunca nasibini ancak o an içinde alırsın!
O dakikayı sakın elden çıkarmamaya bak!
Çünkü böyle bir anı bir daha pek az bulursun.
Veys dedi ki: Şimdi soruyorum sizlere, Hazreti Mustafa'nın (S.A.) nişanı ne idi? Bir kaçı boyu şöyle idi, yüzü rengi böyle idi diye anlatmaya başladılar.
Veys, onları sormuyorum dedi. Şöyle gönlü alçak, böyle cömert, gece gündüz şöyle ibadet ederdi. Kur'an'ın "Geceleri biraz kalk," (Müzemmil Sûresi, 3) hükmüne göre namaz kılardı, dediler. Bunları da sormuyorum, dşdi. Bazıları da, ilmi şöyle idi, mucizesi böyle idi, dediler. Bunları da sormuyorum, dedi.
(M. 332) Eğer sahabelerin uluları orada olsalardı, o asla bu .soruları sormayacaktı. Çünkü onlar da onun nişanını görüyordu, işitmek, gözle görmek gibi değildir.
Şiir:
Yüzümü zamane altını gibi gör de sorma!
Bu göz yaşını nar daneleri gibi gör de sorma!
Evin içinde neler olduğunu benden sorma,  
Dergâhın kapısında kan gör de sebebini araştırma!
Sahabeler bu soruların karşılığını vermekten aciz kalınca, biz bu nişanlardan başkasını bilmiyoruz, şimdi sen söyle, dediler. Veys cevap vermek için ağzını açacağı sırada on yedi kişi yüz üstü düştüler. Baygın bir halde kendilerinden geçtiler, ötekilerde de bir yufka yüreklilik, bir ağlama belirdi. Bir şöy söylemelerine imkân olmadı. Zaten hiç kimsede de dinleyecek hal kalmamıştı.
Sofilerden bir kaç kişi bana Erzincan yolunda arkadaş olmuşlardı. Bunlar beni kendilerine başkan seçtiler. Senin buyruğun olmadıkça ne bir konakta ineceğiz, ne de senden izinsiz sofra kuracağız dediler. Hattâ senin emrin olmadıkça birbirimizden incinsek bile hiç bir şey anlatmayacağız. Bir kaç gün geçmişti, yiyecek bir şey bulamadılar. Karpuz mevsimi idi. Uzaktan bir bostan tarlasından bir adam eliyle işaret ederek sesleniyordu. Allah adına ant vererek dervişler buraya gelsinler, diyordu. Bunlara acele etmeyin dedim. Ama biz açız dediler, sen de aç isen gecikme! Keramet inkâr olunmaz. Onlara dedim ki: Nihayet orası yerinde duruyor o şimdilik elimizdedir. Nasıl ki sofinin biri ekmeğe yüzünü dönerek, eğer senden daha iyisini bulursam elimden kurtulursun, bulamazsam, şimdilik elimdesin, demiş.
Kulağımızı ağırlaştırarak, ne diyorsun diye sorar gibi elimizi kımıldattık daha çok yaklaştı ve ısrar gösterdi. Adama dedim ki: Bir şart ile geliriz. Sen ne yiyorsan dervişlere de ondan vereceksin. Ayağıma kapandı. Çünkü o bunu rüyasında görmüş ve vaktini bekliyormuş. Dervişler için karpuz toplamıştı. Ona dedim ki: Sakın olmaya ki sen iyilerini yiyesin de dervişlere Allah için ondan daha fenasını veresin. Bir nara atarak yere yuvarlandı. Dervişleri üç gün konakladı, kuzular kesti, onun nasibi budur dedim. (M. 333) Azizleri üç gün geri bıraktım, ama sana da nasip erişti diyerek ayrıldım.
Erzincan'a varınca dostlarda, ayrı düştüm. Beni tanımadıkları süre içinde günlerimiz hoş geçti. Oyunlar çıkarıyor, şakalaşıyorduk. Beni tanıdıktan sonra da etrafıma toplandılar hep toy, düğün ettiler.
Üç gün iş aramaya gittim. Beni kimse çağırmadı. Çünkü pek arıklaşmıştım. Herkesi götürdüler, ben oracıkta kalakalmıştım.
Yolda büyük bir adamın gözü bana ilişti. Kölesini göndererek burada niçin beklediğimi sordurdu. Sen yolun kâhyası mısın? dedim, eğer şehri ve yolu sözleşme ile aldınsa, bana haber ver.
Adam bana alçakgönüllülük gösterdi,beni evine götürdü, güzel bir yer gösterdi, yemekler getirtti, iki dizinin üzerine edeple oturdu. Yemek yedikten sonra, bana bu şehirde bulundukça her gün gel karnını doyur, dedi. işte onun bu sözü oraya bir daha gitmeme engel oldu. Bir gün beni gördü ve dedi ki: Nihayet beni şu çetin durumdan kurtar! Dostluk asla tek taraflı olmaz. Gönülden gönüle pencere vardır, derler. Ben kendi gönlümün yandığını biliyorum. Beni niçin böyle perde arkasında bırakıyorsun? Hiç demiyorsun ki , bu nasıldır? Evet dedim. Benim bir adetim vardır, her kimi seversem önce ona karşı sert davranırım; ta ki her şeyimle onun olayım. Etimle, derimle, iyi ve kötü her şeyimle ona bağlanayım. Çünkü iyilik öyle bir şeydir ki, beş yaşında bir çocuğa karşı bile yapsan o senin çocuğun olur. Ancak er odur ki, önderinin nasıl sabırlı olduğunu görür ve onunla başına gelecek belâya da katlanır. Sonradan yüz gösterecek devleti bekler. Onu nereye eriştireceğini düşünür de başını o tarafa çevirir. Kahraman olur, ölümden korkmaz, neticede hiç de ölmez. Belki ölümsüzlükte ölümsüzlüğe, belki bin ölümsüzlüğe ulaşır.
Orada birini gördüm, parmak kaldırdı. Bin kere de Müslüman olsan, dedim yine sende o küfürden bir şey artık kalır. Yoksa niçin o fersiz bakışlarınla hep bana bakıyorsun? Orada bir şeyh vardı, bana öğüt vermeye kalkıştı. Halk ile onların anlayışları ölçüsüne göre konuş! Sonra onların zevklerine, dostluklarına göre nazlan! Doğru söylüyorsun, dedim ; fakat sana cevap veremem. (M. 334) Çünkü bana öğüt verdin; sende, vereceğim cevabı kavrayacak kafa göremiyorum.
Bir topluluk  ruh âleminde  başka  bir zevk  buldular. Aşağı indiler, yerleştiler, Allahsal âlemden söz açtılar. Ama aynı o ruh âlemini Allahsal âlem sananlar da vardır. Bunlara Allahsal bir ilham yahut gönül çekici bir hal gelir, yahut onu kolundan tutarak Allahsal âleme çeken bir adam vardır ki, ona uyarlar. Burada gerçi başka bir incelik vardır. Bu âleme niçin indik,diye sorabiliriz. Hallacı Mansur'a henüz ruh tamamı ile yüzünü göstermemişti. Yoksa nasıl olur da, "Ben Hakkım," diyebilirdi? Hak nerede, ben nerede? Bu ben nedir? Bu ne sözdür? Eğer ruh âlemine dalmış olsaydı, orada söz nasıl yer bulurdu. Elif nereye sığar, Nün nereye sıyırdı?
Biri, Allah birdir dedi; öteki, peki sana ne? dedi. Çünkü sen ayrılık âlemindesin yüz binlerce zerreden ibaretsin. Her zerrede dağınık, karmakarışık, donuk âlemler var. Bunlarda onun başlangıcı olmayan varlığı gizlidir. Sana ne oluyor? Çünkü sen yoksun.
"Yoksulluk benim kıvancımdır" diyen yüce bir insandır, âleme sığmaz. Yoksulluk nedir ki, o onunla öğünsün . Evet o Hak ışığının önünde yoksuldur, çaresizdir. Onun göğsü, Hak ışığı önünde arıktır. Hep yanar ve der ki: Keşke yüz göğsüm daha olaydı da her gün bu nur içinde yanıp tutuşaydı, saçılıp döküleydi, tekrar tazeleneydi. O yanıp yakılmanın rahatlığını ancak o bilir. Zevkini ancak o çıkarır.
Yüce Allah, "Eğer bu Kuran-ı bir dağ üzerine indirseydik, sen. o dağı Allah korkusundan çökmüş parça parça dağılmış görürdün,"    (Haşir Sûresi, 21)    buyuruyor. Onu dağ   üstüne    bile   koysalar taşımaya güç  yetıre-mez
O nur yansılanır. Dervişin azığı yoksulluktur. Yoksulluk da Allah yolunda dervişliktir. Dervişliğin hırka ile ne ilgisi var ki, her yıl dokuz yüz bin akçe derviş hücrelerinde yatanlar için harcanır. Her gün on koyun kesilir. Hele havadan gelen gelirleri de sayısızdır.
(M. 335)Hazreti Muhammed (S.A.), "Benim Allah ile öyle bir anım otur ki, aramıza ne bir mahlûk, ne de en yakın bir melek giremez," buyuruyor. Allahsına erişiyor.
Bu Şeyhlere sordum:"Benim Allah ile öyle bir anım olur ki," sözü ile işaret edilen hal. sürekli olur mu? Bu ahmak  şeyhler, hayır, dediler. Sürekli olmaz. Dedim ki: Dervişin biri Hazret! Peygambere (S.A.) dua ediyordu ve diyordu ki: Allah sana daima topluluk versin. Hazreti Peygamber buyurdu ki: Hey hey bu duayı bana etme! Bana dua ederken, Allahm topluluğu ondan kaldır, Allahm ona dağınıklık ver diye yalvar! Ben topluluk içinde aciz kaldım, örs oldum. Ulu.Allah, "Sanır mısınız ki, sizi gereksiz yarattık," (Müminun Sûresi, 115) buyuruyor. Derler ki: Bazı fenalık vardır ki, neticesi iyiliktir. Yani ben yüz orduyu yağmaladım, yüzümü sana çevirdim, sen başka bir yerde uğraşıyorsun. Sana saygı gösteriyorlar, bana göstermiyorlar. Ben yüzümü hep sana çevirmişim. Benim bütün varlığım, senin bütün varlığınla dolu. Onun karşılığı olarak benim varlığımda bol bol senin varlığın yaşıyor.
Biri kapının önünde içeri girmek için hep ağlayıp sızlar. Giremezsin, sana izin yoktur derler. Öteki de bir saat dışarı çıkmak için sızlanır hayır derler; bu nasıl olur?
Efendi, herkes kendi halini anlatır.Allah kelâmının mânasın söylüyoruz,derler. Hele bir hadiste, "Allah, ruhları tenlerden önce yarattı," buyurmuştur; bu nasıl olur? Yüz binlerce yılı göz önüne getir ki bedenler yaratılmazdan önce geçmiştir.Bu Hadis yani sonradan yaratılan varlıklardan birer perdedir. Hades, yani sonradan meydana gelen şey, elbet de abdest almayı gerektirir. Hades'ten yani abdesti bozan şeylerden arınmalıdır ki, namaza ve Allah katına yol bulasın. Bilmiyorum ki sonradan yaratılan bir nesne yüce Allah'ın sözünü nasıl kavrayabilir? Ancak gerektir ki, gizli gizli Hak yolunda yürüsün, ruhu yok oluncaya kadar, geçici varlığı kalmayıncaya kadar bu yolda ilerlesin. Nasıl ki o hikmet ehli zat, donuk ve eksik olmakla beraber şöyle demiştir: Muhammed gerçi orada idi, varlıktan her ne varsa hep orada idi. Haktan başka herşey orada idi, ama yokluğa ve fanilik ülkesine gitti. Evet her şey yok olur. Denilebilir ki o gelir, selâm sana, seni yalnız buldum, der.
(M. 336) Herkes bir şeyle uğraşır. O işten hoşnut ve memnundur. Kimi ruh ile ilgilenir, kendi ruhu ile uğraşır. Daha başkaları aklı ile, nefsi ile alışveriştedir. Seni kimsesiz buluyoruz, bütün dostlar, kendi sevdaları peşine takıl mış gitmişler, seni yalnız bırakmışlar. Ben dostları olmayan bir dostum. Onlar arasında gidenlerden şu nükte meşhur oldu: "Allah, kuluna vahiy yolu ile neler bildirdi ise, bildirdi," (Necim Sûresi, 10) buyruldu. Necim Sûresinin başından bu onuncu âyete kadar dışarı çıktı, her ne kadar dışarı çıkmasa bile.
Biri, o niçin vahyetti diyor, diye sordu. Dedi ki: Ne söyledi ise söyledi. Ruhu gelir, sorar ki, o sana söyledikleri ne idi, diye sorar. Hazreti Peygamber (S.A.) ona ne konuştuksa konuştuk der. Akıl da böylece gelir sorar, o da aynı cevabı alır. Şimdi onun alnında bir satır yazı yazılmıştır.
Biri malımı yağmaladılar diye şikâyet ediyordu. Dedim ki: Bu, bakkala çıraklık eden Hintli kölenin hikâyesine benzer. Bakkal her müşterinin kâsesinden bal, yahut yağ asırır, müşteri gittikten sonra de çıraktan gizlermiş. Çırak içinden kızar, fakat bir şey söyleyemezmiş. Bir gün büyük birtulumun ağzı açık kalmıştı, içindeki bal hep dökülmüştü. Bunu fırsat bilen Hintli köle, evet, dedi, parmak parmak topladın, şimdi tulum tulum boşalt! Kardeşi için kuyu kazan bir gün içine düşer. Kötülük yapma. Kötülük görürsün! Kuyu kazma, içine sen düşersin! Biri dedi ki: Falanın cenaze namazına gidelim. O sırada sofinin ondan çekinir yeri yoktu. Onu Allah yargılasın dedi. Gerçekte cenaze namazı onu Allah'ın bağışlaması demektir. Asıl budur. O aslı, kökü bilmeyip de dallarla uğraşanlar, elbet de tersine ve yanlış söylerler. Yine bir hikâye vardır: Biri balıktan bahseder. Onun büyüklüğünü, iriliğini anlatırmış. Başka biri sus demiş, sen balığın nasıl olduğunu ne bilirsin? Öteki ben bilmez miyim, bu kadar deniz yolculuğu yaptım, demiş. Peki o halde balığın nişanını söyle nasıldır. Palavracı hemen atılır: Deve gibi iki bacağı var. Adam, yahu der ben senin yalnız balığı bilmediğini sanırdım, şimdi görüyorum ki, sen deve ile öküzü de birbirinden ayıramıyorsun!
(M. 337) Tabiat ehli olmamalı, gönül ehli olmalı. Gönül ara, tabiata bakma! Gönülün yeri nerede? Gönül gizlenmiştir.
O Allah adamıdır, kıskançlıktan ona gönül ehli derler. Bir aralık Hakkın parlak ışığı gönülde yansılanırsa, gönül sevinçlidir. O ışık, bir anda kaybolur, ancak gönül gönül olmak için çok kere böyle olur. Yanar, çok kere gönül kırılır, aradan kalkar; Allah kalır.
Davud Peygamber de bu nükteyi işaret etti: Davud, Allahdan sordu: Seni nerede arayayım? Buyurdu ki, "Beni göklerim ve yerim kapsayamaz, ama bir mümin kulumun kalbine sığarım," Bir de, "Ben, benim yolumda kalpleri kırılmış olanlarla beraberim," buyurmuştur. Kalpleri kırılmış olanlara gönül sahibi diyorsun. Çünkü ona gönül kırıklığı gerektir. Hakka erişince Hakkın nurundan onun yüceliğinin nurunu görürsün. "Onları (Velîleri) benden başkası bilmez," buyurulmuştur.
Bir derviş dedi ki: Bana aksi gerektir. Bir an dedi ki: Her peygamberin bir mucizesi vardır. Gerçek Allah kulu olan Yusuf Peygambere sözleri yorumlama yetkisi verilmişti. Ama Muhammed ümmeti için gerektir ki sözleri yorumlama bilgisi yeter derecede olsun, "Kendini bana göster" dileği, bilindi ki Muhammed ümmetine yaraşan bir dilektir. Bundan dolayı Musa, "Yarabbi beni Muhammed ümmetinden kıl!" diya yalvarıyor. "Kendini bana göster sözünden de yine beni Muhammed ümmetinden kıl diye yalvardığı anlaşılıyor. Çünkü Musa gördü ki, bir insanın parlak ışığı dağ üstüne inince dağ küçüldü. Benim işim değildir, "Beni Muhammed ümmetinden kıl!" diye tekrar yalvardı. Ona şimdi bir kaç gün git Hızır'la görüş denildi. Hızırda, "Yarabbi beni Muhammed ümmetinden kıl!" diye yalvarıyordu. Musa ile Hızır'ın kapıştıkları başka bir nur daha var. İsa'ya bakarsın ö nur içinde şaşırmış bir halde bulursun. Musa'ya bakarsın o nur içinde başı dönmüş görürsün.
Muhammed (S.A.) öyle bir nurdur ki, Dutun nurların en parlağı, en üstünüdür. Nihayet gör ki, o çilede ve o zikir âleminde, hiç Muhammed'e uyma hakkında bir işaret var mıdır? Evet Musa'ya kırk gece diye bir işaret verildi. Muhammed'e uymak ciheti nerede kaldı ki, Musa onu dilememiş olsun! (M. 338) Belki, "Yarabbi beni onun atının terkisine yapışanlardan eyle!" diye yalvarır.
Mevlâna'nın öğüt meclisinde bir aralık hoş bir şey oldu. Mansur'un vaaz meclisinde o kadar keramet ile birlikte öfke yer bulmazdı. Nasıl ki bir gün o Mansur der ki: Eğer kuru bir ağaca bile yürü dese, onu yürütür. Bu sırada hemen tahta minber yerinden ayrılır, iki kere yere eğilir. Mansur, ey minber! der, ben sana söylemiyorum, sen yerinde dur!
Öğüt meclisleri onları anmakla kızışır, tatlılaşır. Ama onların hallerinden haberleri olduğu için değil, ancak adları söylendiği için meclis kızışır, coşar. Ben onlara şöyle diyorum: "Bilim Hak yönünden verilir, kendiliğinden gelmez."
Bir adam şeker gibi tatlı bir düş görmüş. Gökten şeker yağıyormuş... Ondaki insafa bak ki nasıl düşünmüş. Bütün bu üstün vasıfları ile birlikte şeyhin yanında yaya yürüyordu. Çeşitli fenlerde yetişmiş yüzlerce öğrencisi, seçkin bir topluluk kendisini kınamakta idi. Onlara dedi ki: Varlıkları yaratan ulu Allah hakkı için siz eğer onun bir tüyünü anlayabilseydiniz, yani Allah'ın bize bildirdiği kadar onu anlayabilseydiniz, atının dizginlerini benim elimden kapardınız. Birbirinizin makam ve mansıplarını kapmak için nasıl kıskançlık gösteriyorsanız, onu da öylece benden kıskanırdınız. İşte o bütün temiz iman ile üstadını eve getirinceye kadar atının başını çekti. Yolda kaç kere hem ona gönülden inanmış, hem de inkâr etmiştir. Çünkü şeyh, böyle pek genç çocuğa karşı neden bu kadar gönülalçaklığı ve iltifat göstersin? diye kuşkulanıyor. Sonra yine kendi kendine ona ne ziyan gelir ki, panzehir ocağıdır, diyor. Fetih Sûresinde buyurulduğu gibi Allah'ın geçmiş ve geçecek günahlarını yarlıgadığı kimselerden zarar gelmez. "Hele, Allah onların suçlarını iyiliğe çevirirse." (M. 339) anlamındaki âyetle müjdelenmiş olanlara ne mutlu.
Beyit:
Dağ yılanlarla dolu olsa da korkma!
Çünkü orada tiryak taşları da var.
Şeyh ona okşayıcı bakışlarla baktı mı, içinde parlak düşünceler belirirdi. Sonra tekrar gölgeye daldı mı, karanlık kuruntular baş gösterirdi.
Diyelim ki onun durağı orasıdır. Sanki halkı yoldan çıkarmak, kuşku ve düşüncelere sürüklemek bir erkek işi midir?
Şeyh onu görünce selâm sana, dedi, bizi düşünmek hususunda nasılsın? Tekrar unutuyor musun? Seni gerçeklemekten veya inkâr etmekten nasıl kurtulalım, diye şüpheleniyor musun? Allah geceyi ve gündüzü değiştirir.
Kaç kere, gündüz ışığı karanlık denizinde boğulur, kaç kere de karanlığın deryası nurun alevinde yanar. Kur an'da, "İnsanlar bir imtihan geçirmedikçe, sadece inandık demekle kurtulacaklarını mı sanıyorlar?" (Ankebut Sûresi, 1) buyurulmuştur. Alemde hangi şey vardır ki, bir imtihan geçirmeden kabul olunur, yahut imtihansız ise geri çevrilir? Ama Allah dilerse sonunda iş doğrulur,doğru yolu tutarsın, o zaman kim olduğunu da anlarsın! Veli, veli olduğunu bilmez mi? Meğerse olgunlaşmamış olsun, henüz gelişme yolunda olsun, insan Aksaray'a varınca nasıl olur da vardığını bilmez?
Hocendî diyor ki: Ailemin uğradığı acıları görünce kendi acılarımı unuttum. Şam'da Şahap Herive büyük bir soydan gelmişti. Dedi ki: Ölüm bana göre neye benzer bilir misiniz? Artık bir insanın sırtına ağır bir yük vururlar, onu zorla çamura sürüklerler, yahut yüksek bir dağa doğru yürütürler. Bin bir zorluk içinde tırmanmaya çalışırken birisi gelir sırtındaki çuvalın urganını keser, yere bıraktırır. İşte o adam birdenbire nasıl hafifler, nasıl yükten kurtulur ve canı tazelenirse, ölüm de insanı öylece rahata kavuşturur.
(M. 340) Simdi onun hali tıpkı o kimsenin haline benzer ki, ulu bir ocağın köleleri olduklarına inanırlarsa, bir gün ecel gelince ocak ulularının yasını tutarlar; Allah kulu olan o ailenin ışığı içinde onları alçaltır ve kıskançlık gözüyle bakarlar.
Niçin Allah'a yalvarmıyorsun? Gece yarısı kalk ikilik âleminden geç, yüzünü yere koy, iki damla yaş dök. Allahm, eğer peygamberleri, erenleri sen istemeseydin hepsi de kapı halkası gibi dışarda kalırlardı. Simdi bana falan ulu kişiyi gösterdin, gözümü onunla aydınlat. Hazreti Peygamber, "Ne mutlu beni görenlere, beni görenleri ben de görürüm" buyurmadı mı?
Hazreti Peygamber (Selât ve selâm ona olsun), önceleri halktan çok sakmırdı; en çok Hak ile dostluk ederdi, iyiden kötüden çekinirdi. Olmaya ki, halkın kendisine karşı fazla sevgisi biran veya bir saat için perde olur diye düşünürdü. Tam olgunluk çağına erince, kendisine karşı seksen bin âlemin saygısı ve sevgisi ile iki kişinin sevgisi farksız oldu. Buyurdu ki: "Beni halka satın." Yani, ey dostlarım beni halka satın ki ben kendi kendime satışa gelmem. Hazreti Mustafa (S.A.) böyle buyurmuşsa ne ziyanı var. Bak ki Hak ne diyor? Beni yüz kere satın diye haykırmıyor mu? "Kullarımın gönüllerinde benim nimetlerimi ve vergilerimi anmaları hoşuma gider. Çünkü gönüller kendilerine nimet bağışlayanın sevgisini taşır. Kendilerine fenalık edenlere karşı kin beslerler," buyurulmuştur. Emreden nefis, kendini sat! der. O altın gümüş peşindedir. Ben para peşinde değilim, ben o işin peşindeyim ki, eşek köprüden geçsin. Onlar büyük adam olmuşlar, şeyh olmuşlar, ben onlara ne yapayım? Yalvarayım mı?
Aç kalmış birini arıyorum, susamış bir insan arıyorum. Berrak ve temiz su, yaradılışındaki iyilik ve cömertliği ile susamış insan arar. Nefis, kadın huyludur. "Onlara danışın, ama düşüncelerine aykırı davranın," buyurulmuştur. Ey Allah elçisi! Onlara danışın buyuruyorsunuz. Hele kamunun menfaati ve sevinci olan bir işte ne yapalım?
Şimdi eğer erkeksen gel gidelim, onlarla danışma yapalım. Orada kadınlar vardır, nasıl edelim? (M. 341) Buyuruyor ki: "Onlara danışın ama her ne söylerlerse aksini yapın." Bir söz söylüyordu, hoş bir sözdür, dedim. Ama Allah sözü değil. Güzel söz, ama Allah güzellerinden değil. Bizi her kim bir Müslümanla birlikte görürse Müslüman olur. Bir zındıkla gören de zındık olur. Hem öyle zındık olur ki: Mazandıran'daki Girdikuh Tapınağı zındıklarını ona köle ve hizmetçi yapmak yaraşır. Öyle bir insan eğer bir yaprak okursa zındık olur. Eğer her iki yaprağı okursa Müslüman olur. Hem de öyle bir gerçek dost olur ki, anlatılması imkânsızdır.
Fahri Kazı'nin ne haddine düşmüştür ki Muhammed-i Tazi, yani Arap Muhammed şöyle der, Muhammed-i Razî, yani Reyli Muhammed de böyle söyler diyebilsin (Fahreddin-i Razl'nin asıl ismi Muhammed Fahreddin'dir. Çağdaş tefsirciyi ne Şems, ne de Mevlâna sevmiyor. Nitekim Mevlâna Mesnevî'de: Eğer akıl bu yolun kılavuzu olsaydı Fahri Razî dinin inceliklerini bilen bir bilgin olurdu diyor.(Ç)). Bu adam, bu çağın dönmesi sayılmaz mı? Mutlak kâfir olmaz mı? Meğer ki tövbe etsin. O kendini niçin incitir?O zaman Allah kullarından hangisinin kılıcı ona acır? Bunlar kendi kendilerine de hiç acımazlar.
Haccac.bin Yusuf (Haccac Bin Yusuf, Emeviler devrinde Şam valisi, gayet sert ve zalim bir adam idi. Şems'in ona rahmet okumasının hikmeti bu hikâyeden anlaşılmaktadır. (Ç)) Allah'ın rahmeti üzerine olsun, deyiver. Evet bizim işimiz bütün halkın aksinedir. Onların kabul ettiği her şeyi biz red ederiz, onların red ettiği her şeyi de biz kabul ederiz.
Bir gün Haccac gizlice haber aldı ki, adamın biri kendi makamına imrenirmiş. Bir gece sabaha kadar onun harem dairesindeki kürsüsünde otursam, bir başkası da-bir gece sabaha kadar onun harem dairesinde kalsam diye söylenirmiş. Haccac bu adamları çağırmış ve sarayının ahçısına, yedi renkli pirinç pişirmelerini emretmiş. Pilâvları getirmişler, bunlara yeyin diye emir vermiş ve sormuş: Hiç tadları arasında bir fark buluyor musunuz? Mademki âlemin pabucuna pabuççu demek küfürdür, fakirin pabucuna ne dersin? Bana yüz bin dirhem masraf etsen yine sözüme saygı göstermek derecesinde değeri olamaz. Eğer sende saygı varsa gel. Saygısızlık edersen git. Artık saygısızlıktan vaz geç. Eğer bize saygın varsa bizden işittiğin şeyleri bizim işaretimiz olmadan niçin açıklıyorsun, diye sordum.
Dedi ki: Senin küpün her ne kadar sızarsa da suyu temiz saklar. Sunu da söyledi: (M. 342) Ben bu yolda çok taban tepmişim. Bir adamı bir çok yerlerde dolaştırsalar yirmi fersah alan içinde, şehrin yakınlarında gezdirseler de şehre sokmasalar, tekrar dolaştırsalar ne çıkar? dedim. Ben Hakkı arama yolunda bir çok büyük ve küçüklerle düşüp kalktım, dedi.Ya rahat peşinde idin, yahut da söz derleme sevdasında idin, dedim.
Kendimi bir bağda gördüm, kendimden geçmiş bir vaziyette idim. Bana bir ateş geldi, yüksek bir ses işittim, tekrar bir nara atarak kendime geldim. Çizmelerimi giymek istedim, gözüme başka bir şey göründü, yine kendimden geçtim. Bütün evlerin üstünde dolaşıyordum, gökten yedi kapı açıldı. Yerden göğe kadar uzanan direkler gördüm. Anladım ki, o direkler mümin kulların ibadetleridir. Sonra Mevlâna'yı bir minber üzerinde gördüm. Yanına havadan iki kişi geldi. Alevîlerin büklüm büklüm saçları gibi kıvırcık saçları, ışık saçan iri gözleri vardı. Ellerinde üst üste konmuş içleri mücevherlerle dolu tabaklar getirdiler, Mevlâna'nın önüne koydular. Bir toprak çömlek ki, yere vurul-sa kırılmaz; şaşılacak bir şey değil, öyle bir toprak çömlek ki, elli kere kayalara çarpılsa bile kırılmazdı! Ama yumuşak bir kum üstüne düştü, kırıldı. Hayret ettim. Eğer onlara bir ölü için verin desen mezardan mezara kaçarlar.diriler için verin desen külhandan külhana gizlenirler.
Benden sordular: Yol kesenlerin soyup bana getirdikleri mal helâl olur mu? Benim için helâl olan bir mal ile bu mal arasında ne fark var? Hem karada, hem suda yaşayan kurbağa değil ki tiksineyim. Çömlek değil ki murdar olur, yahut bozulur diye korkayım, işte bu şımarıklığı yapmak başkalarına yaraşmaz. (M, 343) Diyelim ki: Bir doğan kuşu geldi, bir kale duvarı üstüne kondu. Birisi ona atmak üzere yerden bir taş aldı, fakat kuş uçup gitti. Ama o duvar üstünde bir merkep olsaydı ben de bir taş alır onu oradan kaçırmak için atardım. Ya boynu kopar, ya çamura düşer, Karun gibi alçaldıkça alçalırdı. Bir de o insana bak ki, iman ışığı yüzünden fışkırıyor, ikiyüzlülük ona asla bulaşmamış, o ışık öyle bir ışık ki hiç bir sınama ile kararmamış, sönmemiştir, öteki ışıklarla bu nur arasındaki ayrılık şudur: Öteki ışıklar ufak bir tecrübe sonunda kararır söner, bu sönmez.
Bana dost görünen biri vardı, müridlik davasında idi. Bir gün geldi, benim bir canım var ama, bilmem ki senin kalıbında mı yaşıyor dedi. Ben, kendisini sınamak için ona şöyle dedim: Senin paran var, bana güzel bir kadın bul; üç yüz isterse sen dört yüz ver. Adam yerinde donakaldı. Ona bir gerçek açıklandı kendisine pek yakın sandığı adamın, ne kadar uzak olduğunu anladı.
Su halde bir kere ona ayak uydurmak gerek. O sevgili bizim yanımızda sanki ana kucağındaymış gibi davranır. Nihayet ey nazlı sevgili! Akıllıdan daha az mı akıllısın. Şeytandan daha az mı şeytansın?
Öğretmenlik yapıyordum, bir çocuk getirdiler hoppa! Gözleri kıpkırmızı, sanki yalpa vuran bir sarhoş gibi geldi. Selâm sanaüstat! dedi. Ben müezzinlik ederim, hoş sesim var, kalfa olacağım, dedi. Evet oraya oturdu anne ve babası ile sözleşme yaptım. Eğer eli kırılmış olarak yanınıza gelse bile hiç bir telâş göstermeyeceksiniz, dedim. Bizim çocuğumuza karşı beslediğimiz yufka yüreklilik yüzünden belki kendi elimizle dövmeye gönlümüz razı olmaz. Ama sen döversen hiç ses çıkarmayız, size senet verelim. Bu çocuk bizi darağacının başına götürmüştür, dediler. Mektebimizin çocukları hep başları önlerinde çalışıyor,etrafında bakışıyorlardı.Öğrencilerden birini çağırdı, şakalaşmak, oynamak istedi. Hiç kimsenin kendisiyle ilgilenmediğini görünce kendi kendine, bunlar ne adam-larmış, diye mırıldanıyordu. (M. 344) Gizlice birinin tüyünü çeker, ötekine çimdik atar, çocuklar da onun oturduğu tarafa oturmak istemezlerdi, iş bu şekilde uzayıp giderken kendimi her şeyden habersizmiş gibi gösteriyordum. Ara sıra ne oldu? diyordum, ne gürültü ediyorsunuz?
Hiç, üstat diyorlardı. Orada dışarıdan biri işaret etti. Önce ona bağırdım, ödü koptu, biraz sonra yerinden sıçradı. Artık ben gideyim üstat! Pek erken geldim, henüz yeniyim, dedi. ikinci gün tekrar geldi. Sordum kendisine: Paydos vaktine kadar ne okudun? Gel oku, dedim. Kitabı önümde açtı, bir kenarından biraz yırtılmıştı. Kitabı nasıl koruyorsun? dedim, bir tokat patlattım. Hemen yere yuvarlandı, ikinci, üçüncü tokatı da vurduktan sonra saçlarını yolmaya başladım, ellerini kanattım, sonra da falakaya yatırdım. Aramızda Hoca Reis dediğimiz bir kalfa vardı, gizlice ona seslendim. Çocuğa yardım etsin diye işaret ettim. Fakat hiç aldırış etmiyor gibi görünüyordum. Çocuk içinden hele bakın Hoca Reise karşı nasıl davranıyor diye hayret ediyordu. Çünkü niçin geldin diye kalfaya çıkıştım. Sizi görmek istedim de onun için geldim dedi. O konuşurken çocuk gizlice yutKunuvor, ona işaret ediyor, aman bana yardım et, diye yalvarıyordv Kalfa dudaklarını ısırarak kendisini kurtarmak için fırsat koFıac^ğım anlatmak istiyordu. Hoca Reis, şimdi ben burdayım korkma diye gizlice işaret ederken, biraz sonra da bana artık bu sefer izin verin de ayaklarını çözeyim diyordu. Ben susuyordum; nihayet çocuğu kaldırdılar, bir hamalın sırtında evine gönderdiler. Bir hafta evinden dışarı çıkamadı. Ertesi sabah namazda idim. Annesi, babası geldiler, ayağıma kapanarak, sana olan teşekkür borcumuzu nasıl ödeyeceğiz? dediler. Halbuki kendi kendime belki gelmezler de ben de kurtulurum demiştim. Nihayet bir hafta sonra oğlan yanımıza geldi uzakça bir yere oturdu. Gizlice korkak bakışlarla etrafı süzüyordu. Ona seslendim, yerine otur, dedim. (M. 345) Bu sefer tekrar terbiyeli bir durumda kitabını açtı, dersini okumaya başladı. Herkesten daha terbiyeli bir durumda kitabını açtı, dersini okumaya başladı. Herkesten daha terbiyeli ve uslu olmuştu. Bir kaç gün sonra yine unuttu. Dışarda aşık oynadığını söylediler. Keşke'o söyleyen gammazlık etmeseydi, içerde çocukları dövmek için değil ancak korkutmak için bir sopa vardı. Bu sopayı aldım. Simdi oynadıkları yeri temizlemişler, boyuna aşık atıyorlardı. Arkası bu tarafa dönüktü, ben keşke beni görse de kaçsa idi diye düşünüyordum. Öteki çocuklar onunla benim aramdaki vazgeçtiyi bilmedikleri için ona kaç demiyor, benim arkamda kalan çocuğun canı burnuna geliyor, renkten renge giriyor, onunla göz göze gelmek için fırsat kolluyordu. Bir işaret versin de arkadaşını bu tarafa kaçırsın diye çırpınıyordu.Halbuki o kendinden geçmiş haldeydi. Önüne vardım. Selâm sana,dedim. Hemen yere yuvarlandı, elleri titredi, rengi uçtu, kupkuru kesildi. Kalk diyordum, kalk gidelim. Geldi, kitabının yanına götürdüm, bundan sonra da sopayı suya koydum. Öyle yumuşadı ki, öyle bir şey oldu ki hiç sorma. Onu falakaya çektiler. Tek başına on iki çocuğa birden vuruyordu. Aman üstat, dedi onu Arık bir çocuk bile falakaya çeker, ayaklarını sarar. Kalfaya diyordum ki: Bari sen vur çünkü benim vura vura elim şişti. Kalfa da bir kaç sopa vurdu. Kalfaya tutun dedim şöyle vurun. O bakıyordu bu sefer sopayı kaldırdım kalfaya vurdum. Kendimce çocuğu dövüyordum sanki. Dördüncü sopada ayağının derisi sopayla beraber kalktı. İçimden sanki bir şey koptu aşağı düştü. Birinci ve ikinci sopada bağırmıştı, ötekilerde ses çıkarmadı. Nihayet yine evine götürdüler, bir ay dışarı çıkmadı. Sonra dışarı çıktı annesi sordu nereye gidiyorsun? (M. 346) Üstada gidiyorum dedi. Annesi ama nasıJ gideceksin? deyince, o benim efendimdir, onun yerini kim tutar? Ben ölünceye kadar ondan ayrılmam. Benim ne olacağımı, hangi kuru darağacında kalacağımı Allah bilirdi. O beni yola getirdi. Beni tekrar mektebe götürün, diye annesine babasına yalvarıyordu. Anne ve babası dua ediyorlar, komşuları hep birden ellerini kaldırmış hem dua ediyorlar, hem de diyorlardı ki, bu, öyle bir fedaiydi ki ne kendisini, ne de büyükten, küçükten hiç kimseyi sağ bırakmayacaktı. Şehrin şahından .bahsetsem, ona söverdi, taş atardı, öyle cesaretli, öyle korkusuzdu ki, yüz adam öldürmüş olan bir kanlıya karşı bile pervasızca davranırdı. Hülâsa bu öğrenci şimdi bütün arkadaşlarından daha uslu, daha saygılı olmuştu. Bir arkadaşı kendisine bir işarette bulunsa elini ağzına götürür sus diye mırıldanırdı.
Nihayet kısa bir süre içinde bütün Kuran-ı ona öğrettim; hoş bir sesle ezan okuyordu. Bundan sonra bir daha gelmedi. Artık işini bulmuştu.
Allah'ın perde arkasında gizlediği kullar vardır. Onlarla birlikte sırlar konuşur, gizli hikmetler söyleşir.
Beni Şeyh Evhadüddin-i Kirmani sema meclisine götürdü, çok saygılar gösterdi. Sonra kendi özel hücresine davet etti. Bir gün ne olur dedi bizimle beraber kalsanız? Dedim ki: Bu bir şartla olur. Açıkça ikimiz birlikte otururuz, sen müritlerin önünde içki içersin, ama ben içmem, ben bu işe katılmam. Sen niçin içmezsin dedi. Dedim ki: Sen bahtiyar bir fasik (günahkâr) olursun. Ben ise bahtsız bir günahkâr olurum. Bunu yapamam dedi. Bundan sonra bir tek söz söyledim, üç defa elini alnına götürdü, Allah! dedi.
Kelâm bilgini Esedüddin bir gün, "Her nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir," (K. 57/4) anlamındaki Allah sözünü yorumluyordu. Bütün bilgisi ve erdemi ile beraber, halk önünde kendisinden bir şey sorduğum için bana gücendi. Bir gün tekrar sordum: O sizinle beraberdir diyorsun. Allah sizinle beraberdir demek nasıl olur?
Bana şu cevabı verdi: Senin bu sorudan maksadın nedir? Allah yumuşaklık ve merhamet tarafında iken ne ise sertlik yönünde de öyledir. Uçuruma gidiyorsun dikkat et.
Benim bu soruma karşı maksadın nedir? demek uygun değildir. Bunun mânası nedir, sen dinle: Bir şüphe bağlamışsın kendine zahmet vermeyi huy edinmişsin. (M. 347) Allah kelâmına bu mânayı nasıl veriyorsun. "O sizinle beraberdir," evet ama Allah kul ile nasıl beraber olur? Evet, dedi Allah kulu ile bilgi yönünden beraberdir. Dedim ki: Bilgi zattan ayrı degildir, hatta hiç bir sıfat zattan ayrı olamaz. Bu bayat soruları mı tekrarlıyorsun dedi. Ne demek bayat. Belki tazeliğinden ölüyor. Halk, kelâmcı budur diyorlar. Verkânî oğlu kadıların ileri gelenlerinden olduğu için kıskançlar onun sözünü dinlemezler, kötülemek isterlerdi.
O vaizdir, öğütçüdür ne bilir derler, insafsızlığı pek ileri götürürlerdi. Her ne derlerse desinler, sözcüler hâlâ Elif harfinin derisini geveliyorlar, onun mânasını hiç anlayamıyorlar. Çünkü erlikleri yoktur. Nasıl ki erkekliği olmayan bir adamı bir güzelin yatağına koyarsın ne yapabilir? Tatsız okşayışlardan başka elinden ne gelir? Bir şey yapamaz, ancak yüzünü yüzüne sürer o kadar.
Bir şey ki başka bir şeyin sebebi olmuş ve onu meydana getirmiştir, ondan yoksundur. Bu erkekliği olmayan delikanlı ile iğneci arkadaşının hikâyesine benzer ki, ne halkın ve ne de başka yakınlarının bu halden haberleri yoktu. Onun sakalı, bıyığı ile öğünürlerdi.
Beyit:
Erliği, sakal ve bıyığının yalancı şahididir.
Onu ana tüyü ile süslemek daha uygun düşer.
Yukarıda sözü geçen delikanlı, binlerce genç kız arasında seçtiği güzel bir dilberle evlendi. Düğün dernek yapıldı. Ama geline yaklaşamadı. Çok düşkün bir durumda kaldı. Bunun üzerine çocukluğundan beri sır yoldaşı olan iğneciye geldi, meseleyi açtı, benim en yakın arkadaşım sensin dedi. Halim şu durumdadır. Bugün gece sularında bana gelir, benim elbisemi giyersin, beni şu baş ağrısından kurtarırsın. (M. 348) Fakat halvete girince hiç konuşmazsın ki kız işi çakmasın. Uyku sırasında adet olduğu üzere ışıkları da söndürürsün, iğneci.hay hay! dedi, emrindeyim. İğneci halvete girince hemen ışığı söndürdü yatağa fırladı. Kızcağız onu kendi zavallı kocası sandı. İğneci yiğitçe yaklaştı, kızı altına çekti, feryat, figan sesleri yükseldi. Koca, kapının dışında idi. Ey kahpecik! dedi. Beni mi sandın ki ciğerimi dağlayasın? Ona iğneci derler, demiri yırtar, delik deşik eder.
Sahabeddin-i Sühreverdî, (ona, "Maktul" Şahabeddin de derler), Halep Sultanı katında çok değerli ve olgun bir insan olarak tanınmıştı. Kıskandılar, Sultana dediler ki: Ey Melik! Falan kimseye bir mektup yaz hep birlikte mancınığa koyalım atalım.
Mektup okununca sarığı aşağı düştü. Başını kestiler. Ama hemen pişman oldu. Düşmanların tuzağı açığa çıktı. Melikin lâkabına Meliki Zahir derlerdi. Katillere buyurdu: Mazlum Sahabeddin'in kanını köpekler gibi yalasınlar, içlerinden iki kişiyi de fesat karıştırdıklarından dolayı öldürttü. Birkaç kişiyi de dışarı göndererek pazarda sattırdı. Gizlice kırk dinara satın aldılar.
Güzel bir kitap beş akçeye satılır. Çünkü herkes kitaptan anlamaz. Bu Şahabeddin istiyordu ki, fitne ve fesata sebep olan, ellerin, ayakların kesilmesine yol açan altın ve gümüş paraları kaldırsın, alışverişi başka bir şeyle yaptırsın. (M. 349) Halkı Muhammed dinine uymaktan vaz geçirsin. Eğer o Muhammed'in izinden gidiyor muydu diye benden sorarlarsa, hayır gitmiyordu, derim. Bir gün onunla bir ordudan söz açan Meliki Zahir sordu: Sen ne bilirsin? Ordu nedir? Yukarıya ve aşağıya bakınca her tarafta yalın kılıçlarını çekmiş askerlerin, heybetli kişilerin durmakta olduklarını gördü. Yer, tavan, aralık hep askerlerle dolu. Yerinden sıçradı, hemen hazineye gitti, işi araştırmadan hemen ona saldırmak için, içinde bir öfke duydu.
O Sahabeddin'in bilgisi aklından üstün idi. Akıl gerektir ki, bilgiden üstün olsun, hâkim olsun.
Onda aklın durağı olan beyin arıklaşmıştı. Nasıl ki, bir aralık dimağının gücünü artırmak için bir iki kadeh ferahlatıcı sudan almak isterdi. Daha fazlası da işe yaramazdı. Dimağı son derece arıklaşmış olmasından dolayı, Sahabeddin'in sözü de yukarı adı geçen o kelâm bilgini Esedüd-din'in sözünden daha aşağı sayılırdı, o zaman bu kelâmcı Esedüddin onu kötülemişti. O insafsız bu makamda bizdendir. Mâna bakımından da senin olduğu gibi. Sen biz olunca ulu Allah'ın, "Biz onu (Kur'an-ı) Kadir Gecesi indirdik," (Kadir Sûresi, 1) anlamındaki âyette de aynı veçhile ifade ediliyor. Nasıl ki siz benim sözlerimin içine daldınız, bunu hiç kimse anlayamaz. Anlayabilselerdi hepsi de mürid olurlardı. Söz onlardan da geçerdi. Şimdi daha ne kadar onların sakallarına göre tarak vuralım. Şöyledir veya böyledir diye sözü çoğaltalım. Lâfı çok uzatırsak, alt tarafı yalan olur.
Allah'ı görürsen, benden selâm söyle. Dost çok iyidir, kendini onda yok edersin, onun varlığında yürürsün. O kalmazsa sen de kalmazsın. Her şey varlık alanına gelmekte Haktan bir müjdedir, bir bağıştır.
Yolcunun biri yolda yürürken karşıdan hafif silâhlar kuşanmış ılgar bir atlı gördü. Kendi kendine, bu adam bana kastetmeden önce ben onun işini bitireyim dedi. Atlı yaklaşınca yolcuya, bana öyle kötü nazarla bakma! dedi, çünkü ben çarpışma hususunda çok hünersizim. Yolcu şu cevabı verdi: (M. 350) Güzel söylüyorsun, ben de can korkusundan seninle çarpışmak istemiştim. Simdi gel artık el ele tutuşalım. Bu gün din âleminde de iş böyledir. Bu külahı taşımak istiyorsan önceden başına giymelisin ki bu er meydanından mertçe başını çıkarabilesin. Yoksa yolda kalırsın. Bahtiyar odur ki, ecel kılıcından hem başını, hem de külahını kurtarır.
Ey kadılar, müderrisler, şeyhler! O zayıf Allah dostuna karşı gönülalçaklığı göstermeyenler yaralanırlar. Belki bilmiyorduk, ama bu yolda bilgisizlikle nasıl yürünür?
"Allah cahili kendisine dost edinmedi." Belki meşgulsünüz acaba bizimle mi? Hayır, dedi bir komşu ile. Komşu kim oluyor? Senin komşun ancak benim. Burada dava boş lâftır. Kâfirleri şu cihetten severim ki, dostluk iddiasında bulunmazlar. (Açıkça) biz kâfiriz, düşmanız derler. Şimdi sana dostluğu öğreteyim: Dostlukta yalnızlık haramdır, yasaktır, cezayı gerektirir, Dost odur ki, şefkat yönünden gözlerinden ateş saçar. Yarabbi onları günahtan kurtar, beni ve bütün Müslümanları da birlikte yarlığa! diye yalvarır.
Bugün sen de, şeyhi meyhanede gördüğün halde, ben bu işin sırrını bilmem, ancak o ve onun Allahsı bilir, diyecek kadar hoşgörürlük varsa, onu Allah'a yalvarış halinde gördüğün zaman, bunu tanırım, bir kere bu sende onu aynı münacaatta, aynı Kabe'de, aynı cennette görecek kadar kudret yoktur, hiç değilse bu kadar temiz düşünmek de çok iyi olur.
Biri diyordu ki, Muhammed (S.A.) bizim perdedarımızdır. Dedim ki: Kendinde gördüğün şeyi, Muhammed'de niçin görmüyorsun? Herkes kendi kendisinin perdecisidir. Dedi ki: O yerdeki marifet hakikati vardır, davet nereyedir? (M. 351) Yap, yapma hitabı nerede kalır? Dedim ki: Nihayet, o onun içindir ve bu başkaca fazladan bir fazilettir. Ettiğin bu inkârdan vazgeç, bu tasarrufu bırak ki, davetin tam kendisidir. Hem davet ediyorsun, hem de davet etmemelidir diyorsun!
Bu Cebriye'ciler ne yaparlar? Kuvvetli adam bilmez mi ki, bütün bu varlık Allahındır. Bir çocuğa sorarsın: Bizi kim yarattı? Hak yarattı, der. Ortada bir dönderici olmadan bu çarh döner mi dersin. Ne söylüyorsun der? Divane misin?
Pekâlâ bizi yaratan, var ve yok eden mi daha güçlü, daha kuvvetlidir, yoksa biz mi? sana şu cevabı verir: Eğer o bizden daha kuvvetli olmayaydı, bizi hem var, hem yok etmeye kim güç yetirebilirdi? Daima en yüce kudret odur ki, bu galip ve yüce varlığı görebilsin, gözünü açsın, perdesiz taklitsiz yaratıcıyı temaşa etsin, Allahı görsün.
Derler ki: Simdi git, Muhammed'i gör ki, o bu ay ve güneşin varlığı için bir sebeptir. Fakat onun için bir sebep yaratılmadı. Onun hiç bir sebebi yoktur. O Sems'in (Güneşin) yüzü kara olur, ama bu Şems'in yüzü kararmaz. Çünkü bu hidayet güneşi Hakkın yüceliğinden nur almıştır. O güneş ise öyle bir makamdadır ki, o makam ancak, "Güneş yuvarlanıp karardığı zaman," (Şems Sûresi, 1) anlamındaki âyet ile işaret buyurulan makamdır.
İyi insan dert ortağı olur, iyi insan cana yakın, tatlı bir insan olur. Fakat Şeyh Muhammed bu yolda uygunluk göstermez. Bir türlü uysallık tarafına yanaşmaz.
Ben seni'o halette ve o makamda gördüm. O halden vazgeçesin diye ne kadar çabaladım. Acaba o yabancılık makamında niçin oturmuştur? diye gönlüm hep seninle idi. Niçin o dar ve tatsız menzildedir diyordum, istiyordum ki, benim sana karşı duyduğum şefkatin ne derecede olduğunu bilesin. Şimdi bir kere elini şöyle bana sür. Çoktandır sürmemiştin, işin varsa da şöylece biraz olsun değdir. (M. 352) Selâm sana! Bayramın kutlu olsun! Bizim selâmımız bir kaledir. Onun içine girersen bütün dertlerden selâmette olursun.
Şiir:
Her kim Allah inayetinin kalesine girerse
Örümcek ona perdecilik eder.
Aleme tek başına geldin, bütün cihanla top oynayama-sın bütün bu insanlar arasında topunu meydandan dışarı çıkarırsın!
Dedi ki: Bazı âşıklar debdebeli ve saltanatlı olur, maşuklar ve sevgililer ise durgundurlar. Dedim ki: Bu debdebe ve saltanat, düğün dernek şuna benzer: Biri seni ceviz yiyesin diye bağa davet eder, ağaca çıkar, tekme vurmaya başlar ve sana buyur kendi elinle ye der. Misafirin eli ve yeni ceviz boyası ile kararır. Başka biri ise misafiri bağa götürür hoş bir yerde oturtur, uşaklarına emreder: Gidin ağaçtan ceviz indirin, temizleyin, kabuğunu soyun, kırılmış olarak getirin, der. Uşaklar da o şekilde temizlenmiş cevizi getirirler, misafirin önüne koyarlar, buyur derler. Misafir sorar: Bu nasıl ceviz ki hiç elim kararmadı? Kolum kirlenmedi. Ben bunu yiyemem. Bunun ne olduğunu Allah bilir, bu cevize benzemiyor. Ben böylesin! hiç görmedim. Sair diyor ki:
Kimse aşk sırrına eremedi,
Eren de şaşkına döndü.
Şeyh ibrahim, Hayyam'ın sözüne itiraz etti. Aşk sırrına eren niçin sasırsın, ermeyenlerde ise şaşkınlık nasıl olur. (M. 353) Evet dedim. Hayyam kendi halinin vasfını söylüyor. O şaşkın ve perişan idi. Bir zaman kabahati feleğe yükler, bir gün zamaneye, bir gün bahtına, bir gün de Allah'a çatar. Bir kere Allah yoktur der, inkâr eder, diğer bir sefer de ispat eder.Konuşurken bazan karanlık, vehimlerle karışık sözler söyler. Halbuki imanlı adam şaşkın ve perişan fikirli değildir. Mümin, Allah huzurunda nikabmı atmış, perdeye yapışmış olan kimsedir. Ne istediğini ve ne dilediğini bilir, kulluk eder. Onu bütün açıklığı ile görmekten, doğudan batıya kadar bir lezzet duyar.
Zındık ise, daima olumsuz düşünür, hayır der. (Ben) sözü ile konuşur. Benliğinde hiç şüphesi yoktur. Çünkü açıkça görüyorum, yiyorum, tadıyorum, bundan ne şüphem olabilir der. Niçin evet diyeyim? Bunu siz dilediğiniz gibi söyleyin. Ben buna ancak gülerim.
Nasıl ki adamın biri günün birinde tam kuşluk zamanında bir elinde sopası, öteki eliyle de duvarı tutarak, ayakları titreye titreye, ah vah ederek karşınıza gelir. Ağlayarak niçin söylemiyorsun? Bu ne iştir başımıza geldi? Bu ne belâdır acaba? Bu gün güneş doğmadan, bir başka şey doğdu, diye sızlanmaya başlar. Evet ben de aynı şaşkınlık içindeyim, niçin gündüz olmuyor? Sen görüyorsun, kuşluk vakti her taraf aydınlık içinde. Sana bunu yüz bin defa söyleseler ancak onlarla alay eder ve gülersin. Bu gün mümin olan yoksun değildir, ama mümin kimdir?
Bir an için meyhaneye 'uğrayalım, oradaki biçareleri görelim. Allah'ın yarattığı o zavallı kadıncıkları ziyaret edelim. İster iyi ister kötü olsunlar, onların haline bakalım. Kiliseye de uğrayalım, onları da gözden geçirelim. (M. 354) Benim işime kimse takat getirmez. Onu ancak ben yaparım. Taklitçiye bu işte bize uymak gerekmez. Doğru sözdür: Taklit ehline uysallık yaraşmaz.
Oğlundan çok şikâyet ediyordu. Dilimin ucuna geldi, sonu iyi olur dedim, çocuktur, çocukluktandır bu yaptığı şeyler. Yoksa aslında bilerek değildir. Nasıl ki koruk ile ham erik acımtırak ve ekşidir. Bu vasıflar, koruğun henüz tazeliğinden ve eriğin hamlığındandır. Aslından değil. Ama aslında ekşi kokan koruk da vardır ki taş gibi sert kalır, hiç tatlılaşmaz. Ancak gerektir ki koruk daima güneşin önünde olsun.
Allah'ın öyle kulları vardır ki, hiç kimse onların çektiği cefaya güç yetiremez. Her zaman onların doldurduğu sürahiden içenler bir daha kendine gelemezler. Başkaları sarhoş olur, dışarı kaçarlar, ama o küpün başında oturur.
Biri gelir bana yemek yemenin usullerini öğret, çünkü bana bu iş pek zor geliyor, rahatsızlık veriyor, der. Cevap verdim, yemek öyle yenmelidir ki sen onu incitesin, ama o seni incitmesin. Öyle ye ki sen ağırlığını ona yükleyesin. Yoksa o ağırlığını sana yüklemesin!
Dedi ki: Simdi sizinle birlikte yiyelim. Ben ye demem, bende o velilik yoktur. O velilik ancak Allahtandır ki, bu acıları ben verdim sen çek, bunu yine ben onarırım, der.
Allah bana bilgi vermiştir. Eğer ben bu yiğitliği yapmasam o zavallı mide bir gün, bir gece sıkıntı çeker, ben de onun ıstırabına çalışmış olurum. Mevlâna'nın halka hitap yoluyla söyledikleri bana ait değildir. Ben onun benimle olan ilişkisini bilirim. (M. 355) Eğer kaşını eğerse anlarım ki bana değildir. Çünkü Mevlâna'nın benimle olan ilgisini açıkça görüyor ve biliyorum ki o yüz ekşimesi başkalarının işi içindir. Ben nasıl sevinçli olabilirim? Bütün âlem gamlı olsa bile beni hiç mi hiç ilgilendirmez. Ama gamlı zamanımda da istemem ki hiç kimsenin gamı bana bulaşsın.
 
TANRI TANRIDIR
Yaratılmış olan kimse Tanrı olamaz, ister Muhammed (S.A.) olsun, ister Muhammed'den başkası.
Biri gedi, mazur gör bu gün bir şey pişiremedik, dedi. Cevap verdim: Ben senin pişirdiğin şeyleri ne yapayım. Gerek ki sen pişesin! dedim. Nasıl pişeyim? dedi. Sen nasıl müritsin ki, işaretten anlamıyorsun dedim. Cevap verdi: Eğer anlayış denilen şey, değişik olmayaydı, işaretlerde ve ibarelerde islâm bilginleri uyuşmazlığa düşmezlerdi. Hele naslardan tek mâna çıkarırlardı. Ben sordum: İslâm bilginleri arasında nasıl uyuşmamazlık olabilir? dedim. O iki türlü görüş ve o taassup senin işindir. Ebu Hanife eğer Şafiî'yi göreydi, başcağızın kucaklar, gözlerini öperdi. Allah kulları, Allah ile nasıl ayrılığa düşerler. Bu ayrılık nasıl mümkün olur? Sen ayrılık görüyorsan kurban ol ki uzaklıktan kurtulasın.
Sözü geçen bu kurban hikâyesinden nasıl kurtulayım dedi. Kurban ol ki, kurtulasın dedim. Namazda, "Allahu Ekber" demek kurban, yani Allaha yaklaşmak içindir. Bu sözle ibadete başlayan kul kendinden geçer. Eğer sende ululanma ve" büyüklenme duyguları varsa, Allah demelisin, ona yaklaşmayı dilemelisin!
Şimdi daha ne zamana kadar putu koltuğunda taşıyarak namaza geleceksin? Allahu Ekber, yani Allah uludur diyorsun, ama münafıklar, ikiyüzlüler gibi putun koynunda duruyor.
(M. 356) Zaman zaman Şeyh Muhammed secde eder, rükûa varırdı. Ben şeriat erlerinin kuluyum derdi. Ama onlara uymazdı. Ben ondan çok faydalandım. Ama sizden faydalandığım gibi değil. Bu ona benzemez. Ancak oğullarınız sizi hiç anlamazlar. Tuhaftır belki kendilerini de anlamazlar. Siz oralarda değilsiniz ki oğul olanlarla, olmayanları gösteresiniz. Biri pek çok uğraşır ki kendinden bir şey gösterebilsin. Öteki yüz türlü kurnazlıkla kendini gizlemeye çalışır. Kendimi ne zaman açığa vurmak istersem zahmetim artar. Tanıdıklar, yabancılar etrafıma toplanır, ben bunu yapamam. Çünkü bana hayat lâzım.
Dedi ki: Falan kimse sana asla yakın değildir. Dedim ki: Onun bana yakın olmadığını sen ne biliyorsun? Sen ondan daha olgun olmalısın ki bunu an Tayası n! Çünkü o şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır diye tenkitlerde bulunuyor. Halbuki teslim makamında şöyle olmalı, böyle olmalı gibi sözler nasıl yer bulur? Ona şu cevabı verdim: Ettiğin bu itirazlardan sonra, onun şöyle olmalı, böyle olmalı dediğinden bahsetmek yersizdir. Çünkü bunu sen de yapıyorsun. Hem de olmamalı diyorsun. Nasıl ki Hintlinin biri namazda konuşur, yanında namaz kılmakta olan başka bir Hintli bunu işitince, sus der, namazda konuşulmaz.
Adamın biri, kadıya şikâyete gider. Davalı tarafın tanığı yoktur, ona sen yemin edeceksin, derler. Cevap verir: Vallahi de yemin etmem, billahi de.
Ahlat'lılar derler ki:  Ey'tırıl herif defol,  git ki  sana söğmeyelim! Bunu niçin söylüyorsun dedi. Mademki itiraz etmek gerekmez, ötesini Allah bilir. Dedim ki: Senin benim karşımda konuşman şuna benzer: Sen bilmiyorsun, ben de sana öğretiyorum. Şimdi bu şeyh ile mürit arasında hoş kaçmaz. Müridin yolu bu değildir. Aynı zamanda itiraz gelince hürriyet kalmaz. (M. 35?) Yapacağı işi özgürce seçmek kolaylığı kalmaz. Halbuki, bana gerektir ki serbest davranayım, gerekirse gideyim, gerekirse oturayım, yatayım hülâsa kendi irademle hareket edeyim. Ama sen benimle birlikte olursan irade kalmaz. Benim gitmem gerekli olunca sen gidersin. Yahut senin gitmen icap edince ben giderim. Ya hizmetçi olurum, yahut kendine hizmet olunan efendi durumunda kalırım. Her iki halde de o irade ve ihtiyar ortadan kalkmış olur.
Şiir:
Ne kimsenin uşağı, ne efendisi olur,
İnsaf et ki dervişin hoş bir âlemi vardır.
Hakir (gerçek yoksul) malı olmayan, kendisi de kimseye mal olmayan kişidir. Küçük yaşta fakirliğe alışmak gerektir, taze dalın ateşe girmeden doğrultulması kolaydır. Bayatlayınca iş zorlaşır. Henüz yeniyken ayağı pabuca uydurmak gerek. Ayak pabuç içinde yerleşince, kurusa da incinmez.
Dedi ki: İsteyerek veya istemeyerek kimseyi incitmek veya soğukluk etmek fakirin işi değildir. Ben de dedim ki: Eğer onu bir sınamadan geçirmezsem kendisinin kim olduğunu anlayamaz.Bir topluluk görürsün bazı inanışları vardır. Fedakârlıklar gösterirler. Biraz sınamaya başladın mı onların inançlarının senin yanında nasıl çıplak kaldığını görürsün. Sen onları böyle çırılçıplak görünceye kadar, ben sınamaya devam ederim.
Sevgi davasında olan kimseden bir aralık bir kaç para iste! Aklı yerinden çıkar, canı gider, başını ayağını sallamaya başlar.
(M. 358) Çoklarını sınadım beni pek az görenler hemen kınamaya başladılar. Bu adam bütün gün kendisine inananları soğutmuştur dediler.
Dedim ki: O yapmadı. Bu Allah'ın onun hakkındaki sevgisindendir. Ulu Allah halkın beni bilmesini istemiyor. Halka karşı kutsal hadiste buyurulduğu gibi, "Benim velilerim kubbelerim altındadır, onları benden başkaları bilmezler," anlamındaki hikmet gereğince onların alınları damgalanmıştır. Onları kim görebilir? Onlar böylece Allah katındadırlar. Onları görmek dileyenler Allah Nazar'ına gelirler. Sende Allah nazarına gel ki onları göresin! Halk, Hakkı nasıl a'nlayabilir? Nasıl görebilir? Onun nazarında olan bu şahsı da hoşa giden her şey gibi hoş karşılarlar. Herkesin bir özel hali vardır. Vaizin minber üstünde, hafızın minder üstünde, dinleyenlerin, müridin, şeyhin ayrı ayrı halleri olduğu gibi mürşidin de bir hali, âşıkın bir hali, maşukun bir hali vardır.
 
ALLAHTAN BAŞKA TANRI YOKTUR
Bu ne sapkınlık ve körlüktür ki, kör olduğunu bilmez. Ben onlardan değilim, ama onlardan haberim var. Bir topluluk daha vardır ki, gözleri görür ve gördüklerini de bilirler. Onları da kendileri bilir.
Mısra:
Ev sevgili. Görmediğin şeyden ne dem vuruyorsun?
Nihayet ben senin babanım, sen de benim oğlumsun, dedi. Niçin vakitsiz uyuyorsunuz ki beni oğul görüyor, kendini de baba biliyorsun? dedim.
 
MUHAMMED'İN OLDUĞU YERDE ADEM NE SÖYLEYEBİLİR?
Aklın ayağı topaldır, ondan bir şey gelmez. Ama onu da nasipsiz bırakmak olmaz. O hadis, sonradan yaratılmış bir varlıktır. Hadis, evin kapısına gelir, ama içeriye girmeye gücü yetmez. Bir levha üzerinde bir Elif yazıldı. Ona ister levha üzerinde yazıldı diyelim, ister yer üstünde, isterse yer ve göklerin ortasında,  yazılsın.   Her şey ondan nur almıştır.
Derler ki:   Nerede kendini  görme, nerede   o  görüş? Madem ki görüyorsun nerede o?
 
NASUH TÖVBESİ
(M. 359) Kur'an'da, "Ey iman edenler. Allah'a Nasuh Tövbesi ile tövbe edin," (Tahrim Sûresi, buyurulmuştur. Bazıları bu Nasuh sözünün yorumlanmasında nefse dönmeyen şey demişlerdir. Bu hoş bir deyimdir. Bazıları da Nasuh, yüzü kadın yüzüne benzeyen bir adammış, ama tam bir erkekmiş, erkekten hiç bir eksik tarafı yokmuş derler. Kadınlar hamamında tellâklık edermiş. Tam otuz yıl bu işte çalışmış. Bir gün Sultanın kızı hamama gelmiş, kulağındaki büyük yakut küpe kaybolmuş.Farkına varınca bunun hamamda kaldığını anlamışlar, çavuşlara emir verilmiş hemen gidin hamamda hiç bir delik deşik kalmamak şartı ile araştırın! denilmiş. Çavuşlar hamamın kubbesini ve içini, her tarafını sarmışlar.
Şiir:
Her işin tam vakti gelmedikçe
Sana dostun dostluğu fayda vermez.
Nasuh halvete girer korkudan titremeye başlar. Şimdi araştırma sırası bana gelecek diye sızlanıyor, arka arkaya secdeye kapanıyor, Allah'a söz veriyor eğer bu defa kendimi kurtarırsam bundan sonra bütün ömrüm boyunca böyle bir iş yapmam, Allahım bundan sonra bir daha kadın tellâklığı etmeyeceğim, senin Allahlığına sığınarak söz veriyorum. Eğer şu yükü benim sırtımdan kaldırırsan, bundan böyle Nasuh kulun bir daha bu günahı işlemez, diyor.
Nasuh, bu yalvarış halinde iken içeriden bir ses geldi. Herkesi aradık yalnız Nasuh kaldı onu da arayın. Aklı başından gitmişti. Sırrını Allah'a ısmarladı. Tam bu sırada  bir ses daha geldi, küpe bulundu dediler. Arayanlar bir Lahavle çekti. Nasuh'un hakkında kötü düşüncelere saptık dediler. Bari gelsin eliyle Sultanın kızını okşasın kız da onun kendisini okşamasını istiyor. Nasuh'u çağırdılar. Nasuh şu cevabı verdi: Benim elim bu gün işlemiyor, yolda sancılandı.
(M. 360) Peygamberin yoldaşları tövbe ederlerdi, yine bozarlardı. Buyurdu ki: Nasuh Tövbesi ile tövbe edin ki o tövbe otuz yıl yaşar hiç geri dönmez. Kerem denizi dalgalanmaktadır ondan her ne istersen onu verir.
Herkes bir şeye tapar. Kimi güzele, kimi paraya, kimi mevkie düşkündür. Onlara karşı işte benim Allahm budur, der. İbrahim Peygamber gibi, ben batan şeyleri sevmem demezler. Halbuki İbrahim ben batan şeyleri sevmem dedi. Nerede o İbrahim yaratılışh insan ki, hal diliyle bu sözü söyleyebilsin? Bunjn sırrı başka bir feleğe aittir. Çünkü ruhlar âleminde felekler vardır, iç sırları âleminde de felekler, güneşler, aylar vardır.Bu hayallerden geçen kim se bilir ki bunların da bir yaratıcısı vardır. Ama vefaları yoktur. Hayal, iç âleminden tekrar açıldı mı tecelli nuru belirir ve der ki, "Yüzümü yerleri ve gökleri yaratan Tan |rıya yönelttim."(Enam Sûresi, 79) Sonra. "Hasta olsam o bana şifa verir." (Şuara Suresi, 80) ayetinde hastalığı kendine ilgilendiriyor.
Bu öğretmek içindir. Kuran'da Adem Peygamberin lisanından, "Yarabbi biz nefislerimize zulmettik." (Araf sûresi: 23) buyurulmuştur. Yani ben hastayım, benim sağlığım ancak ondandır, diyor. Kendini aradan çıkarıyor ki bu benlikten sıyrılmak demektir. Kendini aradan çıkarınca da onu ispat etmiş oldu. Bende öyle bir kuvvet vardır ki, kendi gamımı onlara ulaştırmak istemem. Çünkü bendeki gam onlara bulaşırsa dayanamazlar. Kendilerini o gam kuyusuna bırakırlar, iblis der ki: Hırsızın kendisi mahalle içinde hırsız var diye bağırır, mahalle halkı da onunla birlikte hırsız var, hırsız var diye feryat eder.
Beyit:
Bu yolda yüz bin tane Adem yüzlü iblis var.
Her insan yüzlüyü sakın insan sanma.
İnsan şeytanları bunlardır onların hali senin haline benzemez, gidişleri de senin gidişinden başkadır. (M. 361) Bu Hıristiyan yüz gün üst üste söz söyler hiç üzülmem. Üzülüp bozulanları da yakarım. Çünkü düzeltmek yakmakla olur. Or>|arı yıkarım. Çünkü yeniden yapılmak ancak yıkılmakla mümkündür. Bir çok bilgilerden söz açar, kendi işini düzeltmesini hiç bilmez. Bir iş yapar sanır ki düzeltmeyolu kendi işidir.Delik yanlıştır, ama "Ey Allahm bana cennet kokularını koklat," diye dua ediyor, bu dua doğrudur. Ama pisliğini temizlerken değil, ancak yüzünü yıkarken okunur.
"Nefsini bilen Allahsını da bilir," buyruldu. Niçin aklını bilen yahut ruhunu bilen denmedi?
Dedim ki: Nefis, her şeyi kaplamıştır. Nefis bir şeyin varlığıdır. Onu küçüklükte huy edinmek gerektir. Sen benim nefsimdekini bilirsin, ama ben senin nefsindekini bilmem.
Şu Müslümanlardan sıkıntı duymuştum, beni açlıktan öldürüyorlardı. Onlar lük lük yutuyorlar kendi keyifleri için yiyorlardı. Ama Allah erleri açtı! Kendi keyfim için yüz dirhem harcar, saz âlemine giderim ama Allah yolunda on para vermem. Şu halde kulluk, Allah sevgisi nerede kalır? Diyelim ki, gitti, bir Yemen başörtüsü alacak ipeklisi gelmezse çok umutsuzluğa düşer, ölürler, yoksa onlara iyilik yapılsa hiç kabul etmezler. Sen öyle bir insansın ki, kendi kendine ağlıyorsun! O korkulu rüyadan umutsuzluğa düşmüşsün! Ben de öyle bir adamım ki, o korkulardan elini tutarak seni kurtardım. Dediler ki: Bugün 'Hatib çok hastadır. Evet dedim. Bütün halkı sağlık yoluna çağırdı, kabul etmediler, o da hasta oldu. Çünkü mutluluk ona yâr olmadı.
(M. 362) Bir padişahın iki oğlu vardı. Biri uslu, iyiliksever, öteki uygunsuz, ahmak, kötü huylu, kadın yapılı idi. Padişah onu tam bir erkek gibi yetiştirmek için erkek yapılı, yiğit, çevik, Rüstem gibi bir pehlivan aradı ki oğluna arkadaş ve yoldaş olsun. Bu arkadaşı gece gündüz ona mertlik hikâyeleri anlatır, yiğitlik örnekleri gösterir, silâh kullanmayı, erkeklik törelerini öğretirdi. Bu kardeş tam iki ay geceli gündüzlü yeni arkadaşı ile cenk hikâyeleri ve yiğitlik masalları konuştular,ama hiç faydası olmadı. O birtakım oyuncaklar, bebekler yapıyor, kız çocukları gibi oynuyordu. Bu gün padişah geliyor dediler. Oğlunun neler öğrenmiş olduğunu görmek istiyor. Bir de ne görsün oğlan arkadaşı ile birlikte oyuna dalmış. Başlarında başörtüsü, oyuncaklar önlerinde, öğretmen arkadaş da ötekinin zoru ile sarığını çıkarmış yere atmış, padişahın yanına oturmuş kendilerinden geçmiş bir halde. Padişah, öğretmen nerede? diye sağa sola bakınırken öğretmen başörtüsünün içinden kafasını çıkararak saygılı bir kadın sesi ile işte öğretmen, benim diyebildi. Padişah sordu: Bu ne haldir? Öğretmen şu cevabı verdi: Ey âlemin padişahı şu iki ay içinde ne kadar uğraştımsa bir türlü onu kendi rengime uyduramadım. Bu işi başaramadım. Nihayet ben onun rengine uydum. Ama öğretmen erkekti, onun kadına benzemesinde ne ziyan var? Saadet insana yâr olunca iş padişahla vezirin hikâyesine döner.
Bir gün padişah vezirini yanına çağırır, der ki: Oğlumun büyük bir bilgin olmasını istiyorum. Halka öğüt versin, onları uyandırsın, ben de onun kürsüsünün ayakları ucunda oturayım, onun konuşmalarını dinleyeyim. Şimdi onu hangi üstada göndereyim ki, oğlanı bir bilgin olarak yetiştirsin? Falana mı, filâna mı? (M. 363) Vezir şu cevabı verir: Bu iş din bilginlerinin işi değildir. Sen yaşlısın, onu kısa bir süre içinde bu kadar çabuk yetiştirmeyi başaramazlar ki, sen de kürsüsü önünde oturasın da konuşmalarını, öğütlerini dinleyesin. Meğerki falan çulcuya göndermeli. Padişah, mademki sen onu biliyorsun, bari bir iş yap! dedi. Vezir kalktı çulcunun yanına geldi uzaktan ona saygı göstererek usluca oturdu. Çulha sordu:  Nasılsın? Yine yaramazlıkları mı düşünüyorsun? Vezir, ne yapayım dedi, sizin büyüklüğünüze güvenerek geldim. Allah rızası için dileğimi kabul et! Çulcu, işin zor tarafı, bunun Allah rızası için olmasıdır, dedi. ilerde göreceksiniz diye söz verdi. Vezir işi padişaha anlattı. Padişah keyiflendi, tahtından aşaöı fırladı, çulcuyu ziyarete gitti. Oğlunu ona ısmarladı. )ocuk iki yıl çulcunun yanında çalıştı.İki yıl sonra dedi ki, oğlum yarın kürsüye çık, öğüde başla! Babasına da haber gönderildi, bu nasıl olacak diye oğlunun yanına geldi, onu sınamak istedi. "Dedi ki: Nihayet üç keredir söylüyorum, saygılarımı sunuyorum bir konuşma yap!
Şehirde bir velvele yayıldı, halk hayretle koşuştu altı bin sarıklı bilgin çocuğun kürsüsünün çevresine toplandı. Çocuk yedi yüz peygamber hadisi anlattı. Söylediği her hadisi uzmanlardan sordu: Bu peygamber sözü değil mi? Eyvallah öyledir, doğrudur dediler. Çocuk aman Yarabbi, dedi siz bu kadar ilim öğrenmişsiniz, ama körler gibi amel etmişsiniz. Bu söylediklerim hep benim sözlerim idi. Allah, Allah dediler.
Beyit:
Allah vergisinden pay alanlar yabancı görünürler ama
Onların canı Allahsal sırların levhasıdır.
(M. 364) Sofî dedi ki: Bir gün Anberî pabucu önüne koydum. Ansızın parmağım ayağına değdi. Sandım ki kızarmış demir gibi, yeni ateşten çıkmış, işte o ateş yakar. Vesveselerle hayalleri ve hayalle geçinenleri, hayale tapanları yakıp yandırır. Nasıl ki şair şöyle demiş:
Önce damlacıklar, çiy taneleri gördüm  ama
İçinde Samirî ile danası vardı.
Biri dünya adamlarındanşikâyetleniyordu. Allah erleri nazarında dünya oyuncaktır, yalancıdır, ama çocuklara göre oyuncak değil, dosdoğru bir âlemdir. Yaşamak da bir borçtur. Bu gün eğer oyuna ve şakaya geliniyorsan dünya ile oynaşma! Eğer ona dönüyorsan, ye, iç, eğlen ki, onun tadı tuzu ağlamak değil gülmektir.
Dünya hem hazine, hem de yılandır. Bir topluluk hazine ile oynar, başkaları da yılanla. Ama yılanla oynayanlar onun ısırmalarına katlanmalı, çünkü ya kuyruğu ile çarpar, ya kafası ile. Kuyruğu ile çarparsa uyumamalı, tekrar başı ile vurur. Ancak bu yılandan vaz geçmiş olanlar, onun sevgisi ile öğünmezler. Akıl mürşidinin ardından yürürler. Akıl mürşidi, yılanların nazarında zümrüt sayılır. (Zümrüt, yılana karşı koruyucu bir taştır. Saçtığı ışından yılanın gözü kör olur. (Ç.))
Ejderha kılıklı yılan, akıl mürşidinin, kervanın önünde yürüdüğünü görünce arıklasın Düşkün, tembel bir hale gelir. O su içinde bir timsaha döner. Aklın ayakları altında bir köprü gibi olur, zehri şeker olur, dikeni gül olur. Yol kesici iken kılavuz olur. Korku mayası iken güven kaynağı olur. Çünkü akıl usta bir okçudur. O kirişini, yayını kulağına kadar çekebilir. Varlıkların zebunu olan bu cihanın aklını bırak! Bu cihanın aklı, yayı çeker, ama kulağına kadar (M. 365) gergin tutamaz. Bin hile ile ağza kadar götürebilir. Yay kirişini ağızdan kurtarırsan ne işe yarar. Ancak kulaktan fırlatırsan vurabilirsin. Bu ise cihana ait akim sözü ağızdan çıkar.
Beyit
Bir söz ki düşünce yönünden söylenmemiştir.
Yazmaya da konuşmaya da değmez.
Düşünce ne oluyor? önce bakmalıdır ki onlar bizden evvel var mıydılar? Bu işten, bu sözden şükrettiler mi,faydalandılar mı? Yoksa aksini mi yaptılar? Sonra yine bakmalı ki bunun sonu ne olacak? insan önüne arkasına bakmalıdır ki, her iki tarafında da bir duvar, bir engel olmasın.'Dünya sevgisinden bir boşluk bulunmasın. Çünkü, "Senin eşyaya karşı beslediğin sevgi seni kör ve sağır bir hale getirir," demişlerdir.
Dünya sevgisi, din sevgisinden üstün olunca körlük, sağırlık meydana gelir. Kuran'da işaret olunan şu, "önlerinde ve arkalarında duvarlar yarattık," (K. 26/8) anlamındaki âyetin sırrı açıklanır. Meğerse böyle insanlaı tövbe etsinler ve uyansınlar. Dünyâya karşı o azıcık sevgi onun faydasına olur. Ama çevresi çok daralır. Bu çok kere iyi dostlarla sohbet sayesinde elde edilir, iyi dostlarda iyi huylu ve kötü düşünceden uzak olmalıdırlar.
Bir sanat öğrenmelisin ki geçim sebebi olsun. Ne düşkünlük çekiyorsun? Her kim sana dostunun arkasından konuşur, onu kötülerse ister içten söylesin, isterdışından, dostun seni kıskanıyor bile dese bil ki kıskanç odur. Kıskançlıktan coşar, köpürür. NasıL ki biri benden sordu: iblis kimdir? Dedim ki: Ben şu saatte Idris'lik içine dalmışım. Sen de iblis değilsen niçin Idrisliğe dalmıyorsun? (M. 366) Eğer Idris'ten sende bir nişan varsa İblis'den ne korkun olur?
Cebrail kimdi diye soruyorsun, derim ki bu sorun tıpkı namaz kılan bir imamın secde yerine bakmayıp da sağı solu dikiz etmesini gören adamın, bu imamın namazı sağlam olur mu? diye sormasına benzer. Ben derim ki: Her ikisinin de namazı eksik olur. Ama ben imamın namazını soruyorum, dedi. Bunların her ikisi de bir olur mu?
Dedim ki: Biri imamdır, her tarafa bakar, namazda Allah huzurunda olduğunun farkında değildir, öteki ona uymuş olan kimsedir ki, imamın gözünü dikizler. Şüphe yok ki kendini göremez.
Her kim sana falan kişi seni övdü derse ona söyle ki beni öven sensin! Onu bahane ediyorsun! Her kim sana f alan adam sövdü derse ona dersin ki, bana söven sensin, onu bahane ediyorsun. "Sana söven, ancak o sövmeyi sana anlatandır," derler. Bu sözü o söylememiştir, belki de başka mânada söylemiştir dersin. O adam gelirde falan kişi senin için kıskanç dedi derse. Söyle ki: Kıskançlığın iki mânası vardır. Biri insanı cennete götüren kıskançlıktır. Bu, hayır işte başkalarından geri kalmamak için gösterilen kıskançlıktır. Ben niçin fazilette ondan geri kalayım, der. Allah velilerine karşı düşmanlık duygusu besleyenler sanırlar ki onlara kötülük ederler. Bu yanlıştır, belki iyilik ederler.   Onların   gönüllerini   kendilerinden   soğuturlar. Çünkü onlar âlemin gamını çekerler. Bir kimseye karşı bu sevgi ve koruma, bir yük gibidir ki, bu, Kaf dağını onun boynuna ve omuzlarına yükletmek, onu daha da ağırlaştırmak demektir. Yani bir şey yaparlar ki sevgileri daha da artar, o onların daha çok dert'ortağı olur. O zaman kendi (M. 367) sevgilerini ve düşüncelerini unuturlar, işte bu onların canlarına rahatlık getirir.
Bilginin biri bir gün uykudan uyandı. Eşya, kitap her nesi varsa attı. inliyor, ağlıyor ve şövle söylüyordu: Ömrumuzu kadılarla ayrı yaşamak, onlardan kaçınmakla tükettik. Allah kitabını arkamızda bıraktık. Ulu Allah bizden ömrümüzü nelerle tüketmiş olduğumuzu sorunca ne cevap vereceğiz? Gözümüzle ne gördüğümüzü, kulağımızla ne işittiğimizi, kalbimizden ne gibi düşünceler geçirdiğimizi soracaklar...
Bilginin burada Allah kitabı demekten maksadı Kuran değildir. Yol gösteren adam yani Mürşid'dir Allah kitabı odur, âyet odur, sûre odur. O âyet içinde âyetler vardır. Bu açık Kuran'da, bu açık kitapta neler yok... Bu mesele bize bir kaç kere Bağdat'ta kadılık yapan Yahudi'yi hatırlattı. Yahudi hazineler elde etti, yer altında gizli mağaralar yaptırdı. Silâhlı yiğit kişiler bularak pusuya yatırdı. Halifeyi tahtından indirecek, Bağdat'ı kuşatacaktı. Hikâye uzundur:
Halife Yahudi'nin düzenlerini haber aldı. Onu yakalattı. Şu hale göre kadılık mesleği, din bilgisi ve Kuran öyle bir hale getirilmişti ki, bir Yahudi Bağdat kadısı olmuştu. Halbuki o  içinden  bir Yahudi ve bir mahlûktu.  Şimdi anlattık ki seni kurtaracak ancak Allah kuludur. Yoksa o yiyecek ve azık fayda vermez. (Karanlıkta yürüyen şaşırır) Kadir Gecesini geceler arasında gizledikleri gibi Allah erlerini de iddiacılar arasında gizlemişlerdir. Bunların gizlenmiş olması düşkünlüklerinden değil, belki çok açık ve parlak olduklarından dolayı gizlenmişlerdir. Nasıl ki, güneş, yarasa kuşu için gizlidir. Yarasa, güneşin tam karşısına geçer de ondan hiç bir şey anlayamaz. Dünya sevgisi perdesi onu dilsiz ve sağır etmiştir.(M. 368) Çünkü dünya sevgisi canlı ve kudretli olduğu zamanlarda dünyayı çeken bir mıknatıstır. Ama elden bir şey gelmezse ancak sevgilinin hayalini çeker. Sevgilinin hayali de sonunda hoşa gitmeyen bir perde olur. Meğer ki   rahmet yağmış olsun. Nasıl ki Ulu Allah, "Biz Kuran-ı Kadir Gecesinde indirdik" buyurmuştur. Bu sûre kaç âyettir?
Onun on dördüncü gecesi bin aydan daha aydındır. Bu aylar arasında bu gece çok belirli olduğu için gizlenmiştir ki bir gün meydana çıksın ve şu âyette işaret buyurulan, "Yazıklar olsun bana ki Allah yönünde kusurlu düştüm Kuran-ı ve müminleri alay ettim" (Zümer Sûresi, 56) anlamındaki pişmanlık feryadı yükseldiği zaman kendini göstersin. O, ne yönsüz bir yön, ne tarafsız bir taraftır. Zamanı gelmeyince ne yapabilir? Ancak beni tanımayanların bana yaptığını yapar. Ama ben hoşum, nasıl hoş olmayayım ki, şimdiye kadar her kim beni inkâra kalkıştı ise hemen arkasından Allah'a yakın yüz bin melek,  beni gerçeklemiştir. Yine bana hiç kimse bir cefada bulunmadı veya beni kötülemedi kî, Allah hemen arkasından yüz bin türlü okşayışları ile bana o cefaların karşılığını vermiş olmasın.  Beni tanımayanlar beni  inkâr etmedikçe  yüz binlerce gerçek canlarla Allah melekleri de bana görünmez önümde baş eğmezler. Şu anlamdaki peygamber sözü bana çok acayip gelir."Dünya müminin zindanıdır," buyrulmuş. Ama ben hiç zindan görmedim, hep hoşluk, hep yücelik, hep devlet gördüm. Bir kâfir elime su dökse, Allah katında yaptığı iş beğenilmiş ve günahları yarlıganmış olur, ama ben, o mutlu ben ki kendimi boş yere hor ve düşkün gördüm. Acaba niçin yaptım bunu? Nice zaman kendimi tanıyamadım, ama yine de o yüceliği, o ululuğu kendimde buldum. Bu (M. 369) ayakyoluna düşmüş mücevherden kurtulduğumu sanmıştım. Hayır hâşa öyle değil. Şimdi hoşça söylüyorum ki hoşuna gitsin. Elini uzat ki el sıkışalım! Bir Müslüman kardeşle el sıkışırken mırıldandıkça günahlar dökülür. Şimdi sık sık kımıldanmak gerek. Ey Müslümanlar kımıldanın ki, biz de kımıldanalım. Gerek ki, halk arasında söylediğim sözü, irkilmeden senin için söylüyorum gibi bilesin. Senin için söylediğim sözü de kendin için söylediğimi sanmayasın! işte bu anlayış iman kuvvetindendir. Bilsin ki, dost senin için birtakım sözler söylemiştir, anlamaz mısın? Anlarsan tekrar söyle hangisidir? Eğer onu söylemek gerekmez diye korkuyor-san, bil ki sen de karanlık düşünce ile anlayış gücü birbirine karışmıştır. Bu ise seni dosttan ayırmak isteyen bir şeytan şerridir. Bu sana seslenen bir Gulyabani'dir   Seni dosttan ayırır doğru yoldan yaban tarafına   çeker.
O şeytanın sesi, bildiğin kimselerin sesi gibidir, yahut da karları karıştırıp savuran kurt gibi gözleri bağlamak ve yolu kapamak için uğraşır. Diyelim ki, size benden, bana sizden ne getirebilirler? Bununla beraber hiç güvenmemelidir. "Yarlıganmış kimse ile yemek yiyen, şüphe yok ki yarlıganmıştır." Buradaki yemekten maksat ekmek veya azık yemek değil, öteki cihanın yiyeceklerini yemekir. Nasıl ki başı kesilmiş şehitler hakkında, "Onlar rızıklanır-lar, hoşnut ve sevinçlidirler" gibi işaretler vardı r. Kötülükle emredici olan nefsi yenilgiye uğratan kimse bu hayatta da şehit ve gazi olur. Çünkü her kim yarlıganmış bir kimse ile o yiyecekten yerse Allah onu da yarlıgar. Yoksa binlerce ikiyüzlü kişi, binlerce Yahudi Hazreti Muhammed (S.A.) ile yemek yediler. Ama onların inanışlarına göre Hazreti Muhammed (S.A.) Allah yönünden yarlıganmış değildi. Bize göre Hazreti Muhammed'in (S.A.) yarlıganmış olduğuna inanmak, birlikte yedikleri o mânevi gıdayı aynı kâseden yemiş olmakla doğru sayılır, işte ona inanışın karşılığı budur. Sağlam inancın nişanı budur. (Fetih sûresinde, Hazreti Muhammed'in geçmiş ve geçecek günahlarının bağışlanmış olduğu müjdelenmiştir. Bu nükteye işaret edilmektedir. (Ç.))
(M. 3?0) Rahman, (Varlıkları koruyan Allah) Arşın üstüne hâkim oldu," âyetinin tefsire göre mânası bundan başka ne olabilir? Dış mânasını da demişlerdir ki: Arş üstüne kurulmak, onu buyruğu altına almak demektir. Nasıl ki Bişr kılıç vurmadan, kan akıtmadan Irakı buyruğu altına aldı. Bunun gibi örneklerden kelimenin bu anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır. Kuran'ın şu işaretine inanırız, nedenini, niteliğini araştırmadan Allah'ın Arş üzerinde ferman yürüttüğüne olduğu gibi inanırız.
Bu sözden ne anlaşılır? Bu Tâhâ âyetine, tefsirde ne demişlerdir? Buna işin yalnız dış yüzünü bilenlerden başkaları ne mâna vermişlerdir? Hiç şüphe yok ki, bu da Allah'ın Kuran'da, "Mekke halkı görmediler mi ki biz onların şehrini güvenli bir yer kıldık, bu şehir çevresinde olanlar ise öldürülürler, tutsak edilirler. Bundan sonra da düzme şeylere inanır, Allah nimetlerini inkâr ederler mi?" (Ankebut Sûresi, 67) anlamındaki âyette işaret buyurulan nüktelerdendir Gönül evinin dışında kuruntu veren şeytanlar,korkular, tehlikeler vardır.
Nasıl ki, "Görülmez şeytanlarla insan şeytanları halkın yüreklerinde kuruntu verir," (Nas Sûresi, 5) buyuruimuş-tur.
O ateş içine atılan ibrahim'in misalinde olduğu gibi, Hakkın terbiyesi altında, kudretin son mertebesindedir. Nasıl ki Musa Peygamber de düşman elinde büyüdü.
Biri dedi ki: Dünyada yaşamak ahirete gitmekten daha hoştur. Sordum, niçin? Çünkü, dedi, dünyada yaşayan bir topluluğu uyandırır, Allah'ın lütfü ile gönül hoşluğu bulur. Evet ama peygamber Allah'ın lütfunu, onun halkı uyarmasını bilmiyor muydu ki en yüce arkadaş diye buyurdu. Dedi ki: Pazarda öylesine oturmuşsun ki, sanki pazarı yakacaksın! Nihayet, ey bilgisiz adam! dedim aynı yangın içinde yanıyorsun, ama yanmak ona derler ki senden hiç bir eser kalmasın. Allah erenlerinde bir kudret vardır ki belirli ateş içine düşerler de yanmazlar. Onlar gizlenmiş insanlardır.
(M. 371) Kerim Ali, benim için Haricilerdendir, Ali'ye düşmandır diyormuş. Alâeddin de demiş ki, ben ona şöyle cevap verdim: O erkek yapılı Ali'ye düşman olan kimse böyle mi olur? Ama Muhammed'in düşmanı ancak Yahudi'dir. Yahudi ise erkek sayılmaz. Ne dişi, ne de erkektir.
Kerim cömerttir, ama ancak bir şeyini kalenderlerden esirgemez. Ben onun için kendi dostlarımla savaşlar ettim; bu onun hakkında iftiradır dedim. Kıskançlık yüzünden yalan söylüyorlar. Müminler Başbuğu Ömer, (Allah ondan razı olsun) bu kadar yakın bir suç ile hükmetmedi. Onun hakkında bir şey söylemedi. Ben onun yolunda bu kadar savaşlar ettim. O bana böyle karşılık verdi. Benim üstatlık hakkıma karşı sanmayın ki önümde diz çöker. Bu kadar sıkıntı çekiyorum. Onu yetiştirmek için uğraşıyorum ama bakıyorum ki ondan daha kör kimse yok. Nihayet aciz kaldım diyordu, henüz bizim sözlerimizden içlenerek feryat ediyordu. Bundan sonra ona doğrusunu söyledim. Başını önüne eğdi. Edepsizlik ettimse pabuçlarını çıkar, başıma yüz pabuç vur, dedi. Şimdi onu önüme alayım, kendi isteğiyle tam yüz pabuç vurayım. Bir tek bile noksan bırakmayayım.
Kıta:
Bir ülke senin için sıkıntı konusu,  bir topluluk hep sana bakmada
Bu devlet isidlr. bu gün kimin eline geçer.
Yabancı Din, tanıdık bir tek olsa
Dostun belâ oku, sana işte o tanıdığın elinden değer.
Bir alay öğrencilerim vardı, onlara sevgi ve öğüt verme yolu ile ağır sözler söylüyordum. O zaman biz onun çocuklarıyız. O size sövmüyor, ama belki de sevdalıdır diyorlardı. Benim de onlara karşı beslediğim sevgi azalıyordu. (M. 372) Çok kuvvetli bir ihtimalle. Allah'ın has kulları onlardı. Çünkü kerametleri gizlidir. Herkese açıklanmaz nasıl ki onlar da gizlenmişlerdi. Bazı şeyler var ki, söyleyemem. Bunların üçte birini söylesem işi büyütür, falan adam hep lütuftur, safi lütuftur, derler. Sanırlar ki, kemal mertebesi hep lütuf halinde olmaktır. Halbuki iş öyle değildir. Hep lütuftan ibaret olan kimse eksiktir. Hattâ Allah hakkında da safî lütuftur demek yaraşmaz. Çünkü ondan kahir sıfatını kaldırmış olursun. Belki hem lütuf gerektir hem kahir, işte bu sıfatlar tam yerli yerinde olmalı. Bilgisizler için kahir de, lütuf da lâzımdır. Ancak yersiz, yolsuz olmamalı.
Falan kişi demişti ki: Düşmanlara karşı kahir, dostlara karşı lütuf herkeste de vardır. Ama herkes, dostunu, düşmanını tanıyamaz. Eğer her insan dostunu tanıyabilseydi, Ulu Allah, "Sizin ve benim düşmanlarımızı dost edinmeyin. Onların gönlüne sevgi bırakırsınız." (Mümtahine Sûresi, 1) buyurmazdı ve yine ayrıca, "Şüphesiz eşleriniz ve oğullarınız sizin düşmanlarınızda, onlardan sakınınız." (Teğabün Sûresi, 14) Daha sonra, "Dikkat edin ki, siz onları seversiniz, ama onlar sizi sevmezler." (aıi Imran Sûresi, 119) buyurmazdı. (Yukarıda sözü geçen âyetler Mekke'den Medine'ye göç ederken mücahidlere engel olmak isteyen aileleri ile Islâmın ilk zamanındaki ikiyüzlülerin şüpheli durumları ve ihanetleri dolayısıyle nazil olmuş, Peygamberi dikkatli bulundurmak için vahy olunmuştur. Şems buna telmih etmek istiyor. (Ç.)).
"Nasıl ki yüce Peygamberde şöyle buyurmuştur:
Dostunu aşırılıktan uzak olarak sev. Bir gün ona kin besleyeceğini hesaba kat! Düşmanına da çok ağır ve sert davranma, ola ki günün birinde dost olursunuz!" Yine Ulu Allah Peygamberine, "Ola ki Allah onlarla (Mekkelilerle) aranızdaki düşmanlığı dostluğa çevirir," (Mümtahine Sûresi, 7) buyurmuştur.
Şiir:
Dost ile düşmanı ayırmak yolunu buseydin,
Hayatı iki kere yaşamış olurdun.
Dost görünen düşmanlar çoktur.
Sana dert ortağı olacak dost yaraşır.
(M. 373) ikinci defa yaşamak o kimseye yaraşır ki, ilk benliğinden kurtulamamış, ikinci benliğini bulamamıştır. Ancak ikinci hayatı bulan kimse,"Biz onu güzel bir hayat ile yaşatacağız," (Nahil Sûresi, 97) yolundaki vaid ile müjde-lenmiştir. O Allah nuru ile görür, dostunu tanır, düşmanını tanır; kahri, kahir yerinde.lütfu da lütuf yerinde olur. Onun kahri de lütfuna yaraşır. Her ne kadar gerçekte her ikisi de tekrarlanır ama er gerektir ki böyle bir topluluğu ve böyle bir ümmeti yola getirmek için Hazreti Muhammed (S.A.) ve Hazreti Ali gibi kılıç çalabilsin.
Bir gün Hazreti Muhammed (S.A.) dostlarından ayrı ayrı sordu. Eğilimleri barışa mı, yoksa savaşa mı, yani barış yolu ile lütfa mı, yoksa savaş yolu ile kahre mi yönelmiştir diye sınamak istedi. Çünkü barış isteği ya kötü düşünceden, can sevgisinden başını kurtarmak arzusundan ileri gelir yahut da iyilik sevgisinden, kerem sabır ve cefaya katlanmak gibi insanlık ve kahramanlık duygularına dayanır.
Ebubekir'in eğilimini anladı ki, o kılıç çalma taraflısı değil, merhamet ve yumuşaklık yönünden her birinden Hazreti Muhammed'in (S.A.) huylarından bir huy vardı. Onlara ayrı ayrı sordu: Eğer benden sonra Halife olursanız ne yaparsınız?
Ömer'den sordu, ben adalet gösteririm, dedi. insafı ancak bunda bulurum. Doğru söylüyorsun buyurdular. Zaten senden adalet yağıyor.
Hazreti Ömer, bir zina suçunun cezasını vermek için oğlunu sopa ile öldürdü. Ümmet arasında bozgunculuk olmasın diye bu şiddeti gösterdi. Sonra (M. 374) Hazreti Muhammed'e düşmanlık ettiği için kendi babasını öldürdü. Ebubekir'den sordu, sen ne yaparsın? Benim elimden gelirse, herkesten gizlenir, kimseye görünmeden kendi âlemimde kalmak isterim. Hazreti Peygamber doğru söylüyorsun buyurdu. Bu eğilim sende açıkça belirmektedir. O Büyük Bilgin (Yukarıda sözü geçen büyük bilgin, Mevlâna'nın büyük oğlu Sultan Veled'dir. Babasının emriyle Şems'i ikinci defa Şam'dan Konya'ya getirirken atının başını çekmiş, kendisi yaya yürümüştü. (645 Muharrem ayı, 1247 Milâdî) (Ç.)) bu kadar bilgi ve yetkisi ile beraber Şeyhin atının dizginini tutmuş önünde yürüyordu. Yolda her an kafasında şüpheler dolaşır, zaman zaman şeyhe olan inancı bozulurdu, Kendi kendine: Falan şeyh yanına geldi, selâm verdi ona hiç aldırış etmedi, halbuki arkasından başka bir delikanlı geldi, selâmladı onun selâmını aldı. Delikanlıya çok alçakgönüllülük ve iltifat gösterdi. Nasıl inanayım bu adama, diye düşünürken tekrar tövbe eder, kendine gelir, dizginlere yapışırdı. Şeyhin kendisinden yüz çevirmesinden korkardı. Böylece bir saat Müslüman, bir saat kâfir olarak da şeyhin evinin kapısına kadar dizginler omuzunda geldi, ikinci günü de böylece kendi kendine lahavle okuyarak şeyhin ziyaretine gitti ve bu suretle şeytanın gözünü kör etti.
Şeyhin evinin kapısının önüne gelince gördü ki, Reisin genç oğlu ile satranç oynuyor, inancı yine sarsıldı.
Bir gece Hazreti Mustafa'yı (S.A.) rüyasında gördü, istedi ki, koşsun da onu ziyaret etsin. Hazreti Peygamber (S.A.) yüzünü öte tarafa çevirdi. Bunun üzerine feryada başladı. Ey Allah elçisi dedi, benden yüz çevirme! Hazreti Peygamber (S.A.) buyurdu ki bizi daha ne kadar inkâr edeceksin? Bizi daha ne zamana kadar gerçeklemeyeceksin? Ey Allah elçisi, dedi, seni mi inkâr ettim? Ama sen dostumuzu inkâr ediyorsun, buyurdular. (M. 375) Yüzüstü düştü, ağladı, tövbe etti. Hazreti Muhammed (S.A.) kucağına bir avuç kuru üzüm ve fındık koydu. Bu halde uykudan uyandı.
Koşup geldiği zaman Şeyhin  henüz oğlanla satranç oynamakta olduğunu gördü. Eteğinde kuru üzüm vardı. Tekrar inancı sarsıldı, hemen geri dönmek istedi. Şeyh bağırarak: Daha ne zamana kadar? dedi. Bari Allah Peygamberinden utan! Bu sefer koşarak Şeyhin ayapına kapandı. Şeyh, o tabakları getirin diye seslendi. Gördü ki, o kuru üzümle fındık tabakların içinde yalnız bir avuç kuru üzümün yeri boş. Şeyh ona, o bir avuç kuru üzümü şu tabağa koy ki, Hazreti Mustafa (Ş.A.) onu bu tabaktan almıştı dedi.
Şu saatte bir topluluk Padişaha giderek (Bizim için) o, mubahçıdır, her şeyi hoş gören bir adamdır, onun dini ve hali nasıldır bilinmez, derler. Bir hafta sıcağa gider, geceli gündüzlü orada kalır. Bir ayağını genç bir çocuğun, öteki ayağını Reis oğlunun yanına uzatır. Önlerinde ateş mangalı hep kebap pişirirler. Bir şeftali bir çocuktan, bir şeftali de ötekinden alır. Başka ne kaldı ki?
Atabey geldi, hamam penceresinden baktı, gördü. Çarçabuk geri dönmek istedi. Şeyh bağırdı: Ey Türk oğlu, dedi, iyice bak da ondan sonra git! Ayağını çocuğun yanından kaldırdı, ateş dolu kangala soktu. Atabey bir kaç kere elini başına vurarak uzaklaştı. Daha neler demediler ki: Minbere çıkar, onun okuduğu tevhid şu anlamdaki şiirden ibarettir:
Şiir:
O sevgili ki derneğimizin güzelliği ve süsüdür,
Şimdi meclisimizde yok, bilmem nerelerde?
O yüce bir servidir, dimdik bir boyu vardır.
Onun boyunu görmeden bizim kıyametimiz kopmasın.
(M. 376) Bu mısraları söyledi ve dedi ki: O delikanlı gelmedikçe konuşma yapmayacağım. Reis emir verdi, çocuğu buraya getirin dedi. Hamamda başına kil sürmüştü. Hemen başına su döktü ve dışarı çıktı, vaiz meclisinde hazır oldu. Kürsünün dibinde oturdu. O zaman konuşmaya başladı. O gün dedi ki: Sana bu göz ağrısı bir safa vermiştir. Bir kere daha söz almak ve susturmak istedim, ama içim pek yanıktı.
Dedim ki: Şimdi tekrar hayretle görüyorum ki, zevk sahibi olan kimseye zevk yüz gösterince sözü bağlamak istemez, şüphe yok ki söz sırası bende kaldı. Çabuk kalktım, ben de bir başkasını buldum ki hiç bir şeyden anlamaz. Onunla çok konuştum. Şaşırdı, bocaladı. Simdi dost ile, sevgili ile birlikte iken nasıl sabredebilirim, yabancılarla birlikte olmaya nasıl sabredebilirim? Önce sana karşı çok sevgim vardı. Ancak görüyordum ki, o vakit sözün başlangıcında bu işaretlerden anlayacak olgunlukta değildim. Bunları o zaman söyleseydim anlamaya güç yetiremezdim! O zaman ve bu saatte ağzımızı kapamıştık. Çünkü o sıralarda sende bu hal yoktu ki, bunları söyleyebileyim.
Ali benim için bir cemaatin Bidat'çi dediğini söylüyordu. Bidatçidir dedikleri doğrudur, dedim. Çünkü bir aralık namazda onların dış görüşlerine göre ağır davranıyordum, bundan dolayı bana böyle söylüyorlar...
SON
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Sorular ve cevaplar kodu namaz vakitleri

[DİNİ KODLAR] SİTENİZE NAMAZ VAKTİ kupraslıyız

 

SAAT

Şifrenizi girin
Kullanıcı:
Parola:


Web'te Türkçe

 
K

mario oyunları
=0
  MEMURLAR HABERLERİ
TAKVİM
  VATANDAŞLIK KİMLİK SORGULAMA
kimlik sorgulama

---------------

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!

Mehmet Akif Ersoy



---------------

Bugün 56666 ziyaretçikişi burdaydı!
sayaç
47911.tr.gg html kod siteleri

Klip Kodları-1Klip Kodları-2Klip Kodları-3Türk Mutfağı KoduYemek Tarifleri Kodu Yemek Tarifleri Kodu-2Peygamberler Tarihi-1Peygamberler Tarihi-2Ders izle Kodları-1Ders Kodları-2Burç Kodları-1Burç Kodları-2Padişahlar KoduSağlık KodlarıCanlı Tv KodlarıSitenize Tv KodlarıNostalji Tv KodlarıPlazma Tv KodlarıOnline Radyo KoduRüya Tabirleri KoduK.Sunal Resim KoduPara KodlarıBilgisayar Dersleri KoduKutsal Emanetler KoduHaber Arşivi KoduSondakika Haber KoduNamaz Vakitleri Koduİl il İmsakiye KoduWebmaster KodlarıTrt Kanalları KoduGünlük Gazeteler KoduKur'an Dersleri Koduİl İl Türkiye KoduResimli Şiir KodlarıŞiir Dinle KoduŞiir Dinle Kodu-2Kur'an Dersleri Koduİl İl Türkiye KoduOnline Oyun KoduE-Devlet KoduTv'de Bugün KoduGazete Oku KoduAtatürk Resim KodlarıGünlük Burç KoduLink Arşiv Kodları
WEBMASTER KODLARI========----==============--======[sitene ekle]
html kod şifreleri
WEBMASTER KODLARI-------------------------------------------------------------------sitene ekle
Klip Kodları-1
Klip Kodları-2
Klip Kodları-3
Türk Mutfağı Kodu
Yemek Tarifleri Kodu
Yemek Tarifleri Kodu-2
Peygamberler Tarihi-1
Peygamberler Tarihi-2
Ders izle Kodları-1
Ders Kodları-2
Burç Kodları-1
Burç Kodları-2
Padişahlar Kodu
Sağlık Kodları
Canlı Tv Kodları
Sitenize Tv Kodları
Nostalji Tv Kodları
Plazma Tv Kodları
Online Radyo Kodu
Rüya Tabirleri Kodu
K.Sunal Resim Kodu
Para Kodları
Bilgisayar Dersleri Kodu
Kutsal Emanetler Kodu
Haber Arşivi Kodu
Sondakika Haber Kodu
Namaz Vakitleri Kodu
İl il İmsakiye Kodu
Webmaster Kodları
Trt Kanalları Kodu
Günlük Gazeteler Kodu
Kur'an Dersleri Kodu
İl İl Türkiye Kodu
Resimli Şiir Kodları
Şiir Dinle Kodu
Şiir Dinle Kodu-2
Kur'an Dersleri Kodu
İl İl Türkiye Kodu
Online Oyun Kodu
E-Devlet Kodu
Tv'de Bugün Kodu
Gazete Oku Kodu
Atatürk Resim Kodları
Günlük Burç Kodu
Link Arşiv Kodları








GEZ VE BUL

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol