|
|
|
|
|
 |
|
 |
MEVLANA CELALEDDİN RÛMÎ HAZRETLERİ (R.A.) İLAHİ AŞK
M.Fethullah Gülen 12.09.2007
Sesi-soluğu, vâridâtı, aşk u heyecanı ve insanlığa vadettikleriyle çağları aşan öyle yüce kametler vardır ki, üzerlerinden asırlar ve asırlar geçse de onlar hep taze ve canlıdırlar. Zaman onları eskitemez, hâdiseler onlara renk attıramaz ve muhalif rüzgârlar onları asla solduramaz. Onlar, yüzlerce-binlerce yıl önce yaşamış olsalar da, her zaman ter ü taze ve yepyenidirler; yepyenidirler düşünceleri, tespitleri, beyanları, ruhlara sundukları mesajları ve değişik içtimaî problemler karşısında ortaya koydukları alternatif çözüm ve reçeteleriyle Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî hazretleri de işte bu aşkınlardan biri. Üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen o, bugün bile bizi duyuyor, dinliyor, hislerimizi paylaşıyor ve problemlerimize çareler sunuyor gibi bir aşkınlığın sesi-soluğu durumunda. O, geçmişte yaşamış biri; ama yedi asır sonra dahi hâlâ içimizde dipdiri.. ziyasını Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelü't-tehâyâ)'dan alan ve günümüze kadar değişik dalga boyundaki tayflar hâlinde her yana yayan bir nur adam.. evliyâ, asfiyâ çerçevesinde seçilmişlerden bir seçilmiş ve aşk u muhabbet kahramanları arasında sözleri mîr-i livâ bir kutlu.. ölü ruhlara hayat üfleyen bir israfil sûru.. nefesi, çoraklaşmış gönüllerin âb-ı hayatı, yoldakilerin nuru ve tam bir Peygamber vârisi. Hazreti Mevlânâ, hep Allah'a koşmuş ve başkalarını da koşturmuş bir hak eri.. her zaman aşk u şevk ile coşmuş ve çevresine sevgi meşk ederek onları da coşturmuş dengeli bir cezbe insanı.. mârifeti, muhabbeti ve aşk u şevki yanında aynı zamanda tam bir mehâfet ve mehâbet kahramanı.. herkesi Hakk'a ve o kutlu sona çağıran bülend-âvâz bir münâdi.. rızası, Hak rızasının eseri ve aşk u iştiyakı da Hak teveccühünün tezahürü bir üstad-ı câmi idi. Çağına seslendiği aynı anda o Muhammedî ses ve nefesini asırlar ötesine de duyurabilmiş; kendi çağının talihlilerini tenbih etmenin yanında günümüzün insanlarını da uyarmasını bilmiş büyülü bir nefestir. Allah onu önemli bir hizmette istihdam ediyordu ve bu önemli misyonuna göre de, içi ve dışı itibarıyla fevkalâde bir donanımla şereflendirmişti: kalbi envâr-ı ilâhiye ile pürnur, özü hikmet cevherleriyle ışıktan bir fağfur, sırrı esrâr-ı lâhutla mâmur, basireti de ziya-yı hâssla münevver idi. Bu ufkuyla Hazreti Rûmî, kendi çağında irşad dairesinin merkez noktasında âdeta bir Kutup Yıldızı, feyiz kaynağı olan Hakikat-i Ahmediye'nin ziyası sayesinde binlercenin-yüzbinlercenin şem'ine pervane oldukları bir vilâyet çerağı, insanî kemalâta yürüyenlerin yanıltmaz pişdârı, Kur'an hakikatlerinin müdakkik bir müfessiri, Muhammed'in (sav) aşk u şevkinin coşkun bir tercümanı ve herkese Allah'ı sevdirmenin de büyülü bir lisanıydı. Onun atmosferine girenler sonsuz huzura erer, onun ufkundan Kur'an'a bakanlar asr-ı saadeti görmüş gibi birdenbire başkalaşır, etrafındaki gürûh-u encüme Hak âyâtını tefsir ederken bütün sineler aydınlanır, o 'Allah' derken âdeta gökler deliniverir de semanın esrarı arza boşalıyor gibi olurdu. O, Cenâb-ı Hakk'ı delice seviyordu ve ufkunda hiç dinmeyen bir inilti vardı gece-gündüz. Halvette-celvette, her zaman ayrı ayrı muhabbet ve aşk u iştiyak fasılları yaşıyordu. Bütün bütün mâsivâdan tecerrüt edip kendini gönlündeki aşk u vuslatın gel-gitlerine salınca tamamen bir ateş topuna dönüyordu. içten içe ocaklar gibi yanıyor, ama asla gam izhar etmiyordu. Yanmayı aşkın gereği görüyor, âh u vah etmemeyi de vefa töresi sayıyordu. Ona göre, 'seviyorum' diyenler cayır cayır yanmalı ve bunu da maiyyet ve kurbetin bedeli saymalıydılar. Az yemeli, az içmeli, az uyumalı, konuşacakları zaman da sadece O'ndan söz açmalı ve hep 'hayret' yaşamalıydılar. O, 'Sevenin nasıl uyuduğuna şaşılır; evet, sevene uyumak haramdır.' derdi. Bir keresinde, (Cenab-ı Hakk'ın, Hazreti Davud'a hitaben:) 'Ey Davud! Kendini uykuya salıp beni düşünmeyen, sonra da aşk iddiasında bulunan yalan söylemiş olur.' sözünü naklettikten sonra 'Karanlık basınca aşıklar delirir-delirmeli.' demiş ve hep dediği gibi davranmıştı. İşte Divan-ı Kebîr'de onun mağmalar gibi köpürüp duran his ve heyecan ummanından sadece birkaç damla: 'Elsiz-ayaksız kalmış zavallı gönlümde O'nun aşkına direnecek güç kalmadığı için mecnun gibiyim. Her gün, her gece beni bağlayan aşk zincirinin ucunu geveleyip duruyorum. Sevgilinin hayâli gelip belirince kanlar içinde kalıyorum. Ben kendimde olmadığım için O'nu gönül kanıyla boyarım diye korkuyorum. Aslında Sen, her zaman aşk ateşiyle yanıp yakılan bu âşığın gecelerini perilerden sormalısın.. Herkes gidip uyudu; gönlünü O'na kaptırmış olan ben ise uyku nedir bilmiyorum. Bütün gece gözlerim göklerde yıldız saymakta; O'nun aşkı uykumu öyle bir alıp götürdü ki, bir daha geri geleceğini sanmıyorum...' Eğer O'nun aşk u heyecanı ve vecd ü hafakanlarının özü sayılan şiir divanlarının ruhu sıkılacak olsa, ondan hep böyle aşk u iştiyak ağlamaları, vuslat ve ümit nağmeleri dökülecektir. Mevlânâ bir ömür boyu sevmiş, sevildiği inancıyla oturup kalkmış, hep O'na karşı olan aşk u alâkasını dillendirmiştir. O, bu engin aşk u alâkasını her seslendirişinde de O'na yalnız yürümemiştir; kendini dinleme bahtiyarlığına ermiş-çevresini de alıp beraber götürmüştür. Evet o, kendisine sunulan semavî ziyafet sofralarından, o ışık hâlesi içinde bulunanlara da kâse kâse sunmayı âdeta bir vefa borcu bilmiştir. İşte ona ait bir semavî yolculuk sergüzeştinden etrafa akseden bir kaç müteşâbih nağme: 'Aşk burakı aklımı da gönlümü de aldı götürdü. Nereye götürdüğünü bana sorma. Aklımı da gönlümü de alıp ötelere götürdü. Yürüyüp öyle bir revaka ulaştım ki, orada ne ay var ne de gün; öyle bir dünyaya eriştim ki, orada dünya da dünya olmaktan çıkmış' Bu seyahat, mirac-ı Ahmediye'nin gölgesinde öyle bir uruc ve bir semavî yolculuk ki, Süleyman Çelebi ifadesiyle, 'Ne mekân var ânda ne arz u semâ.' Görüp duydukları, bakıp temâşâ ettikleri gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akl u fikrin kavrayamadığı özel iltifat tecellileriydi ve bunlar herkese de müyesser değildi. O, gitti, gördü, tattı ve bir fâninin bilebileceği çerçevede bilinebilecek her şeyi bildi. Görmeyenler bilemez, tatmayanlar duyamaz; duyanlar da çok kez sır vermez, sır verseler de onu herkes ihâta edemez. Gâlib'in ifadesiyle: "Bir şu'lesi var ki şem'-i Canan'ın
Fânûsuna sığmaz âsumanın" Mevlânâ'nın bütün bir varlığa karşı duyduğu muhabbet, alâka ve insanlarla münasebetlerindeki sıcaklık, ondaki o derinlerden derin ilâhî aşkın bir izdüşümüydü. Fıtratı sermest-i câm-ı aşk olan Hazreti Pir her şeyi sevmiş, topyekün varlığı muhabbetle kucaklamış, her nesne ile bir çeşit diyaloğa geçmişti ki; bütün bunlar, onun Allah'a karşı o derin aşk u alâkasının yansımasından başka bir şey değildir. Bu perişan ve bulanık anlatımın onu ifade etmekten uzak olduğunun farkındayım. Bu da benim onunla bir münasebet arayışıma verilmeli. Yoksa nerede damla, nerede deryayı tavsif; nerede zerre, nerede güneşi ifade.!? Varsın öyle olsun; birkaç cümle ile de olsa, ışığının şu fâni dünyaya düşmesi itibarıyla, yeniden bir kere daha 'Celâleddin er-Rûmî' demek istiyorum: Hazret, Asya kıt'asında iç içe içtimaî, siyasî ve askerî bunalımların yaşandığı 1207 yılında Belh bölgesinde hayata gözlerini açtı. Babası, şeyh Muhammed Bahâüddin es-Sıddîkî ki, Hazreti Ebû Bekir'in onuncu derecede torunuydu. Merhum Tâhiru'l-Mevlevî'ye göre, vâlide-i mükerremeleri de Efendimiz'in soyundan ayrı bir şecere-i mübarekenin meyvesiydi. Baba, bulunduğu bölgede 'Sultanu'l-Ulemâ' unvanıyla yâdedilen bir Peygamber vârisi ve bir hakikat eriydi. Pek çok hak dostu gibi o da doğup büyüdüğü yerde hazmedilememiş, hatta hırpalanmış ve bir manâda göçe zorlanmıştı. Bu itibarla da, maskat-ı re'si olan Harzemlilerin ülkesinden ayrılmış.. upuzun bir müsâferet ve ikamet fasılları yaşamış: Hicaz'a uğramış, bir miktar şam'da ikamet etmiş, bir hayli sulehânın yanında Muhyiddin ibn Arabî gibi mümtaz şahsiyetlerle görüşmüş, görüşmüş ve feyiz alıp feyiz vermiş.. ve kendiyle beraber dünyevî yaşı itibarıyla henüz altı-yedi yaşına yeni basmış bulunan büyük ruhlu küçük Mevlânâ da zatına has o derin tecessüs ve tefahhus hisleriyle gördüklerini gayet net fotoğraflamış, çevresini iyi okumuş, bilhassa Hazreti Muhyiddin'in esrarlı dünyasına -tabiî yaşının müsaadesi ölçüsünde- nüfuz ederek onun sohbetiyle ayrı bir insibağ yaşamış; ondan iltifat görmüş ve teveccühlerine mazhar olmuş.. böylece oldukça sıkıntılı fakat değişik mevhibe ve vâridlere açık hedefi meçhul bu bereketli hicrette Hazreti ibrahim, Hazreti Musa ve Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhim salavâtullahi ve selâmuhu mile'l-arzi ve mile's-semâ) gibi hep bereket bulmuş, hep lütuf görmüş ve kazâya rıza sayesinde adı konmamış ihsanlara mazhar olmuştur. Yollar bu kutlu aileyi alıp Erzincan'a götürmüş, kader onları Karaman'a çekmiş. Bir miktar 'Halâveye' medresesinde talebelik.. bir süre şam-Halep medreselerinde ulûm-i islâmiye tahsili.. ve tekmîl-i nüsahtan sonra yeni ana ocağı sayılan Konya'ya avdet.. bir süre sonra Hoca şemseddin Semerkandî'nin semere-i mübarekesi Gevher Hatun'la izdivaç.. ardından da muhterem peder Sultanu'l-Ulemâ'nın Allah'a yürümesi.. ve Seyyid Burhaneddin Tirmizî'nin nezaretinde uzun bir seyr u sülûk-i rûhânî.. derken birkaç sene sonra Rüknüddin Zerkûbî'nin işaretiyle Konya'ya gelen şems-i Tebrizî ile buluşma ve yeni bir derinliğe açılma.. ve sonunda bütün dünyada kendi enginliğiyle tanınan Koca Mevlânâ. Aslında bunlar, meâliye açık üstün istîdat bir nâdire-i fıtratın hayatını tarassut adına ortaya koymaya çalıştığımız birkaç küçük menfez ve uhrevîliğe kilitli Muhammedî ruhun önemli temsilcilerinden birinin hayat-ı seniyyelerinden sadece üç-beş kare..! Mevlânâ mı şems'in ufkunu açtı, şems mi Mevlânâ'yı alıp ötelere götürdü ve kim kimi hakikatü'l-hakayık'a, aşk u şevk zirvesine, Hazreti Matlub u Mahbub'a yönlendirdi?.. gibi soru ve münakaşalarla o pak ve müstesna insanların sergüzeşt-i hayatlarıyla alâkalı mülâhazaları bulandırmak istemem vesselâm.. ve zaten bu tür konular bizim gibi düz insanları da aşar; ama kim bilir, belki de şöyle demek daha uygun olur: Bir dönemde iki müstait ve donanımlı ruh bir araya gelmiş, iki derya gibi birbirine boşalmış; ferden ferdâ zor ulaşılabilecek zirvelere, iştirak-ı mevâhib ve vâridatla birdenbire ulaşıvermiş; mârifet, muhabbet ve aşk u şevk şâhikalarına otağlarını kurmuş, kendi çağlarını aydınlattıkları gibi günümüze kadar da bütün asırlara o 'menhelü'l-azbi'l-mevrûd'dan aldıkları feyizleri ifâza ederek birer 'yâd-ı cemil' olarak zikredilegelmişlerdir. Şunu da hemen belirtmeliyim ki, Hazreti Mevlânâ, başta peder-i muhteremleri Sultanu'l-Ulemâ olmak üzere, pek çok feyiz kaynağından istifade etmiş, seleflerinin büyük çoğunluğunu geride bırakmış ve ummanlar gibi köpüren aşk u şevkiyle her zaman Allah'a yakın durmanın yanında hep insanların içinde olmuş ve kendini asla onların üstünde görmemiş; hayat-ı seniyyelerinde bizzat, ötelere yürüdükten sonra da eserleriyle Hazreti Sultanü'l-Enbiyâ'nın rûhânî hayatlarının vesâyetinde bir 'kutbu'l-irşad' vazifesi görmüş; çok geniş alanlı, geniş zamanlı tesiri olan ender simalardan biridir. Hazreti Pir'in, sofiler arasında bilinen şekliyle müridliği, dervişliği, postnişinliği ve şeyhliği söz konusu değildir. O, temel unsurları Kitap, Sünnet ve selef-i salihin olan irşadla alâkalı şahsî içtihatlarıyla, tecdid televvünlü yeni bir yöntem geliştirmiş; farklı bir ses ve solukla hem çağının insanlarını, hem de daha sonrakileri yepyeni bir mâide-i semâviyede buluşturmuştur. O, Allah'la münasebetlerinde bir aşk u iştiyak insanıdır; Allah'tan ötürü kendisine teveccüh edenler karşısında da bir muhabbetullah sâkisidir; evet eğer onun, Divan-ı eş'âr'ının ruhu sıkılıp sağılacak olsa gökteki sıkışmış bulutlardan rahmet boşaldığı gibi ondan da muhabbetullah ve muhabbet-i Resûlullah sağnakları boşalacaktır. Onun ruhundan fışkıran ve Hüsamettin Çelebi vasıtasıyla kitaplaştırılan en câmi ve büyük ölçüde de didaktik eseri 'Mesnevî', bu yüksek aşk u muhabbet tufanının tenezzül dalga boyunda ve bizim de özünü duyabileceğimiz bir şaheser; 'Divan-ı Kebîr' ise, Hazret'in kametine göre bir aşk u iştiyak tufanı mesabesindedir. Mesnevî'de duygular, düşünceler muhakemelerimizi ezip geçmeyecek şekilde, idraklerimizi aşmayan âli bir üslûpla işlenmiştir. Divan-ı Kebîr'e gelince, onda her şey mağmaların feverânı mahiyetindedir ve herkesin yudumlayacağı türden de değildir. Dikkatle bakıldığında, bu kitab-ı celîlü'l-kadr'de fevkalâde bir derinlikle 'fenafillâh-bekabillâh-maallah' mülâhazalarına bağlı dışa vuran olabildiğine engin maverâî bir heyecan feverânı müşahede edilmektedir. Onun Divan'ındaki bu feverânı görebilenler kendilerini yanardağları hatırlatan bir aşk u vecd tufanı içinde bulurlar ve dehşetle ürperirler. Hazret'in herkese açık olmayan bu tür eş'ârında, aklın hudutlarının aşıldığı, insanî normların üstüne çıkıldığı, melekûtî keyfiyâtın mülkî elvân ve eşkâli gölgelediği görülür. Hazreti Mevlânâ, medreseden tekyeye, tekyeden çilehanelere bütün feyiz kaynaklarından beslene beslene olgunlaşmış.. Hakk'a vasıl olmuş.. kendi sistemi içinde semâvîleşmiş ve vilâyet semâsında bir kutup yıldızı gibi âdeta kendi etrafında dönen bir mâh-ı mücellâdır. Evet o, bulunması gerekli olan yere ulaşmış ve durması icap eden yerde de durmayı başarmış bir babayiğittir. Gördüklerini iyi okumuş, duyduklarını yerinde değerlendirmiş; Hakk'a teveccühünde asla kusur etmemiş ve ötelerden esip gelen vâridlerin, mevhibelerin bir zerresini dahi zayi etmemiştir. Zayi etmemiş ve pek çok selefi gibi bu ilâhî atiyyeleri şiir diliyle seslendirmiş, baş döndüren söz hevenkleriyle ortaya koymuştur. O, bu zebercedden büyülü kelimelerle hem kendi aşk u heyecan hummasını dillendirmiş, hem de şiirin köşe-bucak müphemleri içinde, yârâna açık, ağyâra kapalı müteşâbihâtını ifade etme üstadlığını ortaya koymuştur. Onun, ister herkese açık sözleri, ister müteşâbihâtı -bunlar arasında çok az dahi olsa başkaları tarafından o inci dizileri içine karıştırılmış kalp sözler de bulunabilir- kendi ufkunun sesi-soluğudur, başka divitle, kalemle tanışıklığı olmamıştır; onlar, herkesi tesir altına alacak kadar da sıcak mı sıcak ve tamamen onun gönlünün nağmeleridir. Hazreti Mevlânâ, tabiatı itibarıyla olabildiğine ince, fevkalâde narin, bir anneden daha şefkatli; sözün özü kendi asrında Muhammedî Ruh'un (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) izdüşümü bir müstesna varlıktı. Onun bu hususiyetlerini Mesnevî'sinde, Divan-ı Kebîr'inde, başkalarına yazdıkları mektuplarında, ailevî münasebetlerinde, dostlarına karşı özel davranışlarında görüp şahit olanlar, tam bir Peygamber vârisiyle karşılaşmanın heyecanıyla ürperir, kendi kendilerine 'Zâlike fazlu'llahi yü'tîhi men yeşâ" diye mırıldanır ve hayranlıkla iki büklüm olurlar. O, hayatında çok hoyrat muamelelere maruz kalmış, çok incitilmiş; ama hiçbir zaman kaba davranmamış ve kimseyi rencide etmemişti. Hakk'a ait mevhibeleri haykırırken her zaman gürül gürül ve fütursuzdu; ancak, sair ahvâli itibarıyla hep mütevazı, mahviyet içinde, yüzü yerde ve herkesi şefkatle kucaklamaya hazır bulunurdu. Bencillik, iddia, çalım ve huşunet... gibi mesâvi-i ahlâktan sayılan kötü huylar hiçbir zaman onun atmosferinde ikamete fırsat bulamamışlardı. Fitilini ondan tutuşturduğu arkadaşı diyeceğimiz Hazreti şems-i Tebrizî'yi üstadı gibi görür ve saygılı davranır.. müridi ve halifesi Salâhaddin Zerkûb'a 'şeyhim, efendim, sultanım...' diye hitap eder.. Hüsamettin Çelebi'yi tazimle anar ve aile efradına karşı da âdeta ehl-i beyt muamelesinde bulunurdu. Meclisi, Peygamber meclisi gibi herkese açıktı ve en uzaktakilere bile öyle yakın dururdu ki, can alıcı hasım ruhlar dahi ellerinde olmayarak kendilerini birden onun şefkatli kucağına salıverirlerdi. Bir kere de o atmosfere girdiler mi artık bir daha ayrılmayı düşünmezlerdi. Hazreti Pir, ötelerle toptan alışverişi olan birisiydi; ama, insanlara karşı muamelesinde bu koca farklılığı hissettirmeyecek kadar hep muhlis ve mütevazı idi: insanlar içinde insanlardan bir insan olarak yaşar; onlarla oturur-kalkar, onlarla yer-içer; Allah'la arasındaki esrârı elinden geldiğince sır bilmezlerden saklamaya çalışır ve inandıklarını yaşayan bir mürşid olarak her zaman gönüllere nüfuz etme yollarını araştırır; 'sohbet-i Cânân' der, sürekli nazarları O'na çevirir; 'aşk' der, 'iştiyak' der, 'cezbe' der, 'incizab' der, ruhunda köpürüp duran his ve heyecanı başkalarına da duyurmaya gayret eder ve iklimine uğrayan herkese hakiki insan olma ufkunu gösterirdi. Dünyada, dünya malında asla gözü yoktu; hiç olmamıştı da. Bulduğunda, kifâf-ı nefs edeceği miktarın dışındakini yedirir-içirir, başkalarına infak eder; bulamadığında da, 'Çok şükür, bugün evimiz Peygamber evine dönmüş.' der, yerinde sabır pistiyle göklere açılır, yerinde de şükürle mâverâîliklerde pervaz ederdi. Sadaka, zekat kabul etmez; insanlara verecekli olma durumuna düşmemek için müzâyakaya maruz kalır, aç durur, fakirane yaşar; ama, sızlanıp ağyârı âhından agâh etmez ve irşad hizmetini de hediye ve behiyyelerle kirletmezdi. Mevlânâ Celâleddin er-Rûmi hazretleri, zühdü, takvası, iffeti, ismeti, halktan istiğnası ve bütün bütün ötelere müteveccih yaşamasının yanında marifeti, muhabbeti, aşk u iştiyakıyla da ömür boyu irtifa kaybetmeden yaşayan vilâyet semâsının üveyklerinden biriydi. O, Allah'ı aşk üstü bir aşkla sevdiği gibi, O'nun tarafından sevildiğine de inancı tamdı. Bu, ne kaybettiren bir emniyet hissi, ne de mehâfet ve mehâbetten mahrumiyetti; bu, bir iman ve ihtisab ufkuydu; Hazret de işte bunu tahdis-i nimet sadedinde ihsas ediyordu. Buna, sultanın mevhibelerine dellâllık etme de diyebiliriz. Onun iç dünyasında, her zaman farklı debi ve değişik dalga boyunda aşk çağlayanları birbirini takip eder, teveccüh ve vefası ilâhî cezb u incizabla mükâfatlandırılır; böylece ona, kurb üstü kurb yolları açılır ve o, çok defa kâse kâse yudumladığı câm-ı aşkla sermest-i câm-ı aşk olarak yaşardı. Sadece O'nu görme, O'nu bilme, O'nu duyma, O'nu söyleme, her iş ve sözünü O'na bağlama mevzuunda o kadar samimî idi ki; bir an gözü ağyâra kaysa, oturur bir yığın gözyaşı döker; her zaman maiyyetin ferah-fezâ iklimlerinde yaşamaya can atar, hem muhib hem mahbub olma iştiyakıyla çırpınır durur ve dakikalarını âşık u maşuk olma sermestisiyle geçirirdi. Ondan evvel de bu zaviyeden ruhânî zevkleri duyan, yaşayan bir hayli âşık ve muhib gelip geçmişti; ama, duyup hissettiklerini seslendirmesi -hususiyle de Divan-ı Kebîr'deki üslûba emanet- her mülâhazasını cesurca ortaya koyması açısından onun başkalarına karşı bir fâikiyetinin bulunduğu da açıktı. Vâkıa, daha sonraki dönemlerden devr-i risâlet-penâhînin koçyiğitlerine kadar umumî fazilette Hazret'e üstünlüğü müsellem bir hayli devâsâ insan da gelip geçmişti; ama, Hazreti Pir'in fâikiyeti 'hususî fazilette mercûhun râcihe tereccühü' mânâsınaydı. işte bu açıdan onu, bu vadinin biricik gözdesi ve dilrubâsı sayabiliriz. O, bu hususta çok güzeldir, güzellere peyrevdir ve aşk yoluyla insanları Güzeller Güzeli'ne ulaştırmada da güzîde bir rehnümâdır. Bir insan için, Cenab-ı Hakk'ı gönülden sevmek ve her zaman O'nu derin bir aşk u iştiyakla yadetmek yüce bir pâyedir. Bundan daha yüksek bir mansıp varsa o da, insandaki bütün bu aşkların, iştiyakların, cezb ü incizabların O'nun teveccüh ve iltifatından kaynaklandığının şuurunda olmaktır. Hazreti Mevlânâ, her nefes alış verişinde sürekli O'nu soluklanıyordu; bu hâlini de yine O'nun nazar ve hususi teveccühüne bağlıyordu. Ufku bu noktaya ulaşmayanlar bunu anlamayabilirler. Ne var ki, 'Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi / Ebr-i Nisandan ef'î semm, sadef dürdane kapar.' fehvasınca, donanım ve istidatların, elfâzın meâniye kalıp olduğu gibi, ilâhî mevhibe ve vâridlere şart-ı âdi plânında bir dâi olduğunda da şüphe yoktur. Bazıları, Cenab-ı Hakk'ın münezzehiyeti ve mukaddesiyeti açısından, O'na karşı aşkı uygun bulmamış ve insan-ı kâmil'in mâşukiyetini de anlamsız görmüşlerdir. Pek çok hak dostu gibi Hazreti Mevlânâ da, beşerî aşk u alâkaların çok çok üstünde, Zat-ı Ulûhiyet'in münezzehiyet ve mukaddesiyetine yaraşır bir aşk u iştiyakın olabileceğini cesurca ifade etmiş ve arkadan gelenlere de yoruma açık böyle bir aşk-ı ilâhî müteşâbihi miras bırakmıştır. Sonradan gelen bazı sofi ve mollalar, böyle bir müteşâbihle beraber, yer yer o dergâhta icra edilen müziği, ney'i ve değişik enstrümanları da sürekli sorgulamışlar; semâzenlerin hareketlerini yargılamışlar ve infaz üstüne infazlar gerçekleştirmişlerdir; ama, Hazret'in, kendi yorumlarının doğruluğu konusunda hiçbir şüphesi olmamıştır. Olsaydı, hepsini kırar, döker ve bu kabîl şeylerin bütününden vazgeçerdi.. mutlaka vazgeçerdi. Aslında onun, dinin ruhuna yürekten bağlı bulunması ve Muhammedî edebin (sav) arızasız bir temsilcisi olması da, başkalarına fazla bir şey söyleme fırsatı vermez zannediyorum. Kılı kırk yararcasına dinin özüne saygısı ve Sünnet-i seniyyenin canlı bir tefsiri olması, bugüne kadar büyük çoğunluğun onu kabulü için yetip artmıştır. O, tam bir samimiyet ve ihlâs insanıydı; şer-i şerife muhalif düşmemek kaydıyla hep gönlünden gelenleri yaşıyor ve onları seslendiriyordu. Dini hayata hayat kılarken de, başkalarına yaşama yollarını gösterirken de, ney'e üflerken de, semâa kalkıp pervane dönerken de, her zaman aşk u iştiyakla ciğeri kebap ve her zaman âh u eninle sızlayan bir nây ve bir dolaptı. Anlamazdı muzdarip olmayanlar onu; duyamazdı nâdânlar onun duyduklarını. O, 'Firaktan pâre pâre olmuş bir sine isterim ki, ona iştiyak ve dertlerimi şerh edeyim.' diyor derd-mend yârân beklentilerini seslendiriyordu. Doğrusu, Hazreti Mevlânâ gibi fâikiyeti müsellem bir zat hakkında bana söz söylemek düşmezdi. Öteden beri kendisine saygı duyduğum birinden gelen bu istikametteki talebe hayır diyemedim; başımdan aşkın bir işe girişme cür'etinde bulundum. Bugüne kadar yüzler-binler onunla alâkalı yazılar yazdılar; bu mevzuda söz onlarındı ve söylenecekleri de onlar söylemeliydiler. Ne var ki, bu, benim gibi düz adamların da bir şeyler mırıldanmasına mâni değildi; bence, olan da işte buydu.
Belki, daha önceden sesimi kesip konuyu Şefik Can Bey'in 'Mevlânâ, Hayatı, Şahsiyeti ve Fikirleri' nam eserine havale etmem icap ederdi. Geç olsa da, mevzuu dar mülâhazalarımla daha fazla daraltmamak ve karartmamak için o işi şimdi yapıyor ve ifadelerimi noktalıyorum
12.09.2007
hikmet.net
HAZRETİ MEVLANA (R.A.)
Âşıklar sultanı, marifet nurunun aynası, gönüllerde ebediyete kadar ölmezlik sırrına eren büyük veli, İslâm'ın tolerans yönüyle belirdiği mekân, "Kur'ân'ın bendesiyim" diyen hakikat kölesi, "Biz ezel ve ebedliyiz" deyip zaman kabuğunu delen, "Ölmeden evvel ölünüz" gerçeğinde öteleri seyreden kâmil insan, "Kâinatın seyri aşk sarhoşluğuyla Allah'ı arama seferberliğidir" deyip her zerrenin O'na koştuğunu söyleyen ârif, herkesi hiçbir fark gözetmeden dergahına davet eden büyük mürşid Hazret-i Mevlâna, zaman çizgisinde 30 Eylül 1203'de Horasan'ın Belh şehrinde dünya sahiline teşrif etmiştir. Babası Sultanu'l-ulemâ diye bilinen Bahaeddin Veled, annesi Harzemşahlardan bir prenses olan Mü'mine Hatundur.
Bahaeddin Veled, ilimde, hilimde ve hitabette Belh insanını tasarrufu altına almış ve onları aşk fırınında istenilen kıvama getirmeye çalışmıştır. O'nu sevmeyenler halk üzerindeki bu engin tasarrufunu çekememiş, "yerinizi alacaktır" gerekçesi ile kendisini padişaha şikayet etmişlerdi. Dünya malında gözü olmayan büyük veli, dedikoduya meydan vermeden, bir cuma sabahı Belh şehrini aile efradı ve birkaç müridi ile terkeder. Ne var ki, Belh'in bu mânâ sultanının ayrılışından sonra, Belhliler ve Sultan ailesi Moğolların istilâsına maruz kalacak ve bu dargınlığın ağır faturasını canları ile ödeyeceklerdir.
Bahaeddin Veled'in ilk konakladığı yer Nişabur olmuştur. Orada devrin büyük mutasavvıfı Feriduddin Attar, Sultan'ul-Ulemâ'yı karşılamış ve delikanlılık çağında bulunan Mevlâna Celâleddîn'in de bulunduğu bir sohbet yapmışlardı. Hazret-i Mevlâna bu sohbetten çok istifade etmiş, Feriduddin Attar'ın dikkatini çekerek yeni yazmış olduğu "Esrarnâme" adlı eserinin bir nüshasının kendine hediye edilmesine muvaffak olmuştur.
Daha sonra Bağdat'a gidilmiş, bundan sonra da Mekke ve Medine'ye gidilerek Hac farizası yerine getirilmiştir. Sultan'ul-Ulemâ Bahaeddin Veled Hazretlerinin gönlü, "Rum diyarı" ismi ile maruf Anadolu'da idi. Nitekim bu istek gerçekleşti. Yola tekrar Hicaz Bölgesi'nden revân olunup Larende'ye kadar gelindi. Anadolu'nun bu şirin mıntıkasında Mevlâna Celâleddîn, Gevher Hatun'la evlendi.
Yıl 1219... Selçuklular'ın başına dünya ve âhiret sultanı diyebileceğimiz madde ve mânâ eri bir hükümdar gelmiştir. Alâeddin l. Keykubat Larende'den Sultan'ul-Ulemâ'yı aile efradı ve mürîdânı ile beraber Konya'ya davet etmiş ve Konya'ya yerleşmesine vesile olmuştur. Burada Alâeddin l. Keykubat, Sultan'ul-Ulemâ Bahaeddin Veled hazretlerine mürid olmuştur. 12 Ocak 1231 yılında ise yine burada Sultan'ul-Ulema,
Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.
Bu zamana kadar babasının tedrisatında ve mânevî terbiyesinde yetişen Hazreti Mevlâna bundan sonra babasının halifelerinden Seyyid Burhaneddîn Hazretleri'nin terbiyesi ile yetişmiştir. Esasen Mevlâna'nın hayatında üç büyük irşad ehlinin olduğunu görürüz. Bunlardan birisi ve ilki, çocukluk ve delikanlılık dönemlerinin yanında geçtiği kendi öz babası Sultan'ul-Ulemâ Bahaeddin Veled Hazretleri; ikincisi nefis tezkiyesinde onu çok ciddi bir gönül adamı yapacak, nefis merdivenlerinden yükselebilmesi için engin bir çileye sokacak olan büyük mürşid Seyyid Burhaneddin Hazretleri, üçüncüsü, aşk ülkesindeki vuslat kapısı Şems'dir. Diyebiliriz ki Mevlâna'nın mânevî hayatındaki cenin dönemi babasıyla; çocukluk, gençlik, delikanlılık dönemi Seyyid Burhaneddin'le; aşk dönemi ise Şems-i Tebrizî ile geçmiştir.
Seyyid Burhaneddin Hazretleri, Bahaeddin Veled'in metoduna göre, devamlı oruç ibadeti ile Hazreti Mevlâna'ya nefsini tezkiye ettirmiştir. O'na göre (ve gerçek de odur ki) ârifin kalbindeki marifet nurunun ortaya çıkıp parlayabilmesi için açlık şarttır. Seyyid Burhaneddin Mevlâna'ya bunu yaptırmıştır. Mevlâna o kadar yükselmiştir ki, Konya'dan ayrılıp Kayseri'ye yerleşmek isteyen mürşidi Seyyid Burhaneddin'e gönül etmiş, bindiği katırı bu nazla devirerek mürşidinin ayağının kırılmasına sebep olmuştur. Seyyid Burhaneddin Hazretleri de, ayağı kırılmasına rağmen, bu istidatlı talebesine kızması gerekirken tatlı bir tebessümle yanındakilere "Bizi Celâleddîn göndermiyor" diyerek geri dönmüştür.
Ne var ki, Kayseri'ye gitmeye kararlı olan Seyyid Burhaneddin bir müddet sonra "bir postta iki arslan oturmaz" gerekçesiyle Konya'dan ayrılmıştır.
Mevlâna'nın bundan sonra Şems-i Tebrizî ile karşılaşıncaya kadar hayatı medresede talebelerine ders vermek, halkı ikaz ve irşad etmekle geçmiştir.
Günlerden bir gün, mânânın bahar, maddenin de sonbahar mevsimini yaşadığı bir gündü. Konya'ya alışılmamış tipte meczup bir veli gelmişti. Adı Şems-i Tebrizî. Kâinatın her zerresinde, mahlukatın her cinsinde, duran ve hareket eden her maddede Allah'ın tecellisini gören bu zat o kadar kendinden geçmişti ki, nazar ettiği her noktanın yanmaması mümkün değildi. O, bütün bakışlarında aradan çekilir, âlemi seyredinin kim olduğunu gayet iyi bilirdi.
Ve nihayet beklenilen an gelmiş, Mevlâna, medresesinden çıkmıştı. Kendine doğru ilerleyip atının yularını tutan o ulu kişi, kendi kadar güzel bir soru soruyordu bu mânâ erine. Nazarı, Hazreti Mevlâna'nın yüz hatlarında geziyor ve dudakları şu cümleyi
söylemekle meşgul oluyordu: "Söyler misin bana, 'Seni tanıdım' diyen Beyazıd-i Bestâmî mi büyük, yoksa 'Yâ Rabbi seni layıkıyla tanıyamadım' diyen Hazret-i Muhammed (sav) mi?" Hazret-i Mevlâna bu tatlı ve ağır soruyu bir mânâ padişahı olduğunu ifade edercesine şöyle cevaplandırıyordu: "Hiç şüphesiz 'Seni layıkıyla tanıyamadım' diyen Hazreti Muhammed, 'Seni tanıdım' diyen Beyazıd'den çok büyüktür." Şems, bu tecelli karşısında bir sayha atıp kendinden geçer. Bundan sonra iki ezelî dost, kimin kime mürid kimin kime mürşid olacağı belli olmayacak bir tarzda müştereken vahdet şerbetini içmeye başlamışlardır.
Her zaman olduğu gibi "vecd" ve "aşk"ın insan üzerine bıraktığı çekicilik vasfı yanında bu mutlak kıymeti kaybedeceği endişesiyle halkta kıskançlık dönemi başlar. Nitekim bu iki dost arasındaki muhabbet neticesinde de böyle olmuştur. Onları saran vahdet sarhoşluğunun yanında halkın dedikodusu da artmıştır. Şems'in kararlı tutumu, Mevlâna'nın teslimiyeti dış âleme bütün kapıları kapamıştır.
Buraya kadar gelmişken tasavvufta teslimiyet hakkında birkaç söz etmek gereklidir. Teslimiyet, müridin mürşidine madde ve mânâsı ile teslim olması demektir. Maddede her şeyini ona vermesi ve onun yoluna baş koyması, mânâda ise varlığının her zerresinde O'nu görmesi demektir. Esasen "Fenâ fi'ş-Şeyh" denilen, "mürşidde yok olma" makamı da budur.
Öyle bir haldir ki, nasıl damlayı ummandan ayırmak mümkün değilse müridi de mürşidinin varlığından ayırmak mümkün değildir. Tasavvufla ilgili yazılan eserlerde teslimiyet şu veciz söz ile vurgulanır: "Teslimiyet; müridin mürşidine, gassalın elindeki meyyit gibi teslim olmasıdır." Bu hal zuhur edince neden, nasıl, niçin, niye vs. gibi sorular artık ortadan kalkar, söylenilen sözlere gönül kapıları açılır. Yapılan işaretler istikametinde reyler beyan edilir. Verilen emirler neye mal olursa olsun anında yerine getirilir.
Müridin mürşidine teslimiyetinin neticesinde mürşidine karşı sonsuz bir muhabbet devri açılır. Nitekim Hazret-i Mevlâna ile Şems arasında da bu muhabbeti çok açık olarak görebiliyoruz. (Hattâ Şems-i Tebrizî'nin ölümünden sonra, Mevlâna, -ölmüş olduğunu bildiği- kendisine "Şems Konya'ya geldi" diyenleri altınla taltif etmiş, "Şems'in ölümünü bildiğiniz halde bunlara niçin böyle muamele yapıyorsunuz?" diyenleri, "Onlar bana kimden bahsediyor, ençok sevdiğim mürşidimden değil mi? Ben onların yalan haberine bu bahşisi verdim. Şayet söyledikleri gerçek olsaydı canımı verirdim." diyerek cevaplandırmıştı.) Öyle bir devre başladı ki, Mevlâna, bütün dost ve arkadaşlarından ve Konya'nın ileri gelen zevâtından ayrılmış, medresesinde Şems ile birlikte sır kabuğuna çekilmişti. Bu hal zamanın insanını harekete geçirmiş, "Şems denilen bu adam gelip Mevlâna'mızı elimizden aldı" diye efkârı umumiyeye dedikodular yayılmıştı. Naz ve niyaz halinde bulunan bu iki mânâ sultanı her gün ayrı bir "Hak tecellisi" ile karşılaşmalarına rağmen, vuslatta firkat şart olduğu için Şems'in Konya'yı terk etmesi gerekiyordu. Bu dedikodular fırkatin zuhuru için Şems'in aniden Konya'dan ayrılmasına vesile olmuştur. Günlerden bir gün Tebrizli Şems gönlünü Mevlâna'ya bırakmış, maddesiyle başka diyarlara uçmuştur.
Mevlâna, derin hasret ateşleri içinde kıvranırken cemalinde her an Hakk'ı seyrettiği mürşidini aramaya koyulmuştu. Konya'ya gelip gidenden mecnun misâli "Şems, Şems!" diye soruyor, uçan kuşlardan haber arıyordu. Esasen bu arayış ve yanış Şems'in muhabbetinde yok oluştu. Mevlânâ'nın kemâli için bu ateş günden güne büyüyor, ikinci bir vuslat için sakin bir okyanus zemini halini alıyordu.
Beklenilen haber Konya'da yayılmaya başladı: "Şems Şam'da." Haberi alan Mevlâna derhal oğlu Sultan Veled ile birkaç müridini birçok hediyelerle beraber Şam'a gönderir. Şam'da ahşap bir binanın loş odasında karşısındaki şahısla muhabbet eden Şems, gelenlere ilgi duymamış intibaını veren bir tavır alır. Sultan Veled, ruhundaki engin terbiye ile büyük velinin eline dudağını ve alnını kavuşturur ve "Sultanım evvelden varid olan bütün dedikodular için Konya'nın eşrafı ve bütün halkı özür beyan ediyor ve yüce şahsınızı Konya'ya davet ediyorlar." der. Bu sözlere de rağbet göstermeyen Şems,Sultan Veled'i duymazlıktan gelir, muhabbetine devam eder. Ve gözünü parlatacak, ruhunu sonsuzluk ülkesine kadar yüceltecek sevgilisinin davet teklifini, Hak sözden başka bir söz duymayan kulağıyla işitir; Sultan Veled, "Efendimiz! Bütün bunların yanında sizi en az sizin kadar seven babam Mevlâna sizi Konya'ya davet ediyor." der. Bu en güzel davet Şems'i Konya'ya uçurmuştur.
"Şems geliyor!" diye istikbâl için Konya'nın eşrafı ve halkı sokaklara dökülmüş, na'tlar, kasideler, ilâhiler ve Kur'ân-ı Kerim okunmaya başlanmıştı. İki Hak dostu yine karşı karşıyaydı. Mevlâna bu ezel ve ebed mânâ büyüğünü medresesine getirmiş ve onun için mutevazi bir köşe hazırlamıştır. Bu yolculukta Şems Sultan Veled'e mânevî sırlarını verdiğini ifade ediyor. Hazreti Mevlâna, mürşidi Şems'i, kendi terbiyesinde yetiştirdiği evlatlığı ve müridesi Kimya Hanımla evlendirir. Artık Şems tamamen Konya'lı olmuştur.
Konya'da geçen günler iki ezelî dostu daha da birbirine raptetmiş ve Mevlâna'nın kemâli için her türlü zemin hazırlanmıştır. Müridin vuslatı için mürşid-i kâmilin nazarı şarttır. Nasıl devekuşu, yumurtalarına uzaktan nazar ederek onları olgunlaştırıyorsa mürşid-i kâmil de müridine nazar ederek onu kemâle erdirir. Bu ikinci dönemde Şems, Mevlâna'ya bunu yapmış, "Nazar-ı Hak" ile onu doruk noktasına ulaştırmıştır. Bu dönemde de bu iki ezelî dostu çekemeyenler, dedikodu kazanını kaynatmaya başladılar.
Mevlâna'yı kemâle erdiren Şems'in şehadeti yaklaşmıştı. Bir gece medresenin etrafını sarmışlar, Mevlâna ile derin vahdet sohbetinde iken onları vahşet plânları ile bu denî âleme çekmişlerdi. Kapı çalınır ve Şems istenir. Gece karanlığında kapıyı açarak karanlığa karışan Şems, bir sayha atarak ortadan kaybolur. Şems'in sadece yerde birkaç damla kanına rastlanır. Bu hadise 1247 senesi Aralık ayının bir Perşembe gecesi olmuştu. Rivayetler Şems'in o gece şehit olduğunda kuvvet kazanıyor.
Bu devreden sonra Mevlâna artık yalnızdır. Ah-ı enîn ile günleri ve geceleri geçirir. Baştan başa aşk vadisi olan meşhur Mesnevî'sini bu dönemde kaleme almıştır.
Şems'in ahirete rıhletinden sonra onun ölümüne inanmak istemeyen Hazreti Mevlâna sanki her zaman gelecekmiş gibi bir bekleyiş içindedir. O da Şems'in şehadetini bilmesine rağmen varlığının her zerresine nüfuz eden Şems'in muhabbetini bu arayışla tatmin ediyordu.
Gördüğü her varlıkta, işittiği her ses ve sözde Şems vardı. Şems bir ayna olmuş, o aynada Mevlâna kendini seyretmeye koyulmuştu. Mevlâna "Ben o, o ben; onunla aramızda bir fark yoktur!" diyerek bu ilâhî gerçeği ifade etmeye çalışıyordu. Mevlâna bütün gecelerini kendi gönül âlemindeki Şems'in varlığı ile değerlendiriyordu ve bu gecelerde 7-8 gazel birden yazabiliyordu. Bu gazellerde önce "Hâmuş" mahlasını kullanmış, daha sonra da doğrudan doğruya Şems'in adını söylemişti.
Şam'a gitmiş, sözde, Şems'i arıyordu Mevlâna. Bu arayış, varlığında olan Şems'i arama idi. Onun için, zahirde onu bulamayacağını biliyordu. "Biz Şam'a canımızı vermiş, varlığımızı bağlamışız; üçüncü defa ki Rum'dan Şam'a koşuyoruz. Çünkü biz Şam'ın gece gibi karanlık zülfünden kokular sürünmüşüz."
Sultan Veled'e göre Şam'a bir keklik gibi giden Mevlâna Konya'ya alıcı bir doğan gibi dönmüştü. Eğer Mevlâna Şems'i Şam'da bulmuş olsaydı, bu, Mevlâna için bir kayıp olmuş olurdu. Halbuki şimdi Mevlâna çoşkun ve cezbeliydi. Katre idi, çoşup deniz oldu. Yüce idi aşkla daha da yücelendi. Aradığı, kendinde göründü. Aşk denizi olup köpürüp dalgalandı.
Mevlâna'nın ayrılışından sonra Konya sanki boşalmış, ıssız bir harabeye, çöle dönmüştü.
Mevlâna'nın bundan sonraki irşad döneminde Kuyumcu Selahaddin isminde büyük bir veliye rastlıyoruz. Diğer yetiştirdikleri arasında oğlu Sultan Veled, Emir Süleyman, Çelebi Hüsamettin gibi büyük zevâtın olduğunu da görüyoruz.
Mevlâna devrin büyüklerinden olan Muhyiddin-i Arabî'nin evlâtlığı Sadreddin-i Konevî ile de sohbet etmiştir.
Zaman ilerledikçe Mevlâna'nın varlık ağacı (vücudu) zayıf ve nahif bir hale gelmişti. Hattâ bir gün hamamda solgun teni altında ortaya çıkan kemiklerine bakarak: "Bütün ömrümde kimseden utanmadım fakat şu zayıf vücudumdan utanıyorum; zira o bana çok hizmetlerde bulundu, bense ona istediği gibi bakamadım." demişti.
Mesnevî'nin yazılması bitmiş ve artık Hakk'a yürüme zamanı da gelmişti. Son gazellerinde de, Mutlak Varlık'a bir an evvel kavuşma isteğinin heyacanı dalgalanıyordu.
Yıl 1273... Maddenin ve mânânın kış mevsimi idi. Büyük velinin rıhlet zamanı geldi. Konya'da depremler, ardı arkası kesilmeyecek şekilde çoğalmıştı. Gene bir gün deprem olmuş, yer yerinden oynamıştı... Mevlâna o gün; "Korkmayınız; yerin karnı acıktı; şu günlerde yağlı bir lokma istiyor. İnşaallah muradına çabuk vasıl olur da siz de üzüntüden kurtulursunuz!" buyurdu. Bu depremden birkaç gün sonra ağır bir ateşle yatağa düşen Hazreti Mevlâna bütün Konya'nın havasını üzüntüye garketmiş, onları firkat gözyaşları ile başbaşa bırakmıştı. Son gece Hazreti Mevlâna yatağından hafifçe doğruldu ve oğlu Sultan Veled'e "Veled oğlum ben iyiyim artık. Git yat. Biraz dinlen." dedi. Sultan Veled istemeyerek itaat etti. Mevlâna arkasından son gazelini okuyor, Çelebi Hüsamettin de kaleme alıyordu.
"Biz geceleri ta sabahlara kadar sevda dalgaları arasında bocalar dururuz. İstersen gel bağışla bizi istersen gel cefa et bize."
"Bir dert ki, ölümden başka devası yok. Ben nasıl olur da bu derde deva bul derim."
"Ben o padişah değilim ki, tahttan ineyim de tabuta bineyim. Benim tabutumun yazısı ebedîliktir."
diyen Hazret-i Mevlâna, son sözleri arasında 17 Aralık 1273 pazar günü sevgilisine kavuşmuştu. Rahmeti bol olsun! Himmeti üzerimizden eksik olmasın. Âmin!
KULLUK VE HZ. MEVLÂNA
Buraya kadar Mevlâna Hazretlerinin muhtelif yönlerini ortaya koymaya çalıştık. Gördük ki, Mevlâna takva derecesinde İslâm'ı yaşayan, İslâm'ı ilim, amel ve hal olarak benliğine sindirmiş bir insan-ı kâmil, bir Hak dostu ve bir Peygamber varisidir.
Ele alınan bütün cihet ve hususiyetleriyle Mevlâna bir gerçektir, vakıadır, insanlık için güzel bir numûnedir. Ancak bütün bu güzellik ve mükemmelliklerin etrafında toplandığı temel bir gaye var ki bu da kulluktur.
Mevlâna kulluk sınavının hikmetlerini şöyle açıklamakta:
"...İnsana acı gelen, tatsız gelen emir olmasaydı, güzel, çirkin, taş, inci bulunmasaydı / Nefis, şeytan, hevâ ve heves, yaralanmak, çalışmak, savaşmak olmasaydı / Padişah, kullarını ne adla ne lakapla çağıracaktı a perdesi yırtılmış kişi / Nasıl o sabırlı, o hilim sahibi diyecekti? Nasıl o babayiğit, o hikmet elde etmiş diyecekti? / Sabırlılar, gerçekler, yoksulları doyuranlar, yol kesen olmadıkça, lanetlenmiş şeytan bulunmadıkça nasıl olur; nasıl belirir, anlaşılır?"
Mevlâna'ya göre kulluk imana tanıklık eder:
"Şu namaz da, oruç da, hac da, cihad da hep inanca tanıklık eder / Şu zekat vermek, armağan sunmak, hasetten vazgeçmek de içteki gizli şeye tanıklık etmektedir / Oruç der ki: Bu kişi, helâlden bile çekindi, harama nasıl el atar? / Zekat der ki: O kendi malından ayırdı da yoksula verdi, din ehlinin malını nasıl çalar?"
Mevlâna, vasiyetinde de kulluk görevlerini hatırlatmakta ve insanları kulluk görevlerini yerine getirmeye davet etmektedir.
"A ulu kişi, gücün yettikçe, peygamberlerle erenlerin yolunda çalış, çabala / Birisi inanç yolunda kulluk yolunda yürür de bir soluk olsun ziyan ederse kafir olayım ben."
Kulluk, insan ve insanlık açısından en büyük realitedir. Varoluşun gayesini, hayatın mânâ ve mantalitesini ifade eder. Kulluktan daha anlamlı bir iş insan için mevcut değildir. Kulluk nüktesinin kaybolduğu her hareket anlamsız, her ümit sonuçsuz ve her teşebbüs nihâî olarak başarısız kalmaya mahkumdur.
Cenab-ı Hak: "Biz cinleri ve insanları ancak ibadet maksadıyla yarattık." buyurarak bu ana gerçeğe parmak basmıştır. Şu mealdeki ayet de kulluğun yönünü anlatıyor: "Ey imanda sebat gösteren (mutmain olan) kul (nefs)! Dön Rabbine! Sen ondan razı o da senden razı olarak."
Mevlâna, yeni bir din vazetmemiştir. Bütün varlığı ile İslâm'ı yaşamıştır. Onun mantığı kulluk mantığıdır. Allah'tan gayrı olan herşeyin kalpten çıkarılmasıdır.
İslâm'ın dışında kulluk aranmaz. Onun eserlerinde İslâm vardır. Kulluk ancak İslâm ile yaşanır.
Bakınız bir rubaisinde ne der Mevlâna:
Men bende-i Kur'anem, ta can darem
Men hâk-i reh-i Ahmed Muhtarem
Ger nakl künet cüz in kes ez güftarem
Bizarem ez o vü zan suhen bizarem."
"Yaşadığım müddetçe Kur'an'ın bendesiyim
Hz. Muhammed'in (sav) yolunun toprağıyım ben
Birisi benim sözümden bundan başka bir söz
Naklederse, ondan da o sözden de bizarım.
HÜRRİYET
Hürriyet Allah'a kulluktur. Hür insan, Allah'a kul olandır. Nefsin ve şeytanın arzuları istikametinde hareket, yaradılış gayesine ters düşmektir. Nefsin perdelerini aralayıp veya ortadan kaldırıp Hakk'a vuslattır kulluk, O'nun huzurunda olmaktır. O'nsuz olan anlar köleliktir.
Mevlâna, "Mihrabı dost cemali olan kimse için, yüz çeşit namaz, yüz çeşit rüku ve secde vardır" der. Bu konuda Cenab-ı Hak: "Ne yana dönerseniz Allah oradadır" buyurmuştur. Resulullah da (sav): "Namaz mü'minin miracıdır." buyurmuştur.
GERÇEK HÜRRİYET OLARAK KULLUK:
Evet, "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." buyurulmuştur. Bu büyük bir gerçektir. Mevlâna şöyle der: "Elinden geldiği kadar kul ol, sultan olma, Gûy denilen top gibi mütevazi ol, cevgân olma." Kulun elinden kulluktan başka birşey gelmez. Mevlâna'ya göre, benliğin olduğu yerde kulluk olmaz. Zira benlikte, gurur ve kibir vardır. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz:"Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez. Kalbinde zerre kadar iman olan cennete girer." buyurmuştur.
Mevlâna, kulluğu, Hakk'ın kalplere nazar etmesine bağlıyor. Mesnevî'sinde: "Dostun kulluğu sana henüz elvermemişken (sana kulluk nasip olmamışken) şahlığa meylin nereden zuhur etti?" der. Demek ki, şah olabilmek nefsini mağlup etmeye bağlıdır. Nitekim Peygamberimiz, "Pehlivan rakibini değil, kızdığı zaman nefsini mağlup edendir." buyurmuştur.
Allah aşkına, insan, kullukla vuslat edebilir: Vecd halinin zuhuru kullukla mümkündür. Nitekim Mevlâna: "Ya Rab, bana aman ver. Kalbimden irade kudretimi de sen aldın. Namaz kılarken, acaba yaptığım rükû tam oldu mu, imamlık eden kimdir, Allah hakkı için bunların hiçbirinden haberim yok." demiştir. Nitekim Fahr-i Kainat Efendimiz, ibadet esnasında vecd halinde iken karısı Hz. Aişe, "Ya Resulallah (sav) bu hal ne?" diye sorduğunda cevaben, "Sen kimsin?" diye sorar. Hz. Aişe (ra), "Ben Aişe'yim." "Aişe kimdir." diye sorulur. Hz. Aişe de "Karın Aişe, Ya Resulullah." diye açıklamak zorunda kalır. O vecd halinde aralarında böyle bir konuşma geçer.
Mevlâna, bu tatlı gerçeği, "Âşıklar daima namazdadırlar. Aşkın sarhoşluğu bulunan başlar, ne beş vakitle istirahat eder, ne beşyüz binle..." sözleri ile anlatır.
"Kulluk sadece cesetle değil, gönülle ibadet etmektir. Ezan sesleri kalbimin mescidine öyle muhrik gelir ki, onun tesiri ile gönül mabedimin kapısı aşk ateşiyle yanıyor."
"Zahid sakalını tıraş edinceye kadar, ârif, Allah'a ulaşır"
Bütün bu sözler Hz. Mevlâna'ya aittir.
Mevlâna'ya göre cennet, Allah'ın nazar edip süslediği mekândır. Hakk'ın nazarı cennette olduğu için cennet güzeldir. Yoksa sadece nimetler, istenilen değildir. Nitekim Yunus Emre bu gerçeği şöyle ifade ediyor:
"Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri,
İsteyene ver sen ânı / Bana seni gerek seni."
Bu mantıkla kul olmuş insan-ı kâmil cennete eştir. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de, "Ey imanda sebat gösteren, mutmain olan nefs! Dön Rabbine, sen O'ndan razı, o da senden razı olarak. Gir kullarımın arasına ve gir cennetime."12 buyuruluyor. Ayet-i kerimede, Allah, kulunun cennete girmesi için onu sevdiği kullar arasına dahlediyor. Zira onların kalbleri de Allah'ın nazar ettiği mekândır.
Mevlâna'ya göre iman veya kullukta temel, korkudur:
Birgün Hıristiyan Rum usta, Mevlâna'nın evini tamir ediyormuş. Müridlerden bazıları ona şaka yollu:
- Niçin müslüman olmuyorsun? Dinlerin en iyisi İslâm dinidir, demişler. Rum usta:
- Elli seneye yakındır ki İsâ dinindeyim. Dinimi terketmek için ondan korkuyor ve utanıyorum, demiş. Bu sırada Mevlânâ içeri girmiş ve:
- İmanın sırrı korkudur. Her kim Allah'tan korkarsa, o, Hıristiyan da olsa din sahibidir, dinsiz değildir." diyerek asıl tehlikenin dinsizlik ve imansızlık olduğunu işaret etmişti. Bunu duyan Hıristiyan usta derhal iman etmiş ve müslüman olmuştur.
Rıza, Kullukla Mümkündür
Kulun Allah'tan Allah'ın da kulundan razı olma hali, kulluğun doruk noktasıdır. Bu makamda, hayır da müsavidir, şer de. Her şeyin faili Allah olduğu için artık itiraz kalkmıştır. Her hal ile itaat olunmuştur. Nitekim İbrahim Hakkı Hazretleri: "Hoştur bana senden gelen/ Ya hıl'at u yahut kefen/ Ya gonca gül yahut diken/ Lütfun da hoş, kahrın da hoş" demiştir.
Kulluk, Tazarru ve Niyaz İledir
Kulluk ilimle, amelle ve ihlasladır. Yani ibadetledir. Mevlâna'nın hayatında ifadesini bulduğu en kâmil şekliyle... Mevlâna'yı da yakînen tanımak için kulluğu daha köklü anlayalım.
Kulluk (ubudiyet) yaratılış gayesi doğrultusunda Allah'a bağlılığı ifade eder. Mahlûkatın en anlamlı işi ubudiyettir. Bu kulluk görevi insan ve cinler dışındaki mahlukatta cebrî, insanda ve cinlerde ise ihtiyârîdir.
KULLUĞUN BAZI ESASLARI
Kulluğun iki temel esası mevcuttur: Birincisi marifet, yani Allah'ı bilmek, ikincisi de, O'na layıkıyla ibadet etmektir. Bu husus da, Veda Hutbesi'nde şu cümle ile vurgulanmıştır:
"Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkmanızı, O'na itaat etmenizi vasiyet ederim." Allah korkusu takvaya, takva ise marifete (Allah'ı bilmeye) götürür.
Kulluk, Allahü Teâlâ'ya teslimiyet ve itaat olduğuna göre, mahlûkat, her cinsi, herşekli ve her haliyle kuldur. Mühim olan, insanın bu teslimiyetin şuurunda olarak, fânî varlıklara değil, ibadet edilmeye layık olana kul olmasıdır. İbadete layık olan şüphesiz ki Allah'tır. Bu sebeple bütün peygamberler Allah'a davet etmiş ve kul olmanın örneğini göstermişlerdir.
Dikkat edilirse "Kelime-i Şehadet"in ikinci rüknünde Hz. Resûlü Ekrem'in (sav) kul ve resul olduğu ifade edilir. Kulluk öyle bir gerçek ki, peygamberlik sıfatıyla beraber zikrediliyor ve imanın ikinci rüknünde yer alıyor.
Kulluk mantığı, Allah'a iman ve hesap verme gerçeği üzerine oturtulmuştur. Kulluk, Allah'a yönelmenin, itaat edip teslimiyet göstermenin ve bu hususta bütün görevleri yerine getirmenin genel adıdır.
Kelime olarak 'kulluk', esir olmak demektir. İnsan her halükârda mutlaka esirdir. İnsan zayıf ve acizdir. Mutlaka bir şeye yönelecek ve bel bağlayacaktır. Neticede insan duygularının esiridir, ya iyi duygularının, ya da kötü duygularının esiridir.
İnsanın duyguları, yaratılış gayesine mutabık olarak Allah'ın istediği istikamette olmalıdır. Allah'a yönelen insan O'nun iradesinde fânî ve O'nun tecellisinde yok olur. Cenab-ı Hakk'ın tecellisine ermek, asıl hürriyettir.
Cenab-ı Hakk'ın tecellisinde asıl zevk ve hürriyetin nasıl tadıldığına dair Hz. Aişe (r.ha) validemizden bir haber rivayet edilir. Hz. Aişe anlatıyor: "Resulullah (sav) bir akşam ibadete dalıp, huzur-u ilâhîde zevke, muhabbete garkolmuştu. O zevk-i mânevî içerisinde iken yanına yaklaştım, benden haberi yoktu. Kendimi tanıttım, 'Sen kimsin?' diye sordu. 'Aişe'yim' dedim. 'Aişe kimdir?' diye sordu. 'Hanımın Aişe' diye cevap verdiğimde kendine gelmişti".
Resûlü Ekrem öyle bir tecelli ve aşka dalmıştı ki, en yakını olan hanımını bile tanıyamaz hale gelmişti. İşte kulluk, bu zevki, bu muhabbeti yaşamaktır. İnsanın kendine ve etrafına faydalı olabilmesi bu yüce hali, kulluk zevkini yaşamasına bağlıdır. Bu bir sevgi hazinesidir. Bu sevgi hazinesine kavuşmak, onu etrafa verebilmenin şartıdır. İşte sahabe, bu yüce hale erdikleri için cihad zamanı şehadet mertebesi için sıraya giriyorlar: "Ya Resulellah! Dua et de, önce biz şehid olalım." diyorlardı. Onlar, kulluk şuuruna ermiş ve ölümü yenmiş insanlardı.
Bu mantığı hak ve hürriyetlerin verilmesi ve teminat altına alınması açısından ele alırsak hemen şunu ifade edelim ki; hak ve hürriyetleri kendi nefsinde yaşamayan insan, onları başkalarına vaad edemez. İstese de veremez. Ancak kulluk yoluyla hürriyete kavuşan insan, hak ve hürriyetleri verme ve bunların emniyetini sağlama hususunda başarılı olabilir. Nefsine mağlup olmak suretiyle en büyük esaret içinde bulunan insan ne hak verebilir, ne de hürriyeti koruyabilir. Böylelerinin âdil davranması zaten mümkün olamaz. Zira, adâleti tesis edecek kişinin önce adâleti kendi nefis dünyasında hakim kılması gerekmektedir. Aksi halde, başkalarına da veremez. Kulluktan uzak olup ahlâk-ı zemimede kalanlar merhametli ve âdil olamazlar. Sonuç olarak diyebiliriz ki, gerçekte âdil olanlar, ubûdiyet şuuruna ermiş gerçek Müslümanlardır.
Başta adâlet olmak üzere bütün mükemmel vasıfların sosyal bünyede de huzur ve sûkun getirmesi, hep kâmil imanın ve bu imandan kaynaklanan kulluğun meyvesidir. Kâmil iman ve gerçek anlamda kulluk, gerçek kâmil insanın en önemli ve belirgin vasfıdır.
Esasen, ubûdiyetin temelde mantığı, insanı temizlemektir. İbadetler insanı temizler, nefis ve kalb dünyasındaki mânevî kir ve mikropları ortadan kaldırır. Bir nevi, ibadetler, insanı tedavi eden ilaçlar gibidirler. İnsan temiz yaratılmıştır. İbadetlerle temizlenen insan yaratılış gayesine uygun olarak fıtrî özellikleriyle bir bütünlüğe kavuşur. Demek ibadetler, insanın iç dünyasını temizler, gizli mikropların hasta ettiği mânevî bünyeyi tedavi ederler.
Dikkat edilirse, İslâm'da cezanın mantığı da insanı temizlemek üzerinedir. Denilebilir ki, hak adına cemiyeti ve insanlığı kurtarmak için suça âdil ceza vermek de aslında ibadettir. Öyleyse, ibadetin mantığı ile tedavi edici cezanın mantığı birleşiyor, bütünleşiyor.
Bu çerçeveden bakıldığında, hak ve adaletin temin edilmesi için Kitap ve Sünnete ittiba etmenin, ubûdiyetin en önemli yanı olduğu anlaşılacaktır. Kitap ve Sünnete ittiba, ilâhî emanete sahip çıkmanın ve de istikamette kalmanın teminatıdır. Nitekim bu hususta Vedâ Hutbesi'nde Sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
"Ey Nas! Size öyle birşey bırakıyorum ki, ona sımsıkı sarıldıkça yanlış yola sapmazsınız. O da, Allah'ın Kitabı ve Resûlü'nün Sünnetidir".
Aslında adâletin zedelenmesi yahut kaybedilmesi, hislerin ve beşerî zaafların işin içine girmesi sebebiyledir. Bunlardan korunmak için; hatâdan berî, en mükemmel ölçüleri hâvî, adâletin teminatı durumundaki Kitap ve Sünnete müracaat etmek gerekir.
Ekseriya, insan bir hususta hüküm verirken hisleri ona tesir eder ve neticede hisler insanı adâletten uzaklaştırır. Nitekim Hz. Resûlü Ekrem'e (sav) bakan Hz. Ebubekir ile Ebu Cehil'in Resulûllah'ı vasfetmesi birbirine tamamen terstir. Hz. Ebubekir (ra) O'nu övmekle bitiremezken ve O'na sevgisini izhar ederken, Ebu Cehil, O'nu yermekte ifrada varmıştır.
Gerçek şu ki; her yönüyle mükemmel ve zirvede olan Hz. Resûlü Ekrem'in yüceliği Hz. Ebubekir'in âdil ve berrak iç dünyasını ihya ederken kalbi mühürlü ve kasvetle dolu, hasetlik ve intikam duygusuyla gözü dönmüş ve kat kat perdelenmiş Ebu Cehil, Resûlullah'ın (sav) o berrak aynasında kendi çirkinliğini seyretmiş ve aslında alabildiğine kendini yermiştir.
Aslında bakılan, Âlemlerin Fahri ve Nuru Hz. Peygamber'di (sav). Bakışların neticesini farklı kılan ise menfî vasıflar ve beşerî zaaflardı.
Hüküm vermede, kuvvet unsuru da insanları etkilemektedir. Kuvvetliden korkmak ve onun yanında olmak, beşerî bir zaafiyettir. Halbuki hak, haklınındır. Kuvvetli, kuvveti ne olursa olsun haksız olduğu müddetçe ehl-i hak ve ehl-i basiret yanında zayıftır, acizdir. Bu hak ölçüyü korumak lazımdır.
Dünyaya ve olaylara bakışta hak ölçünün önemi büyüktür. Nitekim, farklı iki gözü Kur'an-ı Kerim haber veriyor:
"Yedi göğü, kat kat yaratan O'dur. O Rahman'ın yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydi çevir gözünü (semaya) görebilir misin, bir çatlak? Sonra gözü, tekrar (semaya) çevir, nihayet o göz, zelil ve hakir olarak sana döner, artık o, aciz kalmıştır."
"Sağduyulular o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken ve yatarken (daima)Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında Allah'ın varlığını ispat için iyice düşünürler ve şöyle derler: Ey Rabbimiz; sen, bunları boşuna yaratmadın. Sen, bâtıl şey yaratmaktan münezzehsin (berîsin)."
Demek ki; görüşün hak, hükmün âdil olması için insanın imanla birlikte ubûdiyetle kalbini temizlemesi, hak ve âdil ölçüye kavuşması esastır. Bütün bunlar, Hakk'a ittiba etme ve ubûdiyet çerçevesinde mütalaa edilmelidir.
İşte, hak ve hürriyetlerin teminatı olacak olan insan; kâmil, mükellef ve güzel sıfatlara haiz mükemmel insan (mü'min) olmalıdır.
İslâm'ın ve 'tevhid'in temeli olan "Şehadet Kelimesi", Resûlullah'ın önce kulluğunu, sonra da Resûl olduğunu ifade eder: "... Ve eşhedü enne Muhammeden Abduhû ve Rasûlüh: Şehadet ederim ki, Muhammed (sav) Allah'ın kulu ve resûlüdür". Görülüyor ki kulluk, Şehadet Kelimesinde de yer alan temel bir rükündür. Kul olmak, hem yaratılışın gayesi, hem de insanın en şerefli halidir. Allah'a kul olmayanlar, fânî varlıklara kul olacaklardır.
Sevgili Peygamberimiz (sav) kulluğu övmüş, ona davet etmiştir. Kendisi de numûne-i timsal bir kul olmuştur. Kendisine; "Kul peygamber mi, yoksa melik peygamber mi olmak istersin", teklifi yapılmış, Seyyidü'l-Mürselîn; "kul bir peygamber" olmayı sevmiş ve tercih etmiştir. O'nun yemesi, içmesi, yatıp kalkması, insanlarla münasebeti, gece ibadetleri, tefekkürü, muhasebesi her türlü takdirin üstünde olarak, zâhidâne idi:
"Resûlullah (sav) kadar kimse namaz kılamazdı. Mübarek ayakları, fazla kıyamda durmaktan şişerdi. Zikir yapanların da en çok zikir yapanı yine Resûlü Ekrem olurdu." Hz. Aişe validemiz O'na; "Niçin bu kadar kendinizi yorarsınız? Halbuki Cenab-ı Hak, sizin günahlarınızı bağışlamıştır", dediğinde, O; "Şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını vermiştir.
Resûlü Ekrem (sav) duasında: "Ey Allah'ım! Benim yaratılışımı ve ahlâkımı güzelleştir" ve; "Ey Allah'ım! Beni ahlâkların çirkinlerinden uzaklaştır ve koru", buyurmuştur.
Resûlullah (sav), daima zikreder ve halkı da zikre davet ederdi. Çünkü, ibadetin özü zikirdir.
Ebu Hüreyre (ra), birgün halkı mescide davet ederek; "Koşunuz! Resûlullah mirasını dağıtıyor", dedi. Halk mescide gelip miras dağıtıldığını göremeyince, Ebu Hureyre'ye dönerek ne demek istediğini sordular. Ebu Hüreyre onlara; "Ne gördünüz?" diye sorunca; "Kimisi Kur'ân okuyor, kimisi zikir yapıyor", dediler. Ebu Hüreyre; "İşte Resûlü Ekrem'in mirası budur" dedi.
Resûlü Ekrem'in hayatını örnek alan sahabenin, zühd ve takva hayatına Kur'ân-ı Kerîm şöyle işaret eder: "Yataklardan yanları uzaklaşır (gece teheccüd namazı kılmak için yanlarını yataklardan ayırıp kalkarlar), korkarak ve umarak Rab'lerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler."
"Geceleri az uyurlardı, seherlerde istiğfar ederlerdi."
"Simaları, yüzlerindeki secde alametlerinden bellidir."
Hz. Ebubekr'in (ra), Allah aşkından ve zikrullahtan ciğerinin yanık koktuğu haber verilir.
Hz. Ömer (ra) de, çok ağlardı. Oğlu Abdullah diyor ki: "Ömer'in arkasında namaz kıldım. Üç saf arkada iniltisini duydum."
Hz. Osman (ra), tefekkürü, korkusu çok olan bir âbid idi. O şöyle der: "Eğer cennet ile cehennem arasında bulunsaydım da hangisine gideceğimi bilmeseydim, nereye gideceğimi öğrenmeden önce kül olmayı tercih ederdim."
Keza; Hz. Ali (kv) zâhidlerin başı, âbidlerin büyüğüdür. "Görmediğim Allah'a ibadet etmem" diyerek, ibadetindeki ihsan şuurunu ve takvasını ispat etmiştir.
Sevgili Peygamberimiz (sav), Vedâ Hutbesi'nde insanın yaratılış gayesini teşkil eden işte bu ubûdiyet gerçeğine işaret eder, insanları Allah'a itaate davet eder.
Esasen, kulluğun mazisi 'Bezm-i Elest'e uzanır. Cenab-ı Hakk'ın, yarattığı ruhlara; "Ben, sizin Rabbiniz ve hâlikınız değil miyim?" sualine cevaben bütün ruhlar; "Sen bizim Rabbimizsin!" demişlerdi. Bu, ezelî bir kulluk muahedesi, anlaşması idi. Bu muahede yahut ezelî biat, ebede doğru uzanıp gidecekti.
Nitekim insan, ceset olarak çamurdan şekillenip ruh üflenince halifetullaha namzet bir kul haline geldi:
"Hani, Rabb'in meleklere; 'Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım, demişti."
Halife olma sıfatıyla kulluk mükellefiyeti birbirini tamamlar. Zira, halifelik vasfı, Allah'a kul olmanın ileri bir merhalesi veya kulluğun yüceliğine erme halidir.
Ve Cenab-ı Hak, kulluk şuuru ve vazifesiyle gönderdiği insana herşeyi hizmet ettirmiştir. Yeryüzü ve herşey insanın emrine verilmiş, insan da Allah'a kulluk için yaratılmıştır:
"Yeryüzündeki her şeyi, sizin emrinize müsahhar kıldı."
İnsandaki bu üstünlük, fazilet ve şeref insanın çamur kalıbına üflenen nefhâ-i ilâhîden gelmektedir. Bu nefha, Hak'tan bir cevherdir ve fıtrî yapısı itibarıyla Hakk'a yönelmelidir. Cin ve insanların yaratılış gayesi zaten ibadettir. Çünkü ibadet ve kulluk; Allah'a dönüşün, Hakk'a seyr ü seferin gerçekleşme yoludur. Peygamberlerin görevi de, insanları ibadet yolu ile Hakk'a çağırmak ve çevirmektir.
İşte Vedâ Hutbesi'nde, üzerinde önemle durulan ubûdiyet gerçeği bu büyük mânâ ve hedefi yakalamak içindir.
Aslında, insanın yanında herşey Allah'a kulluk etmektedir. Şu âyet-i kerîmeler bunu anlatır:
"Göklerde ve yerde ne varsa; onlar da, gölgeleri de sabah-akşam, ister-istemez Allah'a secde eder." "Yedi gökle yer ve bunların içinde bulunanlar O'nu tesbih ederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur."
Şu husus katiyetle bilinmelidir ki, kâmil anlamda kulluğun gerçekleşmesi için nefis terbiye ve tezkiyesi şarttır. Hattâ denebilir ki, kulluğun önündeki engel, nefsin günahı ve kötülüğüdür. Nitekim bu gerçek, Vedâ Hutbesi'nin girişinde belirtilmiştir:
"Nefislerimizin fenalıklarından ve kötü emellerinden O'na sığınırız."
Dikkat edilirse burada insanın iç yapısına dikkat çekilmektedir. Hakkını, hukukunu, hürriyetini dava ettiğimiz insan nedir? Bunun bilinmemesi halinde her reçetenin yanlış olacağı, her tedavinin hastalığı daha da vahimleştireceği ortadadır. İşte, ulûhiyet ve ubûdiyet gerçeğinden ve de insanın iç yapısından habersiz kişi ya da kuruluşların, insan hak ve hürriyetlerini tesbit etme ve vermede isabetli olamayacakları buradan anlaşılmaktadır. Günümüz psikologları ve sosyologları, aydınları ve de siyasîleri asıl bu hususta vahim bir yanlış ile karşı karşıyadırlar.
Resûlullah (sav) Efendimiz, bir diğer hadislerinde; "Senin en büyük düşmanın, iki koltuğun arasındaki seni kuşatan nefsindir." buyurur.
Yine Peygamber Efendimiz (sav): "Şimdi biz, küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunuyoruz!", buyurdu. Ashab; "Büyük cihad nedir, ya Resûlellah?" dediler. Resûlullah (sav); "Nefis ile mücahededir." diye cevap verdi.
Bu hayatî konuya Kur'ân-ı Kerîm de, ehemmiyetle temas etmektedir:
"Ve nedâmet çeken nefse yemin ederim ki..."
Hiçbir mükellefin nefsinden emin olamayacağını, Hz. Yusuf'un (as) ağzından hikâye yoluyla bir âyet-i kerîme bize anlatmaktadır: "Ben nefsimi temize çıkarmam. Zira nefis, kötülükle emreder."
Kulun hidayete ulaşması; nefisle mücahedesiyle doğru orantılıdır: "Bizim için mücahede edenleri, bizim yollarımıza hidayet ederiz."
Nefis terbiye ve tezkiyesiyle elde edilen mesut netice, ahlâk-ı hamidedir. Sevgili Peygamberimiz, kulluğun güzel ahlâkla tamamlanabileceğini her fırsatta vurgulamış, nübüvvetin gayesinin güzel ahlâkı tamamlamak olduğunu beyan etmiştir.
Hişam'ın oğlu Said anlatıyor:
"Aişe validemizin huzuruna girdim. Resûlullah'ın ahlâkından sordum. Buyurdular ki: 'Sen, Kur'ân'ı okumuyor musun?' Ben; 'Evet, okuyorum', dedim. Aişe validemiz; 'Resûlullah'ın (sav) ahlâkı, Kur'ân'dır' buyurdular."
Resûlullah (sav) bir duasında; "Ey Allah'ım! Benim yaratılışımı ve ahlâkımı güzelleştir" ve yine; "Ey Allah'ım! Beni ahlâkların çirkinlerinden uzaklaştır ve koru" buyurmuştur.
İşte Mevlâna, temeli kulluğu kâmil anlamda gerçekleştirmek olan nefis terbiyesini gerçekleştiren tasavvuf yolunun bir müntesibi, bir kâmilidir. O halde Mevlâna'nın yolu, kâmil anlamda kulluğu gerçekleştirmektir şeklinde özetlenebilir.
Bu hususta bazı sözlerine yer verelim:
"Ey delikanlı, o yüce yolculuk için, mihrab yanındaki mum gibi kulluğa kıyam et, Hakk'a hizmetin kemerini belinden çıkarma."
"Allah'a vuslatın hasreti ve O'na erişin talebiyle, fitili kesilmiş mum gibi sabahlara kadar gözyaşı dökerek yan, yakıl."
Bu kulluk yolunda aklın, Kur'an'a tâbi olmasını, Resulullah'ın mesajına teslim olmasını ister:
"Aklı, Muhammed Mustafa'nın önüne kurban et; 'Hasbiyallah' de ki: Kula Allah yeter."
"Eğer sen Mukaddes Kur'an'ın dergahına kaçarsan, orada bütün peygamberlerin ruhlarıyla görüşürsün."
Mevlâna'nın şu sözleri de kulluğu önemle vurgular:
"Elinden geldiği kadar kul ol, sultan olma 'Gûy' denilen top gibi mütevazi ol, 'Çavgan' olma."
"Her kul, köle olduğu kapıdan azad olunca sevinir, mesrur olur. Bense senin ulûhiyet kapında ne zaman kul, köle olursam, o vakit sevinir, şâd olurum."
Ve Mevlâna'da kulluk aşk derecesini alır:
"Aşk içinde hayat bulan kimsenin yanında Allah'a kulluktan başka herşey küfürdür."
KULLUK VE KADER
Kader konusu; daha Hz. Resûlullah döneminden beri mahiyet itibariyle tartışılan ve künhüne tam anlamıyla varılamayan derin bir konu olagelmiştir.
Varlık adına herşey Allah'a ait olup yegane Hâlik, Fail ve Mürid olan Allah'tır. Hür irademiz bile küllî iradenin içerisinde olduğu halde bu herşeyi kuşatan küllî iradenin neticesi olan takdir-i ilâhî hakkında söz söylemek dipsiz bir kuyuya inmek olacaktır.
Bu sebeple Hz. Resûlullah Efendimiz (sav) kader üzerinde ileri geri fikir beyan etmekten sahabileri men etmiştir.
Sonraki dönemlerde selef bu konuyu irdelememiş fakat, İslâm Ordusunun fetihlerinin genişlemesiyle beraber yeni yeni kültürlerle münasebetler başlamış, bilhassa hıristiyan ve yahudi toplumların bu konudaki soruları artmaya başlamıştı. İslâm'ın şartlarını yerine getirme ya da günahlarından dönme zorluğu çeken bazı yeni müslümanlar, bir de bunca yeni müslümanın eğitim ve öğretiminin nasıllığı üzerinde acziyete düşen bazı ilim erbabı, insanın elinde hiçbir irade olmadığını, bu yönden insanın rüzgarla sürüklenen bir yaprağa benzediğini, dolayısıyla kişinin yaptığından sorumlu olmayacağını savundular. Böylelikle sorumluluk duygusundan kendilerini kurtarıp, her türlü eksik sıfatlarını Allah'a izafe ettiler.
Başka bir grup ise yaptıkları her iyiliği ve kötülüğü kendilerine izafe ederek Allah'ın lütuf, inayet ve kudretini bir kenara ittiler. Kaderi de reddederek Allah'ın küllî iradesini sezip kavrayamadılar.
Ehli sünnet âlimleri ise orta bir yol izleyerek; insanın cüz'î iradesinin varlığını, bu iradeyle hayır veya şerri dilediğini, Cenab-ı Hakk'ın da hayrı ya da şerri içeren fiilleri yarattığını ortaya koymuşlardır.
Mutasavvıflar ise Ehli sünnetin görüşüne Allah ile aralarında vaki olan edebi çok güzel yedirerek en isabetli ve verimli düşünüşe sahip olmuşlardır. Fiil olarak, günahlarını ve amelsizliklerini Allah'a izafe etmek şöyle dursun; her günahtan kaçınıp her güzel ameli de huşû ile yapma gayretine girmiş, bu güzelliklerini de kendi eserleri değil Allah'ın lütfu olarak görmüşlerdir. Kendilerinden sadır olan hatâda ise boyun büküp tevbe etmeyi, göz yaşı dökmeyi tercih etmişlerdir. Bu düşünce ve hayat tarzlarıyla beraber Allah'ın küllî iradesi hakkında yanlış bir beyanda bulunmak veya O'na eksiklik izafe etmekten; cüz'î-külli irade sınırını beyan etmekten uzak durmuşlardır.
Başlarına gelen her iyilik veya belâda Allah'ın iradesini gözlemeyi ve bu iradeye râm olmayı, oluşa iştirak etmeyi, o küllî kader çizgisinde yine yüce Allah'ın belirlediği noktaya doğru seyrederek orada yer almayı murad etmiş ve küllî iradeye bu uyumun neticesi olmak üzere Allah'ın lütuf kapıları kendilerine açılarak birçok nimete gark olmuşlardır. Bu nimeti üzerlerinde görenler, bu iman ve ibadet dolu, edep dolu hayatı onlarda görenler, kader çizgilerini bu Allah dostlarıyla birleştirmek suretiyle Cenabı Hakk'ın kader programına ayak uydurma noktasında isabet etmişlerdir.
Kader noktasındaki bu anlayış ve yaşayışın bir çok faydaları vardır:
Cenabı Hakkın koyduğu irade sınırına tecavüz ederek hatâya düşülmemiş olunur.
Kötü sıfatların Allah'a, yine iyi sıfatların insana izafesiyle düşülen sorumsuzluk, başıboşluktan ve de kibirden emin olunur.
Bu mantalite kişiyi, her güzelliği yaşama, her çirkinlikten uzak durma cehd-ü gayretine götürür. Bunun sonucunda ise Rıza-i Bâri vardır.
Hakikî teslimiyet ve de Allah'a, dostlarına ve kullarına karşı hatâ etmemek, yani Allah'ın takdir ettiği güzel çizginin dışına çıkmamak bu mantalitede gizlidir.
Bu mantık ve yaşayış, kişinin kendisinden emin olmamasını ve dinine, dininin gerek ve ibadetlerine alışmamasını sağlar. Böylelikle insan her an kendisini yeniler ve kemâle doğru seyreder. Aksi ise kişinin ya aşırı hırslı ya da nemelazımcı olmasına yol açar.
Bu ilâhî oluşu görmek, kişiyi insanların da seviyelerini bilmeye, dolayısıyla onları şu anki haliyle kabullenip, seviyelerini, Allah'ın rıza ve kaderine uyumlarını azamî nispette sağlamaya sevkeder. Bunun neticesi ise insanlık seviyesinin yükselmesi, kardeşlik ve huzurun teminidir.
Zıddı ise bencilliğin, kavga ve anarşinin, sevgisizliğin davetçisidir.
İşte Hz. Mevlâna her varlığa, yaratılışı, kaabiliyeti ve bulunduğu seviye icabı davranmış ve bunun ceremesi olmak üzere, diyalog kurduğu her insan ve varlığı sevip barışık olabilmiş ve de bir adım daha atmalarını sağlayabilmiştir. Şu misaller onun bu felsefesine ışık tutacaktır:
Mevlâna bir gün "Yetmişiki millet sırrını bizden işitir..." demişti de, devrin mutaasıplarını çileden çıkarmıştı. Kadı Siraceddin'e dert yanmışlardı:
-Mevlâna herkesle dost olduğunu söylüyor, yetmişiki millet dostumdur, diyor. Bu nasıl olur, bu söz küfür değil de nedir?
Kadı Siraceddin, bu sözün tahkiki için bir adamı Mevlâna'ya gönderiyor. Adam, Mevlâna'ya soruyor:
- Sen yetmişiki milletle dost olduğunu söylüyormuşsun, doğru mu?
- Evet, böyle söyledim.
Ağza alınmayacak sözlerle hakaret ediyor adam. Mevlâna sabır ve sükûnet içinde dinliyor, sonra:
- Sözleriniz bitti mi? diyor.
Adam:
- Evet, deyince ona şöyle hitap ediyor:
- Ben senin söylediklerinle de beraberim, seninle de dostum.
Hz. Mevlâna kendisinin sohpetlerine katıldığı halde henüz kendisini tanıyamayan bu insanın idrak ve irfanının sınırlarını çok iyi görerek kırıcı değil yapıcı bir cevap veriyor. Hz. Mevlâna'nın burada kader noktasında yakalayıp teşhis ettiği başka bir güzelllik de şudur: Bu insan hatâlı konuşmuş olsa da sözlerinin gerisinde dini koruma gayreti vardır. İşte bunu çok güzel sezen Hz. Mevlâna: "Ben seninle de beraberim" derken o gayrete ortak olduğunu belirttiği gibi; kendisiyle ve insanlarla ne büyük bir erginlikle barışık ve kardeş olduğunu, Hz. Resûlullah'ın yanındaki birkaç kişinin tiksindiği hayvan leşi için "Ne kadar güzel dişleri var." diyerek gösterdiği Allah'ın yarattıklarında güzeli görme meziyetini ne güzel sergilediğini ortaya koymaktadır.
İşte Hz. Mevlâna'nın Allah'ın takdirine bu isabet ve güzellikle uyumu az evvel çıkışan insanı diriltiyor. Şaşırıyor gelen adam... Sonra içinde bir burkulma, pişmanlık duyuyor. Büyük insanın dizlerine kapanarak özür diliyor.
Mevlâna kinsiz kavgasız, barışık bir dünyayı düşünüyordu yediyüz yıl önce...
Bir gün devrin ileri gelenlerinden birine sormuşlardı:
-Neden Mevlâna'yı bu kadar çok seviyorsun?
Cevabı şu olmuştu.
-Her peygamberi ümmeti, her veliyi müridleri sever. Fakat görüyorum ki Mevlâna'yı herkes seviyor. Ben nasıl olur da sevemem?
İşte Hz. Mevlâna bir sohbetinde her seviyedeki insanla nasıl barışık olduğunu şöyle izah ediyor:
Mevlâna bir gün buyurdu ki:
-Ben her işimde muvaffak olurum.
Talebesi, "Bu nasıl olur?" diye sordular.
- Cümle halk ile iyi geçinme huyum sebebiyle galip olurum. Mümkün oldukça onları ıslah etmeye gayret gösteririm. Eğer kabul etmezlerse ben onlara tâbi olup ellerinden kurtulurum, dedi.
İşte böylelikle karşısındaki müminle diyaloglarını yıpratmadan muamele eden Hz. Mevlâna sabırla ve küçük hamlelerle en kabiliyetsiz insanı bile bir noktaya, başka bir tabirle gelebileceği noktaya getirmişlerdir. Zaten bize düşen vazife mümin kardeşlerimizin gelmesi gereken yere gelmesine yardımcı olmaktır. Zira Cenab-ı Hakk'ın o kardeşimize gelecekte neler bahşedeceğini bilemeyiz. Şu anki hatalarına takılmak gelecekte kendisine verilecek olan şeyleri kabullenmemizi de zorlaştırır ki bu ise mutlak kadere isyan olur.
Şöyle bir misalle arzedelim: Bir ressam bir resmi yapmaya yeni başlamış olsa, biz bu tamamlanmamış resimde bir çok hatâ bulabiliriz. Ne var ki resim tamamlanmış olmadığı için kendisinde eksiklikler bulunması doğaldır. Biz cehalet, haset, gaflet ya da diğer bir duygu saikiyle o resmi kabullenmeme mantığına bürünsek hem ressamın büyüklüğünü hem de doğacak güzel bir sanat eserini körü körüne inkar etmiş oluruz.
İşte her mümin kardeşimiz de Allah'ın bir sanatıdır. Terbiyesi tamamlanmamış bir insanda hatâlar bulunması bu cihetle doğaldır.Ve bu cihetle muamele edemememiz mutlak kadere ters düşmek olur.
Kâmil insanı diğerlerinden ayıran farklardan birisi de şudur ki; halk birbirini şu anki tavırlarına göre değerlendirir, kâmil insanlar ise insanları gelecekleri konuma göre değerlendirirler. Yine insanlardan kaabiliyet sınırlarından fazlasını istemek Allah'ın takdirine ters düşmek olur. Hattâ Allah'ın beklediğinden fazlasını insanlardan istemek, hem kendimizin bilmeden Hakk'ın yerine koymaktır, hem de karşımızdaki insana zulümdür.
Görüldüğü üzere Hz. Mevlâna bu sırrı kavradığı ve mutlak kaderle uyum içerisinde olduğu için herkesle barışık idi.
Gerçekten Mevlâna, din ve mezhep farkı gözetmeden herkesle görüşüyor, onları dinliyor, sonra bir söze başladı mı, karşısındakini inandırıcı sağlam delillerle kendi tarafına çekiveriyordu. Bu yüzden kendisiyle görüşen bir çok hıristiyan, yahudi ve şaki onu dinledikten sonra Müslüman olmuş, hidayete ermiştir.
Bir gün görüştüğü bir papaza sormuştu:
- Sen mi büyüksün yoksa sakalın mı?
Papaz çekinmeden cevap vermişti:
- Ben sakalımdan yirmi yaş büyüğüm.
- Senden yirmi yaş küçük olan sakalın ağarmış. Yazık değil mi ki sen hâlâ karanlıklar içerisindesin!
Bu sözün taşıdığı ince, zarif mânâyı anlayan papaz, hemen o gün müslüman olmuştu.
Konya yakınlarındaki Elâtun Manastırı'na gidiyor, orada papazlar, Mevlâna'yı derin bir huşu içinde dinliyor, sözlerini gönülden tasdik ediyorlardı. Bir gün Konya çarşısından geçerken, karşılarına bir papaz gelmişti. Papaz, Mevlâna'yı görünce eğilerek sevam verdi. Mevlâna Hazretleri daha fazla eğilerek karşılık verdi. Papaz doğrulunca baktı ki, Mevlâna hala saygı duruşundadır. Sonunda görüşüp ayrıldılar. Biraz ilerledikten sonra, Mevlâna yanındakilere:
-Şükür Allah'a tevazuda papazı yendik, demişti.
Görüldüğü üzere bazen taşı gediğine oturtarak, bazen tevazu göstererek, başka dinden olan insanları bile olduğu gibi kabul ederek işe başlamış ve kısa zamanda hidayetlerine vesile olmuştur. Hattâ Mevlâna'nın cenazesine Rum ve papazlardan iştirak edenler olmuştu. Bazı münasebetsizler: "Hıristiyan müslüman cenazesine gelmez, niye geliyorsunuz?" dediler.
Onlar da: "Biz peygamberimizi bu zâttan öğrendik." cevabını verdiler.
Yine bir gün papazla karşılaştılar. Mevlâna selam verip eğildi. Papaz sordu:
- Ben hıristiyan olduğum halde niçin selam verdin ve eğildin.
- Ben senin şahsına değil; Allah'ın sendeki tecellisine; sendeki, Allah'tan kutsal emanet olan ruha selam verdim, deyince papaz sanki yeniden doğmuş gibi şehadet getirip müslüman olur.
Demek ki her insan için Allah'ın biçtiği bir güzellik var. Biz bunu görebilir ve insanlara aksettirirsek kısa zamanda insanların kendi değerlerinin farkına varması söz konusu olur. Kendini tanıyan da Rabbini tanır ve insanların Allah'ın lâyık gördüğü üstün konuma ulaşmasına yardımcı olmak en yüce bir ibadet olsa gerektir. Ne var ki bu kutsal ibadet büyük bir sabrı, engin bir gönül iklimini gerektirir:
Hz. Mevlâna çarşıda dolaşarak insanları selâmlıyor.
Yanında bulunanlardan bir tanesi:
- İnananların hâlini nasıl görüyorsunuz? diye sorduğunda Hz. Mevlâna o şahıstan eteğini tutmasını istiyor. Mevlâna'nın eteğini tutan şahıs bir de ne görsün? Kimi insan maymun, kimi insan eşek vs. suretinde. Hazret soruyor:
- Gördün mü insanların hâlini?
Demek ki Mevlâna'ya, hangi insanda hangi kötü sıfat varsa, o insan, kendisinde biraz o sıfattan olan hayvanın sûretinde gösterilir.
İnsanı tanıyıp irşad etmelerine kapı açan bu görüş ve tahammüle, ikaz ve irşada devamlı olmak kolay olmasa gerekir.
Hz. Mevlâna'nın herşeyi yerli yerine koymaya dikkat ettiğini, hattâ bütün mahlukata yaradılışı icabı davrandığını gösteren birkaç misal daha verip konuyu tamamlayalım.
l Bir gün Mevlâna semâda iken bir sarhoş da dönmeye başladı. Mevlâna'ya çarptıkça yine dönerdi. Öğrencilerinden bir kaç kişi onu tutup uzaklaştırdılar. Kavga çıktı ve sarhoşu incittiler. Mevlâna onlara darılıp:
- Şarabı o içmiştir, sarhoşluğu siz ediyorsunuz, dedi.
Bir vakit Mevlâna Konya Hamamına vardı. Talebesi o gün gidip buhurlar yakarak istikbal için döndüler ve o esnada hamam boş kaldı.
Miskin lepra illetine tutulanlar hamamda Mevlanâ'ya ayrılan yeri tenha bulup suya girdiler.
Vaktâ ki Mevlâna geldi. Talebesi cüzzamlıları incitip sudan çıkardılar. Mevlâna onlara seslenerek derhal soyunup onların yanına gittiler. Cüzzamlıların üzerlerine döktükleri suyu altlarından alıp kendi mübarek başlarına dökerek, o zavallı hastaların gönüllerini aldılar. Orada bulunanların cümlesi Mevlâna'nın ahlâk güzelliği ve nefsinin yüceliğine hayran kaldılar.
Bir gün Mevlâna Konya'da bir sokaktan geçiyordu. Köpeğin biri yol üzerinde uyumuştu. Mevlâna durdu. Talebesi de durdu. Birisi önden geliyordu. Yol üzerinde köpeğin uyuduğunu gördü. Köpeğini oradan kovdu. Mevlâna ona darılıp:
- Niçin onun rahatını bozdun? dedi.
Şu misal aynı zamanda Hz. Mevlâna'nın bendelerine olan sevgisinede misal teşkil eder:
Bir gün Mevlâna, Çelebi Hüsameddin'e geçmiş olsuna gitti. Talebesi ve dostları önden ve arkadan mahalleyi doldurdu. Bir dar mahalciğe bir köpek geldi. Talebesinden biri o köpeğe vurup kovdu. Mevlâna ona bağırıp:
- Ey bîhaber! Çelebi'nin mahallesine mensup olan köpeği mi dövüyorsun? dedi.
Bütün bu misallerle beraber konuyu hülasa etmek gerekirse şunları söyleyebiliriz.
Mu'tezile'ye göre fiilleri yaratan kuldur; yine kuldan südûr eden her fiilin fâili de kuldur. Mevlâna'ya göre ise kul ancak duygu ve düşüncesi ile bu fiilleri yaratabilir. Duygu ve düşüncelerini kendisi yaratmadığı ve kendisinden südûr eden fiiller de bu duygu ve düşüncelerle yaratıldığına göre kul kendi fiillerinin hâlikı olamaz. O halde yegane yaratıcı Allah'tır.
Kulun fiillerinden hasıl olacak iyi veya kötü şeylerin faydası da kulun zannettiği gibi değildir; Cenab-ı Hakk'ın dilediği ve bildiği gibidir.
Sünnet ehli bilginlerinin görüşlerine açıklık getiren Mevlâna, konu hakkında şöyle söyler; "Peygamberler dediler ki evet Allah çekinip kurtulmaya imkan bulunmayan nitelikler yaratmıştır. Fakat geçici nitelikler de yarattı ki onları terketmek mümkündür. Herkesin nefretini kazanan kişi, o sıfatları terkeder, huylarından vazgeçerse herkesin sevgisini kazanır, herkes ondan razı olur... Kuma toprak ol dersen acizdir, toprak olamaz. Ancak toprağa balçık ol dersen bu öz yerindedir. Toprak balçık olabilir. Allah insana topallık, yassı burunluluk, körlük gibi çaresiz illetler vermiştir. Ama, ağız, yüz çarpıklığı ya da baş ağrısı gibi kimi hastalıklar da vermiştir ki, bunlara çare vardır..." Mevlâna başka bir örnekle de insanın irade özgürlüğünü belirtmeye çalışıyor: "Ey gönül, cebirle özgürlüğü birbirinden ayırdetmek için bir örnek getir ki, ikisini de anlayasın: Titreme hastalığından dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el. Her iki hareketi de bil ki, Allah yaratmıştır. Ancak bu hareketi onunla karşılaştırmaya imkan yoktur. Kendi seçiminle el oynatmandan pişman olabilirsin. Ancak titreme hastalığına tutulan bir adamın pişman olduğunu ne zaman gördün."
"Biz su üzerindeki kûse gibiyiz. Kûsenin su üzerinde gitmesi, kendi ihtiyariyle değil, suyun irade ve hükmü iledir. Bu, genel olarak böyledir. Yalnız bazıları suyun üzerinde olduklarını bilir, bazıları bilmezler."
Mevlâna, insanın sorumluluğunu bir örnekle anlatıyor: Adamın biri bir bağa girmiş, zerdali ağacını silkerek meyveleri yemeye başlamış. Bunu gören mal sahibi "Allah'tan korkmuyor musun?" deyince, 'Neden korkayım, ağaç Allah'ın ağacı, ben de Allah'ın kuluyum. Allah'ın kulu, Allah'ın malını yiyor." karşılığını vermiş. Bunun üzerine bağ sahibi adamı bir ağaca bağlayarak bir sopa ile iyice döğmeye başlamış. Sopanın acılarına dayanamayan adam, bağ sahibine "Allah'tan korkmuyor musun?" deyince, bağ sahibi "Niçin korkayım? Sen Allah'ın kulusun, bu da Allah'ın sopası, Allah'ın sopasını Allah'ın kuluna vuruyorum." demiş. Böylece Mevlâna adamın çalma fiilinden dolayı sorumlu olduğunu vurgulamıştır. Demek ki, Mevlâna her şeyin Allah'ın bilgisi ve gücü içinde olduğunu kabul etmekle birlikte insanın sınırlı bir özgürlüğünün bulunduğunu vurgulamaktadır. Bundan dolayı da insanı sorumlu tutmaktadır.
Mevlâna'nın Davet Ettiği Gerçek
Onun "ne olursan ol gel" dediği şey Seyr ve Hakk'a vuslattır, Allah'a doğru yolculuktur ve nihâî hedef olarak Yüce Allah'ın huzurudur. Tasavvufun öz tabiriyle vuslattır. Bu ulvî gaye velayet ve irşad yoluyla gerçekleşir.
Mevlâna elbette "gel" diyor tüm insanlığa, ama "geldiğin gibi kal" demiyor; aksine insan-ı kâmil'e gelen kimsenin katı taş olsa, mermer kesilse bile bir inci olacağını bildirmektedir. "Katı taş olsan, mermer kesilsen bile bir insan-ı kâmil'e ulaştın mı inci olursun / Temiz erlerin sevgisini tâ canın içine dik; gönlü hoş kişilerin sevgisinden başka bir sevgiye gönül verme /Ümitsizlik köyüne gitme, ümitler var. Karanlığa doğru yürüme, güneşler var. / Gönül seni gönül ehlinin mahallesine çeker, benlikse seni bilakis hapishanesine çeker / Hadi bir insan-ı kâmilden gıda ver gönlüne; yürü, devleti devlet sahibinde ara."
İslâmî literatürle ifade edersek deriz ki, Mevlâna'nın velayet ve irşad yoluyla "gel " diye davet ettiği şey esasen İslâm'ın takvaca ve azimetçe yaşanmasıdır.
İnsanları Allah'a kulluğa yönelten vesileler olan peygamberler, veliler, mürşidler ve âlimler, aynı zamanda ölümden sonra Mahkeme-i Kübra'da da insanlara faydalı olacaklardır. Mevlâna'ya göre insan-ı kâmil "Bu mâsivadan ölmüş, Allah'da dirilmiştir." Mevlâna'ya göre insan-ı kâmil, vaktin "İsrafil"idir; onların birinci nefesleriyle beşerî benlikler ölür, ikinci nefesleriyle Rabbanî benlikler dirilir. Mevlâna hemen peşinden uyarmaktadır; "O'nun eteğine sarıl da âhir zaman fitnelerinden kurtul... /Bu kılavuz olmadıkça bu arada yola düşme"
Mevlânâ Fîhi Mâ Fih'de "Bilgin olmadığı halde kendisine doğru yolu gösteren birisine ulaşmayan kimse sapıtır gider." demektedir. Dünya hayatında ikaz ve irşad yoluyla insanların kurtuluşlarına ve hidayete vesile olan bu büyükler ahirette de insanlara sorgu-sual, hesap ve mizan gibi zor ortamlarda yardımcı olacaklardır. Bu büyüklerin bu yardımının adına İslâmî literatürde "şefaat" denmektedir.
Burada vesile ile şefaat gerçekleri birbirini bütünlemektedir. Kurtuluş vesileleri olan Allah dostları (peygamberler, veliler ve gerçek âlimler) ahiret hayatında insanlara şefaat yoluyla yardımcı olacaklardır.
Dünya hayatında Allah'ı insanlara, insanları Allah'a sevdirme görevi ile çalışan hidayet rehberleri, ahirette de yine insanları felaketten korumak için Cenab-ı Hakk'a niyazda bulunacaklar, Cenab-ı Hak ise onlara olan sevgisi ve rızası hürmetine onların dileklerini kabul edecek, böylece insanlar, günahkar da olsalar "şefaat" sebebiyle kurtuluşa ulaşacaklardır.
Hz. Mevlâna'ya tekrar kulak verelim:
"Katı taş olsan, mermer kesilsen bile bir insan-ı kâmil'e ulaştın mı inci olursun / Temiz erlerin sevgisini tâ canın içine dik; gönlü hoş kişilerin sevgisinden başka bir sevgiye gönül verme /Ümitsizlik köyüne gitme, ümitler var. Karanlığa doğru yürüme, güneşler var / Gönül seni, gönül ehlinin mahallesine çeker, benlikse seni balçık habiphanesine çeker / Hadi, bir gönüldeş /insan-ı kâmil'den gıda ver gönlüne; yürü, devleti devlet sahibinde ara."
İşte Mevlâna, dünyada ikaz ve irşadı ile hidayet öncüsü olduğu gibi, inşaallah ahirette de Cenab-ı Hakk'ın izni ile şefaat etmeye muvaffak olacaktır. Zira şefaat, Cenâb-ı Hakk'ın, iyi kullarına verdiği bir yetkidir.
Hz. Mevlâna ve Nefis Terbiyesi
Nefs-i Emmâre
Nefsin ilk basamağıdır, kötüyü emreder. Hak düşünülmez, gaye ve gayeye varmak için dünülenler batıldır. Islahı için, uyulan kimsenin sözlerini paha biçilmez mücevherdir diye değerlendirip onun nazarına mazhar olmak için gayret etmek gerektir. Zor bir düşmandır. Hiçbir mücadele onunla yapılan kadar zor olmaz. Bu mücadelede tevhid başı çekerse kurtuluş kolaydır. Yani çokça "Lailahe illallah" demek. Vücut ülkesini tasarrufu altına aldığı an, akıl, irade, hisler kısaca herşey onun emrindedir. Böyle insan hem maddeten, hem mânen tehlikelidir.
Hakikat önünde en aşırı karanlıktır. "Nefs-i emmare kötülüğü emreder." Nefsin bu hali adeta vahşi hayvanların, korkunç manzaraların olduğu bir karanlık vadiye benzer. İnanmayan insanların halidir bu. Hakikatin zıddı kâmilidir. Ve de ruhun ayağına takılan kelepçedir. Bu mertebede olan insan doğruyu göremez. Doğruya yanlış der. Mevlâna bu vadideki insanları ahırdaki mahluklar olarak beyan ediyor.
Mevlâna, Mesnevî'sinde bir kâmilin şaşı olan müridinden bahseder. Bu kâmil insan, müridine der ki: "Evladım, bana testiyi getir." Mürid, şaşı olduğu için testiyi iki görür. Ve, "Sultanım testi iki tane, hangisini getireyim?" der. O kâmil, bir hakikatın ispatı için ona, "O zaman birini kır, ötekini getir." der. Mürid birini kırdığında elinde sadece testinin sapı kalır. İkinci bir testinin olmadığı hakikatı ile karşılaşır.
Mevlâna, bu misali nefs-i emmaredeki insanların hakikat karşısında şaşı olduğunu beyan için zikreder. Evet, nefs-i emmarede bulunan kimseler gerçeği göremez ve hakkı batıldan ayıramazlar, bu sebeple devamlı hatâ ve isyan ederler. Mevlâna, nefsi diğer sûfîler gibi çeşitli sembollerle anlatır:
"Putların anası bir put olan nefsinizdir; çünkü put yılandır; nefis putuysa ejderha / Nefis, demirle taş gibidir; put o çakmak taşından sıçrayan kıvılcımdır; o kıvılcım suyla söner gider / Fakat çakmak taşıyla demir, ne vakit suyla söner? İnsanoğlu bu ikisi kendisiyle oldukça nasıl esenliğe ulaşır? / Testide gizli duran kara sudur; nefsi ise bu kara suya kaynak bil / O yontulmuş put, kara sele benzer; put yonan nefisse ana yoldaki kaynaktır / Bir parçası yüzlerce testiyi kırar ama kaynağın suyu durmadan dinlenmeden çoşar kaynar / Put kırmak kolaydır, pek kolay; fakat nefsi kırıp geçirmeyi kolay görmek bilgisizliktir, bilgisizlik / Ey oğul, nefsin şeklini arıyorsan yedi kapılı cehennemin hikayesini oku / Her solukta bir düzeni vardır nefsin, her düzeninde de yüzlerce Firavun, o Firavunlara uyanlarla beraber batar gider / Mûsâ'nın Rabbine, Mûsâ'ya kaç, Firavunluk ederek iman suyunu dökme / Ahad'e Ahmed'e el et; a kardeş kurtul nefis Ebu Cehilinden."
İşte Hz. Mevlâna'nın beliğ olarak ifade ettiği bu menfi halin geçilmesi kurtuluş için zarurîdir, şarttır.
Nefsin bu mertebesinde kelime-i tevhid ve riyazet gerekir. Mevlâna, bu dönemi, babasının halifesi Seyyid Burhaneddin ile aşmıştır. Oruç, zikir ve çile gibi nefsi terbiye metodlarıyla...
Nefs-i Levvame
Mücahede ve mücadele ile nefsin bu ülkesinden kurtulan insan, "Levm Sahrası"nda kendini bulur. Buna "Nefs-i Levvame" denir.
Nefs-i Emmare ile mukayese edilemeyecek ilâhî üstünlükleri mevcuttur. Kabul etmek lazım ki, burası da emin bir yer değildir. Sâlik burada Hakk'a biraz daha yakın olmasına rağmen mâsivânın içinde bulunur. Hatâ eder, günah işler, ama pişman olur. Nedametle ağlar. Ah, vah eder; sonunda aynı hatâları tekrar eder. Kısaca, "Hak yolculuğu"nda, bir hal üzerinde devam eden bir istikrarı yoktur. Kurtulmak için, nisbet olunan 'Kâmil'e teslimiyet bir kayda bağlanmamalı. Muhabbeti ile muhabbetlenmeli. 'İsm-i Celâl'e cankurtaran simidi gibi sarılıp onu dilden ve kalbden kesmemeli. Sonunda 'Kâmil İnsan'ın himmet ve nazarı erişir, bu vadi de geçilir.
Levvâme, nefsin bir üst halidir. Mânâdaki işaretleri yeşil çimenler, sahralar, ağaçlar, sular, çeşmelerdir. Bu hal inanan insanda olur. Hatâyı düzeltir, sonra yine hatâ eder. Sonra pişman olur. "Yine kasem ederim pişmankar nefse" ifadesi bu nefsi anlatır.
Bu halden insan mutlaka ayrılmalı, Hakk'ın rızasına muhatap olabilecek bir hale yükselmelidir. İşte Mevlâna da bunu yapmıştır. Bütün bunlar Kur'an gerçekleri, İslâm'ın gerekleridir.
Nefs-i Levvame, ancak İsm-i Celâl'i (yani Allah (cc) ismini) çok zikretmekle ve de riyazetle aşılır. Riyazet, mide ve yiyecekler yoluyla nefse hakimiyet kesbetmektir. Ta ki, nefis şımarmasın, dizginlensin. Riyazetin esası az yemek ve oruç tutmaktır ki bu, nefsi terbiyeye yardımcı olmak için, sırf Allah adına yapılır. Riyazet, iradeyi Hakk'a boyun eğdirmek demek olan mücahedenin en önemli unsurudur.
Nefs-i Mülhime
Nefs-i mülhime, Rahmânî ilhamların gelmeye başladığı yerdir. İnsan buraya kadar iki kademe geçip inancı kuvvetlenmiştir. Olacak olan işler mânen keşfedilir. Bu hal onun inancını kuvvetlendirir. Yaptığı ibadetlerin feyzini ve lezzetini almaya başlar. İbadetlerin zevkinden gözyaşlarının huşu içinde akmaya başladığı dönemdir.
Nefs-i mülhimede bağlar, bahçeler, nehirler, ırmaklar mânâda seyredilir. Hu isminin çokca zikredildiği makamdır. Bu halde insan mânen kuş gibi uçmaya başlar. Mâneviyatında denizleri yürüyerek geçer.
Bu hal insanda imanla küfrün çatıştığı noktadır. Nefis bu makamdan sonra hakimiyeti kaybeder. Kalp, itminana erer. Onun için çok ciddî mücadeleler vardır. Ruh-u sultan, vücut hakimiyetini ele almak ister. Nefis de ele almak ister. İnsan bu halde iki sesi de duyabilir. Nefsin inkârını, ruhun ikrârını... Bir hak nazar, bir mürşid velî olmadan bu berzah geçilmez.
Nefis ve ruh iki şofördür. Akıl direksiyon, vücut kalisör. Aklın fonksiyonu şoförüne bağlıdır. Hangi güç akla hakim olursa, akıl onun hesabına çalışır. Onun için ilâhî vahyin kontrolünün dışındaki akıl, yakıcı ve yıkıcı bir güçtür.
Bizim iman ve insan meselesi diye anlatmak istediğimiz budur. Yani imanlı insan, ruhunu aklına hakim kılar. Akıl hayırlara vesile olur. Bu insan da bulunduğu her yerde cemiyete faydalıdır.
Mülhime makamında sâlik, 'Hu' ismini vird edinir. Bu âlem, sinyaller âlemidir. Varlığın izâfî, 'Mutlak Varlık'ın ise hakîkî olduğunun şifreleri çözülür. Rahmânî tecelliler olduğu gibi sadık olmayan ilhamlar da bu halde zuhur eder.
Esma-i İlâhiye'nin tecellisini sâlik bu makamda görür, çeşitli nûranî berzahlardan geçer. Kapılmaması, "Maksadım Allah rızasıdır" deyip teslimiyet ile yolculuğuna devam etmesi şarttır. Bu makam, nefis âleminde Hak ile bâtılın sınırıdır. Kâmil mürşidi olmayanın buradan öteye seyri mümkün değildir. Şu kadar ki, yaptığı zikirin mükâfatını alır fakat mânen yolculuğu burada noktalanır. Bu noktaya gelmişken zamanımızda bilerek veya bilmeyerek yanlış ifade edilen bir meseleye parmak basmak yerinde olur.
Mesele şu:
"Seyr ü sülûk'e karar vermiş bir insanın, İslâm'ın zahirî düsturlarını tam bilmesi şarttır." Aşağı-yukarı, iddianın özü budur. Buna cevaben deriz ki; seyr ü sülûk'te bulunan insanın, İslâm'ın zahirî düsturlarını tam bilmesi mümkün değildir. Seyr ü sülûk için esas; teslimiyet, mahviyet ve hizmettir. İslâm'ın zahirî düsturlarının öğrenilmesi bu yolculukta hal iledir. Yani burada, kâl'in (sözün) değeri yoktur. Maksadı Allah rızası olan sâlikin hali; zikir, havfullah, muhabbetullahtır. Durum bu olunca, İslâm'ın zahirî düsturlarını bilmeyen ümmî insan için "Seyr ü sülûk'te bulunamaz" iddiası, ilmî mesnedden mahrumdur. Seyr ü sülûk'un zahir ile ilgisi olmakla beraber esası mânevî bir yolculuktur. Nitekim Peygamberimiz, "Her insanın kalbinden Allah'a bir yol gider" hadisi ile bu yolculuğun sahasını belirlemiştir. Şu kadar var ki, seyr ü sülûk'te olan sâlikin hatâya düşmesine mani olmak için, mürşid-i kâmilin İslâm'ın zahirî düsturlarını bilmesi lüzumludur. Hal böyle iken, geçmiş devirlerde "Kurbiyet Makamı"na kadem basmış insan-ı kâmillerin bir çoklarının dahi ümmî olduğunu görmekteyiz. Meselâ, Peygamber Efendimizin methiyesini kazanmış Üveysü'l-Karânî, tasavvuf tarihinde büyük velilerden olduğu rivayet edilen (intisabından evvel eşkiya olan) Fudayl b. Iyaz, mezhep imamı İmam-ı Şâfî Hazretleri'nin mürşidi çoban Şeybân-ı Râi Hazretleri, yakînen tanıdığımız Yunus Emre, onun ile aynı devirde yaşayan Hz. Mevlâna'nın talebesi olan Kuyumcu Selâhaddin gibi büyükler ümmî kâmillerdir. Zahir ilmi bilmemelerine rağmen halleri, yaşayışları İslâm'ın ta kendisi idi. O halde esas, zahirî ilimleri bilmek değil İslâm'ı yaşamaktır. Bu yolculukta teslimiyet, mahviyet ve hizmet olursa vuslata ermemek için hiçbir sebep yoktur. Esasen, bu mânevî mektebin gayesi budur. Aksi halde, dörtbaşı mamur bir insanın bu yola intisabına niçin gerek duyulsun? Bu hususu böylece noktaladıktan sonra esasa geçelim.
Nefs-i Mülhime'de Nazar-ı Hak, kâmil insan vasıtasıyla zuhur edince, sâlik, beşerî sıfatlardan kurtulup ilâhî sıfatları hal edinmeye başlar. Bu dönemde Esma-i İlâhiye'nin ve Ef'âl-i İlâhiye'nin tecellileri zuhur eder. Muhabbeti gittikçe artar; intisap ettiği kâmil insana teslimiyeti, mahviyeti ve hizmeti, doruk noktasına varır. Resulullah muhabbetinin gönül âleminde kök salmaya başladığı bu an, mânâ âleminin hazinelerinin bulunduğu 'Nefs-i Mutmainne' halidir.
Nefs-i Mutmainne
İnsan, çalışması, ibadeti, teslimiyeti ve kâmil bir insanın himmeti ile bu makama gelir. Kâmil bir zat ile ilgisi olmayanının nefsinin mutmain olması mümkün değildir. Zira bu makam nefsin karanlık âleminin idam edildiği vadidir. Bir başka ifade ile insanın kendini inkarıdır. İnsanın nefsî mizacını, karakterini mantalite ve tarz olarak inkârıdır. Veya idamıdır. Onun için bir kâmil olmadan bu hal mümkün değildir.
Bu hal ve makamda hazineler unutulur, hep ötesi düşünülür. Bu durumda nefis mutmain olmuş, gönül de Huzur-u Resulullah'a varmıştır. Her an Peygamber aşkı artar, gittikçe korlaşan bu sevda, sâliki, Peygamber huzurundan ayırmaz. Bu hale 'Fenâ fi'r-Resul' denir. Bu makamda sâlik, mürşidin direktifine göre ya Hak ya da Hay ismini vird edinir.
Bugün cemiyetlerler ahlâk-ı zemimenin fonksiyonu olan yalan, zina, dedikodu, fitne, fuhuş, faiz, hayâsızlık, haset, ucup, kibir, gurur... vs. gibi hallerin esiri ise, bütün bu halleri terbiye edecek insan-ı kâmillere dünden daha çok bugün ihtiyacımız vardır. Bugün, insanlık Mevlâna'lara, Hacı Bektaş'lara, Yunus'lara her zamankinden daha fazla muhtaçtır. Kâmil millet ve cemiyet, kâmil insanlardan oluşur.
Kur'an'da: "Ey emin ve mutmain olmuş nefis! Ondan razı olarak, onun rızasını kazanarak Rabbine dön. Gir salih kullarımın zümresine, gir cennetime!" buyurulmaktadır.
Mevlâna, bu ayetteki kul ile cenneti eş anlamlı kabul ederek şöyle izah ediyor: Mutmain olmuş kalp, Allah'ın tecellilerine mazhar olmuş kalptir. Cennete olan tecelli, mutmain olmuş kalbe de vardır. Kul odur ki, kalbi, Allah'ın tecellisine mazhar olarak cennet bahçesi haline gelmiştir.
İnsan bu halde gökyüzünde seyreder, feleklerle seyahat eder. Esma-i ilâhî tecelli eder, sıfat-ı bârî seyredilir. Mevlâna'nın istismar edilen cümlesine bakınız; o ne diyor, kimileri ne anlıyorlar?!
"Müslümanlığın kafirliğin dışında bir ova,
Uçsuz bucaksız ovada sevdamız uzar gider.
Ârif olan geldi mi usulca başını koyar,
Ne müslümanlığa yer var orada, ne kafirliğe.
Nefs-i Radıye
Kalbin mutmain olmasından sonra, insan, Allah'ın kaza ve kaderine razı olur. Nefis Allah'tan razı olur. Kaza ve kadere karşı isyan bitmiştir. Allah'a karşı tam bir teslimiyet zuhur etmiştir.
Mânâda mevcudat yok olmuştur. Beyaz veya kırmızı nurlar içinde kendini görür veya bazı renkten nurlar içinde...
Yeryüzünde herşey fânîdir. Sadece Allah bâkîdir. Hak ve Hay isimlerini çok zikreder. Huyu halim selimdir. Ahlâk-ı hamidesi tekamül etmiştir. Herkes ondan razıdır. Fenafillah ve hemen arkasından bekabillah hali zuhur eder. Her gezip yürüdüğü yerde "Enel Hak" der. Bu mecrada Mevlâna şöyle der;
"O'nun küpünün rengi, Allah boyasıdır; o küpte herşey bir renge boyanır / Birisi o küpe düşse de sen ona kalk çık küpten desen, neşesinden der ki: Beni kınama, küp benim / O küp benim demek ben Hakk'ım (Ene'l-Hak) demektir, rengi ateş rengidir, ama gene de demirdir o / Demirin rengi, ateşin renginden yok olmuştur, susuyor görünür ama ateşlikten dem vurmaktadır / Madenden çıkan altın da kızıllaştı mı, dilsiz dudaksız söylediği söz "ben ateşim" sözüdür / Ateşin renginden, ateşin huyundan alevlenmiştir de "ben ateşim, ben ateşim" der durur / "Ateşim ben" der, şüphen varsa, ateş olmadığımı sanıyorsan bir dene, elini bir değdir bana / Ateşim ben, şüphen varsa bir soluk, yüzünü yüzüme koyuver."
Bu oluştan mürşidin nazarı ile geçilir. Devamlı vahdet halinde bulunur. Şöyle der Hz. Mevlâna;
"Kul, varlığından mutlak olarak fânî olmadıkça tevhid, onun zatında tahakkuk etmez / Tevhid hulûl değildir, senin yok olmandır; yoksa asılsız lâflarla hiçbir bâtıl hak olmaz." "Kim, nefsi öldü de kötü huylardan arındıysa Tanrı'ya ulaşır derler. Hâşâ, Tanrı'ya değil, Tanrı yoluna ulaşır; böyle olmazsa zaten o, noksan sıfatlardan münezzeh olan Tanrı'nın yolundan azmış olur."
Mevlâna bu makamda ehadiyet deryasına garkolmuş bir halde konuşur: "Ne rengim var benim, ne nişanım. Benim de bildiğim sırlar var diyeceksin ama hem o sırlarım ben, hem o sırları saklayanım. Ben bir denizim. Kendi varlığı içinde taşan uçsuz bucaksız."
"İki dünya yok oldu gitti bende
Sen bizim aynamızsın ey can
Amma yaptın dedi o da ne demek
Şu gördüklerin hep benim
Yoksa dedim sen o musun?
Ey kendine gel sus dedi.
Bak bana apaçık ortadayım da gene gizliyim.
Sen beni gör asıl beni"
Başka mısralarında şöyle der:
"Ama sen canı da bir bil teni de
Yalnız sayıda çoktur onlar alabildiğine
Hani şu bademler gibi bademler gibi
Ama hepsinde de yağ bir."
Nefs-i Mardıyye
İnsan Cenab-ı Hak ile keyfiyetsiz konuşur. Onu müşahede eder. Allah'ın sıfatı tecelli eder. Zatı müşahede eder. Kayyum ismi virdi olur. Allah bu kuldan razıdır. Nefisten hiçbir şey kalmamıştır. Ruh aslına rücû eder. "Ölmeden evvel ölünüz" sırrı tecelli eder.
Mahlukata karşı sonsuz merhametli olur. Merhamette Resulullah'a varistir. Allah'ın azabından kulları korur. Bütün insanlığa kucak açar. Rahmet okyanusuna davet eder.
Onun vazifesi irşaddır. Bu vazife ona Allah'tan verilir. Bu makamda kafirin tadacağı azap seyredilir. Sonsuz marhametle rahmet-i ilâhiyye davet edilir. Bu makamda Hz. Mevlâna :
"Gene gel gene! / Ne olursan ol,
İster kafir ol, / İster putperest, / İster mecusi,
İster, yüz kerre, tevbeni bozmuş olsan da gel!
Bu dergah, ümitsizlik dergahı değil!" demiştir.
Bu halde iken, Mevlâna 'gel' dedi. Nereye? Olduğu yere. Orası neresidir? Allah'ın huzuru veya İslâm'ın kâmil anlamda yaşanması.
Nefs-i Kamile
Nefsin bu halinden sonra Tecelli-i Zât zuhur eder. Bu, seyr ü sülûk'te kemâl noktasıdır. Bu halde Fenâ Fi'llah zuhur eder. İkilik ortadan kalkmıştır.
Görünen kendi zatıdır; "değil sanma gayrullah" ölçüsünde yok olunmuş, nefis aradan çekilmiştir. "Ene", unutulur, Hâlık ile olunur. Bu halin izahı zor ve mahzurludur. Şu kadar bilinmeli ki, bu haller bu yolun tabiî bir neticesidir. Ancak, yaşayanın halini izhar etmesi mahzurludur. Zira bu haller hususî hallerdir. Halbuki mü'min hususî hallerden değil, umumî kaidelerden yani İslâm'ın zahirî düsturlarından sorumludur. Mezkur hallerin izahı, zahire terslikmiş manzarası hissi verdiğinden bu halleri setretmek vaciptir.
Bu makam kutupluk makamıdır. Bu makam, yaşayanların idrak edeceği bir makamdır. Ki tasavvufun ve tabiatıyla Mevlâna'nın anlaşılmasında amel ve halin önemi ısrarla zikrolunmaktadır.
Nefs-i safiye (kâmile), insanlar için takdir olunmuş en yüce makamdır ki, bu makam insanı melekler seviyesine ulaştırır. Bu makam kemâlat makamıdır. Bu makamı elde eden insan Cenab-ı Hak tarafından insanları, nefslerini terbiye yoluyla kemâle ulaştırmak için görevlendirilir. Mevlâna, bu yüce mertebeyi kazanmış bir Hak dostu, bir mürşid-i kâmil ve bir peygamber varisidir.
Görüldüğü üzere Mevlâna'nın şahsında, İslâmî bütünlük içinde velayet yolunun önemini, Hakk'a yolculukta kâmil mürşidin hayatî ehemmiyetini anlıyoruz. Keza, bu çerçevede kulluk yolunda seyr ü sülûkün ve nefis terbiyesinin zaruretini de vurgulamış oluyoruz.
Bu noktada işin fiiliyatına parmak basmak tabiî bir sonuçtur. Yani, bu kadar önemi olan velayet yolunda irşad olayı nasıl olmaktadır? Zira bir şeyi teorik anlatmanın -gereği yapılmadıkça- matlup olan neticeyi hasıl etmeyeceği açıktır. Hem matlup olan maksadın açıklanması hem de bu mânâda Mevlâna'daki derinliği daha iyi anlamak için "Velayet ve İrşad" gerçeğine işaret etmek büyük önem taşımaktadır.
Velayet ve irşad, İslâm'ın mesajının insanlar tarafından anlaşılması, gaye olan Allah'a kulluğun gerçek anlamda gerçekleşmesi bakımından meseleye boyut kazandırmaktadır.
Bu konu Mevlâna'yı anlamak açısından önem taşıyor. Zira Mevlâna, velayet yoluyla, kâmil mürşidlerin eliyle yetişmiş bir kâmildir. Keza kendisi, yine velayet yolunda bir mürşid-i Kâmil olarak hizmet etmiş, binlerce insanın hidayet ve kurtuluşuna vesile olmuştur. Yani Mevlâna, hem mürid, hem de mürşid olarak velayet ve irşad gerçeğinin müşahhas bir örneğidir.
Bu hallerden sonra Bekâ Bi'llah, Bekâ Ender halleri zuhur eder ki, bunlar çok yüce hallerdir.
Bu izahlardan anlaşılan, nefsin; mürşidin, Peygamberin ve yüce Cenab-ı Hakk'ın zatında yok olma hallerinde nefsin yedi mertebesine nasıl tırmandığı hususudur. Burada anlatılan gerçekler, anlatılamayanlara nispetle deryada bir katre misali gibidir. Aslolan, bu hallerin ilim olarak bilinmesi yanında amel ve hal olarak yaşanmasıdır. Zaten bu ulvî yolun yolcusu, Hak dostu Mevlâna, "Ben ol da anla!" dememiş miydi?
Demek Mevlâna'yı anlamak, ilim sahibi olmaktan ziyade amel ve hal sahibi olmayı gerektirir. Bu temel kural asla unutulmamalıdır. Zaten Mevlâna'nın anlaşılamaması yahut saptırılması, idrak zaafiyetinden yahut bu temel kuralın kavranamamasındandır.
Hz. Mevlâna ve Nefsin Bazı Halleri
Ask: Fena Hâlinin Burağı
Mahviyet, Hakk'ın varlığında nefsin erimesi, insanın teslimiyet ve itaatının önündeki engellerin kalkmasıdır. 'Ene' yıkılınca nefis ülkesinde Hak iktidar olur. Mâsivâ yok olur ve insan gerçek aşk ile dirilir.
Aşk, sevgilinin seveni ihata etmesi, sevenin, sevgilide yok olmasıdır. İnsan gönlünde Hakk'ın kendi kendini sevmesidir.
İnsanın maksadı Allah'a vuslattır. Marifet ilmi ancak vuslat ile elde edilir. Vuslat için aslolan üç merhale vardır ki, seyr halinde olan sâlik, mertebesine göre, bu yolda ilim tahsil eder.
Üç mertebe ve hal aşk ile aşılır:
1-Fenâ Fı's-Şeyh
Mürşidin muhabbetinde yok olma, erime ve kaybolma demektir. Onda yok olma ile başlayan bu hal, sonsuz teslimiyeti gerektirir. Yaptığı işlerde hikmetler aranır. Kusurlar "ene"ye mal edilir. Teslimiyetin esas olduğu bu yolculukta mürşidin kâmil olması gerektir. İslâm'ı yaşaması ve dâvâ etmesi onun ana meselesidir. Bu zatın hali, Allah tarafından bir elbise gibi ona giydirilir. Bu zatın, mülkün sahibinden "irşad etme" emrini alması zarurîdir. O bakımdan bir insanın bir cemaat tarafından mürşid olarak seçilmesi yanlıştır. Seçilen bu kişi dînî ilimlerde ve yaşayışında ne kadar ileride görünürse görünsün, böyle bir vazife ile mükellef olması mümkün değildir. Karganın bülbül olması nasıl muhal ise, Hak tarafından böyle bir emre muhatap olmadan irşad makamında olmak da muhaldir.
Sâlike ilk nazar Fenafişşeyh'de olur. Kâmil insanın nazarı ile vuslat yolculuğu başlar. "Emmare Makamı"nda olan nefis, ona nazar edenin aşkını üzerinde gösterir.
Kâmil insanın (mürebbilerin) varlığında nefsini eritme, onun varlığında yok olma halidir. Bu, mutlak varlığa ulaşmak için seyr ü sülûkun ilk basamağıdır.
Bilindiği gibi, varlık âleminden geçip Mutlak Varlık'a varmak için yapılan yolculuğa 'Seyr ü Sülûk' denir. Vahdet şerbetini içmiş büyüklerin ifadesiyle 'varlığı yoklukla neticelemeyi gaye edinmiş yolculuk'tur. Salih, elini verdiği zatın terbiyesinde varlığından soyunmak kararı ile bu seyre (yolculuğa) başlar. "Zât tecellisi"ne ermekle yolculuk kemâle erer. Aranılan budur. Bulunan "Mutlak Varlık"la, varlıklar unutulur. Bu işin sonunda emir alınıp tekrar bu âleme dönmek gerekirse, "geldiğin yolla gelecekleri getir" buyurulur. Bu, en yüksek mekamdır. Bu zirveye varan kâmile, 'mürşid' denir.
Vesile ve rabıta meselesini anlatırken Hakk'a ulaşmada vasıta ve vesilenin önemini vurgulamıştık. İşte gayelerin en ulvîsi olan Hakk'a kurbiyet yolunda vesile, mürşid-i kâmildir. Kurb-u velayet yolu diye adlandırılan bu yolda kâmil mürşid, Cenab-ı Hakk'ın koyduğu ezelî kanunun tabiî ve hayatî bir zaruretidir. Nefis terbiye ve tezkiyesi ancak kâmil bir mürşidin nezaret ve refakatinde gerçekleşir. Hakk'a kurbiyet kesbetmenin kaçınılmaz şartının, nefis terbiyesi ve tezkiyesi olduğu bilinmektedir.
Mevlâna Hazretlerinde, şeyhi Şems-i Tebrizî'ye karşı engin bir sevginin olduğunu görüyoruz. Şems'in ilk ayrılışında firkatten yanan Hz. Mevlâna, vücudunun her zerresinde Şems'i yaşamıştır. Şems'in ebedî ayrılışı ise, onu yakmış, Şems'te yok olmayı yaşatmıştır.
"Ey Tebrizli Şems!
Dinim aşktır benim / Ben senin yüzünle övünürüm
Bunu unutma hatırla ama
Ne vakit olacak / Ne vakit / Ne vakit
Şarap olacak / Şarap
Ben olacağım / Ben
O olacak / O."
Mevlâna, bu mısralarda Şems'teki yokluğu ifade ediyor. Bir başka beyitinde: "Ben, o! O, ben!" der. Fuzulî bu hali şöyle anlatır: "Leyla Mecnun'un kolunu ister. O da 'Kimin kolunu kesip, göndereyim?' der."
2-Fena Fi'r-Rasül
Ezelî olan vasıta ve vesile kanununun yine tabiî ve zarurî gereği, Peygamber'in (yani Resul-i Ekrem'in) varlığında nefsini yoketme yahut eritmedir. Zaten kâmil mürşidler Resulullah'ın (sav) varisi olmaktan başka birşey değillerdir.
Gerçek anlamda Allah'a vasıl olmada vasıta ve vesile peygamberlerdir, tabiatıyla Resul-i Ekrem'dir (sav). Peygamberler Yüce Hakk'a kurb-ü nübüvvet yoluyla vasıl olurlar. Nübüvvet nurundan sair insanların istifadesi ise, biraz evvel belirtildiği üzere velayet yoluyladır.
Nefis, bir mürşid-i kâmilin nezaretinde terbiye oldukça Hakk'a vuslat yolunda kademe kademe çıkılır. Özellikle "Nefs-i Mutmainne" makamında fenafirresul haline ulaşılır. Burası, Allah'a vuslat yolunda en büyük ve yüce istasyon gibidir.
Mürşidde fani olma döneminden sonra, fenafirresul devri başlar. Bu dönemde sâlik, daha sakin ve de olgundur. Artık o, varlık aleminde Hz. Peygamber'ledir.
Mevlâna, şöyle der:
"Bugün Ahmed benim
Ama dünkü Ahmed değil
Bugün anka benim
Ama yemle beslenen kuşcağız değil
Tur-i Sînâ'nın gönlüyüm ben
Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum
Benim sarhoşluğumun sonu yok!"
"Bizim peygamberimizin tariki, yolu, aşk yoludur. Biz aşkzadeyiz, anamız aşktır."
3-Fenâ Fi'llah
Ruhun beka âlemine ulaşması demektir. Nefsi terbiye etmenin, Allah'a vuslat etmenin son merhalesidir bu. Ölmeden önce Hakk'a vasıl olmanın ifadesidir bu. Kulluğun zirvesi ve en mesut neticesidir bu. Bu hal, bu makam sözden ziyade hal ile yaşanır ve lezzeti tadılır. Hususiyle ehl-i hal tarafından...
Kulluk yolunda, Allah'a vasıl olabilmek için nefsin terbiye ve tezkiyesi bu üç kademede gerçekleşirken, insan nefsi bazı makamlardan geçerek kemâle doğru seyreder. Başka bir ifade ile nefis menfî vasıflarından ayıklanır, müsbet vasıflara sahip olur. Nefis, Allah'a vuslata layık hale gelince "ruh" adını alır, Kur'an ifadesiyle nefs-i mutmainne...
Nefsin bu seyr ü sülûk olayında başlıca yedi mertebesi vardır. Emmare, levvame, mülhime, mutmainne, raziye, merziye, kâmile yahut safiye. Her bir mertebenin hal ve alametleri, zaruret ve gerekleri vardır.
Cihad-ı Ekber, mücahede diye de adlandırılan bu zorlu mücadele herşeyden evvel nefsi inkar ve ona muhalefetle başlar ve sonuna kadar bu mânâ ve mahiyetle devam eder.
Üçüncü dönem fenafillah halidir. Mevlâna, Allah'ın varlık ve birliğini bilmek nedir diye soranlara: "Kendini Ehad'ın huzurunda yakmak, yok etmektir." diyerek bu hâli ifâde ederdi.
Ona göre "Güzel Allah'ın aşkından gayri her ne varsa, velev ki, şeker yemek olsun, can çekişmekten başka birşey değildir."
Peygamberin yolu aşk yoludur. Aşk, annemizdir, biz, aşktan doğduk. Seviyoruz ve hayatımızın güzelliği bu yüzden. Mevlâna'ya göre, sevilen her fânîde Allah sevilir.
Mecnun'un zamanında güzeller vardı. O güzeller Mecnun'a verildi. O, bunlara sevgi göstermedi. "Ben, Leyla'yı dış güzelliği ile değil, aradığımı bulduğum için seviyorum." dedi. "Leyla bir kadehtir. Mühim olan kadehin cinsi değil, kadehin içindekidir. Leyla kadehinde ben aşk şarabını içtim. Öyle kadehler vardır ki, dıştan süslüdür, fakat içinde birşey yoktur."
Peygamberimiz, hacamat yaptığında sahabe kanını emerdi, saçlarını, hırkasını muhafaza eder, istimdat ederdi. Hâlâ da öyle... Bütün bunlar Peygamber'in taşıdığı ruhtan, mânâdan dolayı değerlidir. Bundandır ki, O'nun her zerresine muhabbet aslında Hakk'adır.
Mevlâna:
"Sevgiden acılar tatlılaşır; sevgi yüzünden bakırlar altın olur/ Sevgi yüzünden tortular durulur, arınır... Sevgiden dertler şifa bulur / Sevgiden ölü dirilir, sevgi yüzünden padişah kul kesilir." derken bunu anlatmıştır.
l Nefsin, varlığından geçmesi aşk ile mümkündür. Kömür siyahtır, ateş kırmızı. Ateşe atılan kömür, biraz sonra ateş gibi olur. Allah muhabbetinin olduğu gönül, benliğini kaybeder, sevdiğinin rengine boyanır.
Sâdî: "Kendinde koku olmayan kil, gül ile kalırsa gül kokar. Hak aşıkları ile dostluk bizi O'nun aşkına koyar." der.
Allah sevilirse ona nisbetle mahlukat da sevilir. Allah'ı seveni seversen, Allah'ı seversin. Bu bir kanundur. "Allah'ın öyle kulları vardır ki, onlar kulları Allah'a Allah'ı da kullarına sevdirir. Onlar, birer köprüdür."
Muhabbete merkez olacak şahısları sevmemiz, milletin birbirini sevmesidir. Onlar, milleti birbirine bağlayan harç mesabesindedirler.
Bütün bu gerçekler, mahviyetin sevgiden ve aşktan ayrılmadığını göstermektedir. Kişi severse, sevilenin varlığında fânî olur. İşte Mevlâna, Hak sevgisinde nefsini feda etmiş, Hakk'ın varlığı ile hayat bulmuştur. Bu gerçek, sevgide nefsin mahviyeti anlamına gelir. Onu büyük yapan sır burada...
Hz. Mevlâna'da kulluk ve mahviyet muhabbet ve aşka, bu hal ise kalbin hüzünlenmesine, gözyaşına vesile olmuştur. Bu yüce halleri onun beyitlerinden anlıyoruz:
"Bulut ağlamayınca, çimen nasıl güler? Çocuk ağlamayınca, memeden nasıl süt emer?"
"Allah için ağlayan göz, ne mübarek bir gözdür. Allah için yanan bir kalp, ne mübarek bir kalptir."
"Her ağlamanın sonu gülmedir. Binaenaleyh sonunu gören ve bilahare gülmek için ağlayan, mübarek bir kuldur."
Hz. Mevlâna ve Kadın
Mevlâna Fîhi Mâ Fih adlı eserinde de ifade ettiği gibi, ileri bir görüşle, kadınlığa lâyık olduğu gerçek değeri vermiş, kadın ruhunun inceliklerini bir psikolog gözüyle belirttikten sonra, ona mânâsız baskılar yapmaktan çok onu anlayarak ve yaradılışının icaplarına uyarak hareket edilmesi lüzumunu misallerle anlatmıştır. Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz de hadislerinde kadının, eğe kemiğinden yaratıldığını, bu sebeple sert davranıldığında o kemiğin kolayca kırıldığı gibi kırılacağını, dolayısıyla gezme, giyinme vs. isteklerini ölçüler dahilinde yerine getirmek gerektiğini tavsiye buyurmuşlardır.
Hz. Mevlâna, Resulullah Efendimizin bu tavsiyelerini kendi aile hayatında yaşadığı gibi insanlara da tavsiye etmiştir. Hanımıyla devamlı kayga eden ve geçinemeyen bir şahsa şu nasihatlerde bulunuyor:
"Gece gündüz kavga edip bir kadının huyunu güzelleştirmek ve düzeltmek istiyorsun. Onun pisliğini kendinle temizliyorsun. Kendini onunla temizlemen, onun vasıtasiyle iyileş, güzelleş, ona doğru git. İmkansız olsa bile, onun dediği şeyi kabul et.
İnsanların kötülüklerine katlanmak, tıpkı kendi pisliğini onlara sürmek suretiyle kendini temizlemek gibidir. Senin huyun tahammülle iyi olur, onlarınki ise zulüm ve kötü muameleden dolayı bozulur, kötüleşir. Şimdi madem ki bunu öğrendin, artık kendini temizle ve sana kötülük eden insanları pisliklerini temizlediğin bir bez parçası olarak bil.
Sen desen de, demesen de o kendi bildiği gibidir ve bildiğinden şaşmaz. Söylemekle ona tesir edilmez; hattâ daha kötü olur. Mesela bir ekmek al, koltuğunun altına koy ve insanların görmesine mani ol. Eğer sen: 'Ben bunu insanlara vermiyeceğim. Vermek şöyle dursun göstermiyeceğim bile!' dersen, ekmek ucuzluğundan, bolluğundan sokaklara atılmış olsa da görülmesine mani olmaya başlayınca bütün insanlar onu görmek isteyip senin arkanda dolaşır dururlar ve: "Biz elbette o sakladığın ve görmemizi istemediğin ekmeği görmek isteriz!" diye, ya birini araya kor yalvarırlar yahut da onu zorla almak isterler. Sen o ekmeği bilhassa, bir yıl yeninde saklasan, göstermemek ve vermemekte aşırı gitsen, insanların da buna karşı isteği ve alakası haddini aşar. Çünkü olgunlaşmamış insanlar men edildikleri şeye karşı haris olurlar.
Onda eğer kötü bir işi yapmamak cevheri varsa, sen mâni olsan da olmasan da, o güzel yaradılışına temiz ve iyi huyuna uyacaktır. Sen merak etme. Aklını, işini, gücünü karıştırma; bunun aksine de olsa, o yine kendi bildiği yolda gidecektir. Ona mâni olmak, muhakkak ki rağbetini artırmaktan başka bir şeye yaramaz."
Larende'de evlendiği Lalasının kızı Gevher Hatun'u genç yaşında Konya'da toprağa vermişti. Gevher Hatun'dan, Sultan Veled ve Alaeddin Çelebi adlı oğulları dünyaya gelmiş, bunlar yetişkin birer delikanlı olmuşlardı.
Mevlâna, Gevher Hatun'un ölümünden sonra, Konyalı İzzeddin Ali'nin dul kızı Kerrâ Hatun'la evlendi. Genç ve güzel Kerrâ Hatun iyi bir tahsil görmüş, tasavvuf terbiyesi almış, gönül sahibi bir hanımefendi idi. Mevlâna'nın, Muzaffereddin Emir Âlim Çelebi adındaki oğlu ile Melike Hatun adlı kızı bu hanımdan dünyaya gelmişlerdi. Mevlâna'nın, Şemseddin Yahya adında, genç yaşında ölen bir de üvey oğlu vardı.
Hz Şems ve Mevlâna
ONK. DR. HALUK NURBAKİ
Hz Mevlâna hayatının ilk döneminde mânâ bilimleri açılmadan evvel ilim, ahlâk, İslâmî ibadetlere saygı zerâfeti bakımından dört dörtlüktü. Maddî hiç bir problemi yoktu. O halinde çok büyük insandı. İbadeti, ahlâkı, ilmi olan insan elbette büyük insandır.
Ama, Allah’ın asıl görmek istediği şey, Hz Mevlâna’nın mânâ sahnesindeki patlamasıdır. Bu mânâ sahnesine adım atabilmesi, velâyetin başlayabilmesi için bir nokta vardı, o noktanın açılması lazımdı. Nedir o nokta?..”Bir insanın maddeden mânâya geçişi nasıl olur?… Hangi hadiselerle olur?… diye soran meraklılara cevap olarak; BUNUN BAŞ FORMÜLÜ NAZAR’DIR. Bir başka velînin Cenab-ı Hakk tarafından tayin edilmiş bir kimseye nazar etmesi, mânâ âlemine geçmesini sağlar…
Hz Şems’in hocası yetiştirdiği her birisi mükemmel mânâ talebesi olan müridlerine “Diyâr-ı Rum’da Celâlettin isminde bir zatın irşad edilmesi murad edildi. “Hanginiz talipsiniz?” dedi… Hz Şems sağ elini kalbinin üzerine koyarak, boynunu sola doğru eğerek sustu, talibim kelimesini bile söylemedi. Hocası, “sen anladın, bu işin sonunda başını vermek var” dedi.
Şems, Hz Mevlâna’nın Şam’da ders verdiğini öğrenerek Şam’a gitti. O sırada da Hz Mevlâna’nın hocası “Senin artık hadis sahasında öğreneceğin hiçbir şey kalmadı” diyordu. Hz Mevlâna atıyla şehrin dışında giderken, başı koyu renk bir örtüyle örtülmüş esmer bir adam Mevlâna’nın önünde durarak, “Sen her şeyi biliyormuşsun, öyle ise benim de kim olduğu bil” dedi ve çekti gitti. Hz Mevlâna dondu kaldı. “Ben, bana öğretilen şeyleri biliyorum, bir insanın kim olduğunu nasıl bilebilirim” diye düşündü.
Hz Şems, ilk mesajını vermişti. “Mânâ âlemine geçersen her şeyi bilirsin” demek istemişti.
İki sene sonra Hz Şems Konya’ya geldi ve artık Hz Mevlâna’yı irşad etmek için fiiliyata başladı. Bu ihda dediğimiz yaratılışın kuvveden fiile çıkma safhasıydI. Hz Şems mükemmel bir mürşiddi, hiç bir hata olmasın istiyordu. Bunu maddî bir ameliyata benzetirsek, nerdeyse iğnenin girdiği yer bile acımasın istiyordu.
Konya’da misafir olduğu handa Hz Mevlâna’yı tanıyanlara, nelerden hoşlanıp hoşlanmadığını sordu. Onlar da “kibar, temiz düzgün giyimli insanlardan hoşlanır” dediler.
Hz Şems en eski elbiselerini giydi, biraz da toza-toprağa bulandı. Ama Hz Şems KONYA’DA MÂNEVÎ BİR HAVA BULAMAMIŞ OLMAKTAN DOLAYI RAHATSIZDI. Konya Selçuklu Devletinin başkenti idi. Hiç kimse ibadetinden sarf-ı nazar değildi, hiç kimse haram işleyemezdi. İslâm disiplini vardı ama ŞEMS’İN ARADIĞI MÂNÂ RAKSI YOKTU.
O sırada dul bir kadın kendisine İNFAK edilen bir ciğeri Şems’in kaldığı hanın yanındaki fırıncıya kızarttırmak istedi. Fırıncı para istedi, kadın ise “param yok, bu ciğer de zaten İNFAK olarak verildi bana, öksüzlerime var onlara götüreceğim” diyerek ciğeri kızartmasını söyledi tekrar.. Fırıncı “ben de odun yakıyorum, para vermeden olmaz” dedi. O zaman Şems hüzünlendi, kadının elinden ciğeri alarak kalbinin üzerine koydu ve cızır cızır dumanları tüttürerek ciğerin iki tarafını da kızarttı. O kızartmadan çıkan bir mânevî rayiha vardı ki KONYA’NIN ATMOSFERİNE MÂNÂ KARIŞMIŞ OLDU. Şems buna çok sevindi.
İşte, mânâ dediğimiz olay, şeriatın aslıdır. KONYA HALKI İBADETİNİ YAPIYOR, NAMAZINI KILIYOR, ZEKATINI VERİYORDU AMA İNFAK YOKTU… ONUN İÇİN O ATMOSFERDE BİR MÂNEVÎ İLKAH YAPILAMIYORDU. MÂNÂNIN ÖZÜNDEKİ HİKMETİN BİRİSİ BUDUR.
Ertesi gün toza toprağa bulanmış kıyafetiyle Hz Mevlâna’nın evine döneceği yola çıktı. Karşılaştıklarında, Hz Mevlâna’nın atının geminden tutarak, Şems bir nazar attı.
Hz Mevlâna o anda bütün dünyasının yeniden yapılandığını hissetti. Şems’in bu bakışı “Ben kimim” dediği zamanki bakışı değildi. Hz Şems’in en büyük hususiyetlerinden birisi nazarının âşikar oluşudur.
Hz Şems, Hz Mevlâna’ya “söyle bakalım Bâyezid Bestâmi mi daha büyük, Peygamber mi büyük?” diye sordu. Böyle bir soruyu sıradan bir adam soramaz, Bâyezid Bestâmi bir İslam Velîsi, Peygamber ile nasıl kıyas edilir? diyerek, Hz Mevlâna derhal attan indi, ve “elbette bu tartışılmaz. Bâyezid “bana daha çok ver ya Rabbi derken Resulullah ise aman ya Rabbi ben seni hakkıyla bilemedim ben seni anlatamam senin tanıdığın gibi sana hamd ediyorum derdi, tabii Bâyezid bir bardak su gördü, Resulullah deryanın içindeydi” dedi. Bu izah Şems’in çok hoşuna gitti. Ama Hz Mevlâna Bâyezid’i Resulullah’in ayakları dibinde secde ederken gördü ve zaman diliminden atlayarak mânâya geçmekle neler olacağının farkına vardı. Hz Şems’e “misafirim olun” diyerek davet etti. Hz Şems “Sen benim kahrımı çekemezsin” diye cevap verdi. “Olsun elimizden geleni yaparız” diyerek, aldı evinin baş köşesine misafir etti.
Bir gün, Hz Şems, Hz Mevlâna’ya “bir testi şarap getir” dedi. Hz Mevlâna “hayhay” diyerek bir Rum meyhanesine gitti. Bir testi şarap istedi. Şarabı aldı cübbesinin kollarının arasına koydu, tam çarşının ortasında testi düştü kırıldı.
O an Hz Mevlâna’nın geçirdiği NEFS FIRTINASINI hesap etmek çok güç… Hadis hocası ve rektör olan bir kişinin şarap testisi taşıması anlaşılamaz… Bütün halk koşup geldiğinde yere dökülen şarap gülsuyuna dönüşmüştü. Bütün çarşı gülsuyu kokuyordu… Hz Mevlâna bir şarap daha almak için şarapçıya gittiğinde şarapçı elini ayağını öperek, kelime-i şahadet getirerek, “Sultanım senden sonra dükkanımdaki bütün şarap küpleri gülsuyu oldu” dedi ve müslüman oldu. Hz Mevlâna büyük bir coşkuyla Hz Şems’in yanına gitti.
Velîler Kur’an emirlerinin önceliklerinde veya sırasında bize yardımcı olurlar mı diye sorarsak; diyelim ki bir insan bir velînin yanına gidip namaza dair bir şey sorar, halbuki Velî biliyordur ki henüz iman-ı kemal etmemiş. “Sen şu namaz işini bir kenara bırak da EVVELA İMANINI TAMAMLA” diyebilir. Bu Kur’an emirlerine tekaddüm değildir. İSLÂMİYETİN ÇEKTİĞİ EZİKLİK İMÂNI BIRAKIP DA İBÂDET KALIBINDA KALMASIDIR. Ne İBADET TERKEDİLEBİLİR, NE İMAN TERKEDİLEBİR. HİÇBİR VELÎ İBADETLERDEN TÂVİZ VEREMEZ. Eski bir şairin güzel bir sözü vardır “Şeriattan kim ki bir taş kaldıra başını oraya koya” der. Sen git üç rekat namaz kıl diyemez. Çünkü Velîlik demek Kur’an’a daha çok âşık olmak demektir.
Zahiri görüntülere verilen önem bakımından mânâ ilimleriyle kelam arasında bir yaklaşım tarzı farklılığı olmaması lazım ama yapanlar var. Bazı kimseler tasavvuf biliyoruz diye kelam ilimlerine soğuk bakmışlardır. Bu tamamen cahilliklerindendir. Kelam ilmi olmadan tasavvuf anlaşılamaz. Bugün kendilerini mürşid sayan bazı kişiler Kur’an’ın mânâsını bilmiyor. Tamamını bilmeyebilir ama bir bütün olarak kavramak şarttır. Yoksa nasıl ders verebilir?
Klâsik tarih bilgimiz içinde, Hz Mevlâna ile Hz Şems’in buluşması çok çeşitli şekilde tanımlanmıştır, ama mânâ ilimleri açısından önemi fevkalâde büyüktür. Çünkü, Hz Şems’in mânâya ait bir ışığı, Hz Mevlâna’nın gönlüne yansıtması alenî olmuş bir olaydır.
Tasavvuf tarihinde pek çok velî birbirlerine bu ışığı yansıtmışlardır. Fakat bunları hangi anda nasıl yaptıklarını, hangi imtihan perdeleri içersinde seyrettirdiklerini bilemeyiz. Halbukü Hz Mevlâna ve Şems olayı’nda alenî, herkesin gözü önünde olmuştur. Mânâ ışığı bir insana nasıl yansıtılır ve onun gönlünün önündeki mânâyı gölgeleyen perde, nasıl kalkar? Bu aleni olmuştur. Onun için fevkalâde önemlidir tasavvuf tarihi bakımından.
Aleniyetin özünde yatan hikmet de, İlâhî sırların herhangi bir çevre putu olmamasıdır. Yani diğer insanlar bunun gibi görürse görür, çünkü bu bir İlâhî emirdir.
Mevlâna hazretleri, Hz Şems’e bir gün;
-Sultanım, pek çok yerlere uğradın, orada irşâd edecek insanlar bulamadın mı ki buraya kadar zahmet ettin? mânâsına gelen bir soru sorar. Hz Şems’in o zaman yaptığı espri çok güzeldir. Bu zarif, hikmetli bir tasavvuf esprisidir ve pek çok hakikatı olan bir espridir. Hz Şems;
- GİTTİĞİM YERLERDE HEP HÂŞÂ ALLAH’LIK DÂVÂSINDA OLANLARA RASTLADIM. HİÇ “KUL” OLANA RASTLAMADIM, İLK DEFA KUL’A RASTLIYORUM, O DA SENSİN, demiş.
Bunun anlamı nedir? Herkes tasavvuf yapıyorum, tarikat yapıyorum, yahut dindarım diye kendisini ilâhlaştırmış. Her şeyi ben biliyorum, ben yapıyorum, ben, ben, ben… Hz Şems; BU BENLER VAR YA, İŞTE GÖNLÜN ÖNÜNDE, PARÇALANMASI LAZIM GELEN PUTLARDIR BUNLAR. BUNLARIN AZ SAYIDA OLMASI, ANCAK BİR KULA NASİPTİR Kİ, “SEN BÖYLE BİR KULDUN, ONUN İÇİN SENİ TERCİH ETTİM” diyor. Yine bu meâlde Hz Şems’in çok güzel bir sözü vardır; “Biz kıyamete kadar Mevlâna’nın yüzde biri kadar kabiliyetli bir kul bulursak mutlaka teşrif eder, kendisini irşad ederiz.” diyor…
Onun için ilk buluşmanın hikmeti, sırrı, İlâhi emânetin, gönül cereyanının aktarılması tasarrufudur. Onun içinde çok kıymetlidir. O ânın yaşanması, o ânın içerisinde bulunanlar ve o ânı tekrar tekrar yaşayan pek çok dervişler vardır.
Hz Şems, Mevlâna’yı GERÇEK KULLUĞA GÖTÜRMEK İSTİYORDU. GERÇEK KULLUK KENDİ İFADELERİNDE DE SÖYLEDİKLERİ GİBİ KENDİ GÖNLÜNDE NEFSİN BÜTÜN SİLÜETLERİNİ KALDIRIP CENÂB-I HAKK’A HÂZIR HÂLE GETİRMEKTİR. Bunu gönlü takîy etme, nakîy etme işi diye kabul ediyoruz. İşte bu eğitimi verdi ve Hz Şems’in Mevlâna ile sohbetlerindeki ilk dönem esas nokta bu eğitimi vermesidir.
Bu eğitimi verirken Hz Mevlâna’nın o gün için dünya tutkusu sayılabilecek olan iki önemli hâdise vardı… Bunları kaldırdı… MEVLEVÎ TARİHİ OKUNURKEN BUNLAR GÖZDEN KAÇIYOR. BUNLARDAN BİR TANESİ; MEVLÂNA’NIN HOCALIĞI İDİ. Yani Üniversitede ders verme, bunu da âlemi İslâm adına yapma göreviydi. Ama bu da nefse ait bir tutkuydu aslında. Nefsin tamamen tezkiye olması lazımdı. Birinci perde de onu kaldırdı. Hz Mevlâna’nın etrafında teşekkül eden dünya sınırlarını bir alev makinasıyla yakıyordu Hz Şems…
İKİNCİ ÖNEMLİ HADİSE DE, Hz Mevlâna’nın evinde çok zarif bir havuz ve havuzun başında bir gül bahçesi vardır. Burada da kütüphanesi vardı. Kütüphanesi yarı döner vaziyetteydi. Akşamları odasına doğru, gündüzleri ise bahçeye doğru dönüyordu. Bu kütüphanede, sekiz yüzsene evveline kadar gelmiş geçmiş İslâm dünyasına ait bütün kıymetli eserler vardı. Hz Mevlâna’nın âlim yanını nazara aldığımız zaman, bunların hepsini okumuştu.
Hz Şems, “Sen bunlarla mı meşguldün” diye sorunca “evet” cevabını aldı. Hz Şems kütüphaneyi bir anda eliyle tuttuğu gibi havuza attı. Bu da Mevlâna’nın bir başka dünya tutkusuydu. Onların bir tanesi bile feda edilebilinecek kitaplardan değildi. Hz Mevlâna’ya hafif bir mahzunluk çökünce “Niye üzüldün?..” dedi. “Sizin emirleriniz benim için üzüntü vesilesi olamaz. Feriddüddin’in bana imzaladığı bir kitap da vardı içlerinde” dedi… (Feridüddin Attar’ın çok önemli meşhur bir eseri Pendnâme) “O imzalı olduğu için bir hâtıra kıymeti taşıyordu” dedi Bunun üzerine de “Peki onu verelim o zaman” dedi ve elini havuza atarak PENDNÂME’Yİ çıkardı verdi…
ONDAN SONRA MEVLÂNA HAYRETLE ARTIK MESAJLARIN SATIRLARDA DEĞİL, SADIRLARDA, GÖNÜLLERDE OLDUĞUNU SEZMEYE BAŞLADI…
Çünkü, Mevlâna daha düşünmeden Şems anlatıyordu. Hz Mevlâna, “Acaba şu konuyu bir sohbet konusu yapsak mı?” diye düşündüğü zaman, Şems anlatıyordu ve anlattığını Hz Mevlâna ezberliyordu. Acayip bir şey!.. Çünkü Şems, gönülden gönüle eğitime başlamıştı. Hz Mevlâna bir beytinde, (Mecalis-i Seb’a yahutta Divan-ı Kebir’de olsa gerek) “Hani diyor,”bir gün âlemleri seyretmek, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetlerini öğrenmek için, senden niyazda bulunmuştum da birdenbire timsah oluvermiştik. Timsahın gözlerinden deryaları seyrettirmiştin bana. Ben de hayretler içerisinde kalmıştım. Çünkü timsahın gözünde deryanın bir bardak su kadar küçüldüğünü bilmiyordum” diyor…
Şimdi bu ne demektir biliyor musunuz?.. Cenâb-ı Hakk’a yakınlık için, Cenâb-ı Hakk’ın her yerde hâzır ve nâzır olan kudretini herhangi bir eşyanın bir noktasından seyredebilmektedir. Bunu da Allah’a yaklaştığımız zaman seyretmek, sezmek zorundasınız. Bu büyük mârifeti öğretiyordu Hz Şems.
Nitekim, aynı sistem içerisinde eğitim devam ederken hiç Üniversiteye gidemediği, kitaplarına da uzak kaldığı sırada, bir gün nasıl olduysa misafirleri okula geldi ziyarete. “Ne oluyor acaba?.. Mevlâna niye yok” diye merak etmişlerdi. Misafirlerle birlikte iken bir konu açıldı ve bir hâdis üzerinde tartışmaya başladılar. (Birisi dedi ki, O hadîs şu cümle ile ifade edilmiş, diğeri, şu hadîs kitabında var ama, ben daha çok başka bir hadîs kitabındaki şu cümlesine daha çok inanırım.) Hz Mevlâna’ya, “Üstad sen ne buyurursun?… Sen hadîs’in ustasısın… Mevlâna daraldı, cevap veremeyecek bir pozisyondaydı. Acaba bu cümlelerin hangisi doğru diye düşünürken, gayr-i ihtiyarî yanında oturan Hz Şems’e baktı. Hz Şems diz çökmüş oturuyordu.
- Bana ne bakıyorsun, git kendisine sor” dedi. Bir anda Asr-ı Saadet açıldı ve orada Efendimizi hadîs-i söylerken seyretti. Daha sonra da dedi ki “Doğrusu budur”. İşte Hz Şems, böyle bir dünyanın eğitimini yaptırıyordu.
Hz Şems ile Mevlâna arasındaki dostluğun, aşk kelimesiyle ifade edilen bir sevdanın boyutlarını, bugünkü insanoğlu, bağırsaklarından kurtulamamış, bağırsaklarını kendi boynuna takıp da kendi kendini idam etmiş olan insanoğlu nasıl anlayacak?… Nasıl bir yaşamdır bu?… ALLAH’ı terennüm eden, ALLAH’ı konuşan, ALLAH’ı yaşayan bir birliği yaşıyorlar. Bunun içersinde şu ders de böyle miydi, şöyle miydi, yahutta niye bu kadar samimi ve dayanılmaz arzu vardı diye aptal aptal bakmak mümkün değil!… ALLAH LEZZETİNİ ALMAMIŞ İNSANLAR NE DÜŞÜNÜRSE DÜŞÜNSÜNLER. O İKİSİ ALLAH SOHBETİNİN LEZZETİNİ ALIYORDU. İNSANLARIN NE DÜŞÜNDÜĞÜ ÖNEMLİ DEĞİL Kİ!…
Hz Şems’in Konya’dan ilk ayrılışındaki hikmetine bakarsak; her ikisinin arasındaki sohbetler, kulluktan İlâhî rakslara geçen o akıl almaz titreşimler meydana gelirken, demek ki Hz Şems’in, Mevlâna’ya, kendi plânında bir istirahat vermesi lâzımdı. Yani bu sevdalaşma operasyonuna gönlünün yahut zihninin İLERDEKİ VAZİFELERİ AÇISINDAN dayanmasında bir zorlama olduğunu sezdi. Hiçbir şey yokken: “BİZE YOL GÖRÜNDÜ, MURÂD-I İLÂHÎ BİZİM ŞAM’A GİTMEMİZİ İSTİYOR” dedi… Şam’a gitti. Hz Mevlâna ağladı, yüreğini parçaladı. Artık dünyaya nasıl dönecek, o insanlarla nasıl görüşecek, Cenâb-ı Hakk’ın bütün boyutlarındaki ışığını seyretmiş bir insan, sıkıştığı zaman Resulullah’ın devrine intikâl edebilen zaman ötesi tasarrufa ermiş bir insan, tekrar insanlarla bir araya gelecek de, “Ahmet şöyle dedi, Mehmet böyle dedi diye bunları nasıl konuşacak”. Hz Mevlâna tahammülü imkânsız öyle bir yalnızlığa itildi ki, bir çok kasidelerinde, rubailerinde o devrin yalnızlığını, isyanlarını, acısını dünyaya nasıl dönüş yapacağının zorluğunu anlatır…
Bu sırada içine bir ferahlık geldi, sanki Hz Şems’in ambargosu kalkmış gibiydi. Gönlünde yeniden gelmesine ait bir ümit ışığı belirdi. Oğlu Sultan Veled’e dedi ki, “git Hz Şems’i getir”..
Çok enteresan bir tablo halinde gelişti Hz Şems’i getirme olayı. Şam ile Konya arası gitmek bir buçuk ay sürüyor. Atına atladı ve Şam’a gitti, Hz Şems’i herkese sordu, böyle bir derviş tanıyor musunuz diye araştırdı… Falan yerdeki kahvede satranç oynar, gidip orada bulabilirsin dediler. Hz Şems’in yanına geldiğinde hasırda oturmuş, bir rahle üzerinde satranç oynuyorlardı. Hasırın kenarına gelince ayakkabılar çıkarılır, hasıra öyle oturulurdu.
Sultan Veled şehzade olduğu için, tıpkı babası Hz Mevlâna gibi çok şık kıyafetlerle kahveye gelmişti. O havanın atmosferinde çok yabancı kaldı. Bir şehzade geliyor, ayakta duruyor, babası gibi elini kalbinin üzerine koyup, başını sol omzuna doğru eğiyor Sultan Veled ve niye geldin sözüne bir cevap olsun diye, Hz Şems’in ayakkabılarını alıyor, Konya’ya doğru çeviriyor. Bu o kadar nazik bir hâdisedir ki… Babam bekliyor diyemiyor… Bu nezaket-i Muhammedî’ye ters düşer, çünkü Şems bir gönül sultanıdır, ona bir şey söylemeye lüzum yoktur, anlamıştır konuyu. Ama bir jest yapması lâzım, bunun için ayakkabılarını alıyor, Konya’ya doğru çeviriyor…
Karşısındakini kumar oynayan, onu sıradan bir adam gibi gören Yahudi şoka giriyor. Çünkü Yahudi’nin en büyük tutkusu servet ve gösteriştir. Bir şehzadenin gelip de Hz Şems’e bu şekilde itibar gösterdiğini görünce çok şaşırıyor. O şokun tesiriyle bir nazar ediyor. Yahudi o anda yere düşüyor, elini ayağını öpüyor, Kelime-i Şehadet getiriyor.
Hz Şems: “Eğer Sultan Veled gelmeseydi, senle daha çok satranç oynardık biz” diyor… “Çünkü kalbindeki put’u yıkmakta zorlanıyordum, ama bir şehzade gelip de bana itibar edince, gönlündeki bütün putlar yıkılıverdi bana karşı” diyor… O geliş anı bile bir başka insanın kurtulması için vesile olarak kullanılmış Hz Şems tarafından…
Hz Mevlâna’nın Hz Şems’in gelişiyle o müthiş olayla ilgili o kadar güzel şiirleri var ki, Şems’in gelişi, başlı başına bir edebiyat, edebiyat değil bir duygu: “O geliyor, o geliyor… Gül kokusu geliyor, bahar geliyor” diye öyle müthiş bir şiiri var ki… Bu sevginin müziğidir… Mevlâna’nın müziğe olan ilgisi, rağbetidir.
Hz Şems’in Konya’ya ikinci gelişinden sonra meydana gelen değişimler daha çok Hz Mevlâna’ya gelecekti Mevlâna’yı hazırlamak devri diye kabul edilir. Yani, Hz Şems’in yaptığı birinci operasyondaki hâdise: bizzat Mevlâna’nın gönlünde aşk ateşini alevlendirmek ve bütün dünyadan tecrit etmek, mekânları, zamanları, zaman ötesini tanıtmak devridir.
İkinci kez geldiği zaman hazırladığı operasyon ise; Hz Mevlâna’yı geleceğin Mevlâna’sı olarak yetiştirmek, yani insanların gönlüne mesajlar verebilen bir Mevlâna yetiştirmektir. Bu sebeple ikini gelişinde sohbetleri daha çok Hz Mevlâna’nın Hz Şems’den sonra yazacağı Divan-ı Kebir, Mecâli- Seb’a, Mesnevi gibi eserlerinin temel hikmetlerini ona lütfetmiştir, daha önemlisi bu devre içerisinde Şems Hazretleri Mevlâna’nın gönlünde yanan o aşk ateşinin ışığı altında mânâ ehli olmanın, hakiki, gerçek mü’min olmanın hikmetlerini anlatmıştır.
Hz Şems’in yemesi, içmesi, oturması, kalkması hayret uyandıran birşeydi. Ne zaman yer, ne zaman içer bilinmezdi. Bir bakarsınız az, bir bakarsınız sırf Hz Mevlâna’nın hatırı için yerdi.
Nihayet bir gün, gül bahçesinde sohbet ederlerken, Hz Mevlâna’nın gönlünde Hz Şems’i Konya’ya bağlamak için, burada evlense kalsa gibi bir temayülün uyandığı sırada, Kimyâ Hâtun’a bakarak teşekkür eder, o anda Kimyâ Hâtun bayılır, içeriye götürürler. Hz Şems, Hz Mevlâna’ya “İstediği oldu, kızcağızı zorla bize bağladın” der… Madem ki sen bunu böyle istiyorsun, bizim için bir nazar meselesidir bu.
Nitekim, Kimyâ Hâtunla, Hz Şems evlenirler, Kimyâ Hâtun’un, Hz Şems’in ağırlığını kaldıracak bir yapısı olmamakla beraber, daha evvelden bir saray terbiyesiyle yetişmiş Mevlâna’dan eğitim görmüş bir kimse olarak, bir müddet bu yüke dayanır ama, bir seneyi bulmayan bir zaman içerisinde dünyasını değiştirir Kimyâ Hâtun.
Hz Şems, Kimyâ Hâtun’un dünyasını değişme hâdisesiyle Mevlâna’ya, gösterdi ki, “Bizim bir yere bağlılığımız öyle senin düşündüğün gibi hâdiselerle mümkün değildir” şeklinde bir yorumu, reçeteyi de vermiş oldu aynı zamanda.
Bundan sonraki safhada, geçen günler içerisinde, Hz Şems enteresan bir teşebbüse geçer. Mevlâna’ya, “Ben Sultan Veled’i bir tarîkat kurma konusunda eğiteceğim” der ve (Mevlevîlik Tarîkatı aslında Sultan Veled tarafından kurulmuş, Hz Şems dersleridir) Sultan Veled her yatsı namazından sonra gelip, Hz Şems’in huzuruna diz çöktükten sonra, (Hz Şems tenbih etmiştir: Sakın bir şey sorma gönlüne al ne istiyorsan diye) gönlünde hangi bahsi, hangi bölümü murad etmişse, Hz Şems onu bir saat kadar anlatır, sonra da git, istirahat et, derdi. Sonra Mevlâna Hazretleri gelir, sohbetlerine başlarlar… bir tarz MEVLEVÎLİK dediğimiz tasavvuf edebiyatında, ilimlerinde fevkalâde kıymetli olan bir dökümantasyon çıkar meydana.
Tabii her şeyi anlatmak mümkün değil… Bizim amacımız Hz Mevlâna’yı (bir teşehhüd miktarı derlerdi eskiden) bir görüntü olarak gösterip çekmektir. Çünkü, diğer velîlerimizin de hikmetlerini nakletmek isiyoruz. Bütün teferruatıyla ayrıntılı bilgi vermem çok zor, ancak şunu söyleyeyim ki, bir tarîkatın, bir mânevi yolun temel bir takım “AHLÂK-I MUHAMMEDÎ YOLLARI VARDIR Kİ, BU YOLLAR FEDAKÂRLIK, HOŞGÖRÜ, MERHAMET, SEVGİ, İNFAK GİBİ KAÇINILMAZ, EFENDİMİZ’E (SAV) AİT MEZİYETLERLE DONANMASI GEREKİR.
Hz Şems, Sultan Veled’e verdiği derslerin en önemli ayrıcalığı budur. YALNIZ AHLÂK ÖĞRETMİŞTİR. Şimdi herkes sanır ki, Mevlevîlik tarîki içerisinde bir takım formüller, formalitesi ehemmiyetli sanır. Bunlar o kadar dışta kalmış şeylerdir ki… Hz Şems’in öğrettiği, insan ahlâkıdır Sultan Veled’e… Bu ahlâkın içerisinde merhametin, sabrın, hoşgörünün ve insanlara güzel bakmanın tarzı öğretilmiştir. Tabiî bu öğretim sırasındaki HER DİNLEYEN İÇİN için bir soru vardır. Hz Şems Kur’an’ın yorumunu intikâl ettirirken, sevdiği insanlara bir tarz, vaaz ve hikmetler verirken bunların içersindeki kaynağın özündeki sırları çıkarıp sunması mümkün değildir, bu böyledir diye ifade eder.
Nitekim, Hz Mevlâna’ya bir gün: (Şems’ten bir kaç yıl sonra) “Böyle kendini parçalıyorsun, harap ediyorsun, onun gaybubetiyle ama BİZ SANA BİR SORU SORMAK İSTİYORUZ, MÜSAADE EDERSEN” dediler…
“SEN ŞEMS GELMEDEN EVVEL KİMSENİN ŞÜPHESİ OLMAYACAĞI DÖRT DÖRTLÜK BİR MÜ’MİNDİN, HOCAYDIN, ÖĞRETMENTDİN, MÜDERRİSTİN, -O ZAMANKİ- SELÇUK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜYDÜN… (NE ÖĞRENDİN O’NDAN ANLAMINA GETİRİYORLAR) SEN HER ŞEYİ BİLİYORDUN, SANA ÜSTELİK ŞAM’DAKİ HOCAN SÖYLEMEDİ Mİ “SENİN BİLEMEYECEĞİN BİRŞEY KALMADI” DİYE…
Hz Mevlâna,”evet doğrusunuz, doğru söylüyorsunuz” diyor…
- PEKİ SENİN İBADETLERİNDE BİR EKSİKLİK VAR MIYDI?… diyorlar. Mevlâna,
- Hayır diye cevap veriyor.
- PEKİ SEN ŞEMS’TEN NE ÖĞRENDİN Kİ BÖYLE PERİŞANSIN, ŞU HALİNE BAK, DEDİLER…
Mevlâna’nın Hz Şems’in son gaybubetinden sonraki tablosu bembeyaz bir çehre idi. Aşıkların rengi sarı olur, renkleri beyaz bir çehre ile, bitmiş tükenmiş manzarasındaydı. İşte onun hikmet-i sebebini sordular,
O ZAMAN HZ MEVLÂNA’NIN MÂNÂ İLİMLERİ VE TASAVVUFUN ÖZÜNE AİT MÜTHİŞ BİR AÇIKLAMASI OLDU.
DEDİ Kİ:
- EVET, DEDİKLERİNİZİN HEPSİ DOĞRU, FAKAT BEN ŞEMS’E RASTLAMADAN ÖNCE ÜŞÜDÜĞÜM ZAMAN ISINIYORDUM AMA ŞEMS’TEN SONRA ARTIK ISINAMIYORUM. ÇÜNKÜ, ŞEMS BANA BİR ŞEY ÖĞRETTİ…
“YERYÜZÜNDE BİR TEK MÜ’MİN ÜŞÜYORSA, ISINMA HAKKINA SAHİP DEĞİLSİN”
BEN DE BİLİYORUM Kİ, YERYÜZÜNDE ÜŞÜYEN MÜ’MİNLER VAR, ARTIK BEN ISINAMIYORUM. ESKİDEN AÇKEN BİR ÇORBA İÇİNCE DOYARDIM. AMA, ŞİMDİ HİÇBİR ŞEY BANA BİR BESİN HAZZI VERMİYOR. ÇÜNKÜ, BİLİYORUM Kİ AÇLAR VAR. İŞTE ŞEMS BANA BUNU ÖĞRETTİ…
BU ÖĞRETTİĞİ ŞEYLERSE, FAHR-İ KÂİNAT EFENDİMİZ’İN AHLÂKININ TÂ KENDİSİDİR…
Efendimiz’in en hikmetli taraflarından bir tanesi, bütün insanların ızdırabını çekmesidir. Her üşüyen insanın, her aç olan insanın, her darda kalmış insanın ızdırabını çekmesidir. Allah, Efendimize hitap ederken diyorki Sûre-i ÎNŞİRAH’TA “HABİBİM NE KADAR YÜK YÜKLENDİN, SENİN OMURGANIN ÇATIRTISINI HİSSEDİYORUM.” Bu maddî çatırtı olduğu anlamında değil, mânevî çatırtısını, yani o kadar yük yüklendin ki sen bütün beşerin yükünü yükleniyorsun. İşte bu Fahr-i Kâinat Efendimiz’in sırrıdır. Şems’in Mevlâna’ya öğrettiği AHLÂK-I MUHAMMEDÎ DE FAHR-İ KÂİNAT EFENDİMİZ’İN SIRRIDIR. BU SIRDAN DOLAYIDIR Kİ, O ÖĞRENDİĞİ ŞEYİ, O YAKALADIĞI, BULDUĞU ŞEYİ BAŞKA ŞEYLERLE KIYAS ETMEMEK LÂZIM…
Aslında, Mevlâna’nın Mesnevî hikâyelerinde anlattığı gibi, yani, (SEN ÖLMEDEN DİRİLİĞİ BULAMAZSIN”. İşte o ölümü sağlamak, canlıyken ölümü sağlamak o beden ve gerçek diriliği bulmak.
O DİRİLİK NEDİR?… AHLÂK-I MUHAMMEDÎ’DİR…
ONUN İÇİN HZ. ŞEMS’İN MEVLÂNA ÜZERİNE ETKİSİNİ SIRADAN, GAZETE OKUR GİBİ, PEHLİVAN TEFRİKASI OKUR GİBİ SEYREDEMEYİZ. ÇOK MÜTHİŞ ŞEYLERDİR BUNLAR…
Nitekim, Hz Şems’le Mevlâna böyle çok derin bir sohbetteyken, ders saati gelen Sultan Veled içeri girdi. (O sırada Konya’da dedikodular yine devam ediyor: “Bu dervişte ne buldu? Geldi bizim elimizden âlimimizi aldı, biz onun sohbetinden yararlanamıyoruz, bu kim oluyormuş Mevlâna’nın yanında?” gibi dedikoduların sürdüğü bir sırada bir an için düşündü ve gönlünden dedi ki “Bugün şunu niyaz edeceğim; sen istersen ey Şems, Konya’daki bütün bu vızırtıları söndürürsün, babam da, sen de, ben de huzur içinde olur bu mânâ sofrasının ziyafetine iştirak ederiz” Hz Şems, peki otur bakalım Veled dedi… 15-20 dakikalık bir ders yaptıktan sonra hızla kalktı ve çıktı gitti…
Sultan Veled’in de Mevlâna’nın da beklentisi, bütün Konya’yı ihya edeceği, gönüllerdeki bu toz toprağı gidereceği idi ama öyle yapmadı. Şems Alâddin tepesine çıktı, orada bir takım kalabalık, bir kimsenin idâmını bekliyorlardı. İmsaktan bir saat önce yapılacak olan idâm törenini bekleyen kalabalık, Hz Şems’i orada görünce bir fis-kos, dedikodu yaydılar. “Hani ya bu derviş Allah adamıydı, o da bizim gibi birisiymiş, gelmiş burada bir insanın nasıl asılacağını seyrediyor, biz haklıymışız, diyorlardı. Hz Sultan Veled’in niyazı yerine büsbütün bir ufûnet fırtınası doğdu. Tam o sırıada cellat geçiyordu. (Cellât eskiden hep çingenelerden olurdu, onun vazifesi olmasına rağmen ve bu işle görevlendirilmiş olmasını halk yadırgardı. Cellâda kimse dokunmazdı, sanki gusül abdesti bozulacak gibi telâkki ederlerdi) Herkes sağa, sola ayrılarak ve değmemek için yol açıyordu. Tam Hz Şems’in önüne gelince, Şems eliyle Cellâtı okşadı “Allah kuvvet versin…” dedi. Bu söz iki dakika sonra bütün Konya’ya yayıldı. Cellât gitti ve idâm gerçekleşti…
Hz Şems eve döndüğü zaman, Hz Mevlâna ve Sultan Veled sabah namazlarını kılmışlar, bir hasırın üzerine oturup neticeyi bekliyorlardı. Hz Şems geldikten sonra bir de baktılar ki arkadan tozu toprağa katmış sekiz onbin kişi geliyor. Belli ki bir isyan var halkta. Aslında Şems’e, o halk çok büyük zulümler yapabilirlerdi ama Mevlâna’nın Selçuk Hükümdarı yanındaki hatırından dolayı Mevlâna’dan korkuyorlardı. Sultan’dan korkuyorlardı cezalanacakları için, yoksa öyle gariban olsa paramparça edeceklerdi, tahammülü yoktu insanoğlunun Hz Şems’e…
Nihayet, göya sultandan korktukları için aralarından yirmi kişilik bir heyeti göndererek “Şems bizim sorularımıza cevap versin” diye gürültülü bir şekilde geldiler. Hz Şems’in rahatsız olduğunu anlayan Hz Mevlâna olaya yavaş yavaş yaklaşmak istedi, FAKAT BU ŞEMS FIRTINASI…
Hz Şems:
- Gelin bakalım manyaklar, ne istiyorsunuz?…dedi. Tabii büyük bir panik oldu onlarda. Hz Şems’in böyle “ne istiyorsunuz siz?” dediğinde, işte siz de geldiniz idâmı seyrettiniz diyecek oldular.
Hz Şems:
- Ben siz değilim? Ben sizin suratınıza tükürebilsem hepiniz MÜ’MİN OLURSUNUZ, EĞER SIRTINIZI OKŞASAM VELÎ OLURDUNUZ, BUNU BİLİYOR MUYDUNUZ?… Haydi defolun! dedi. Halk panik içerisinde, ilerde intikam almak üzere dağıldılar.
Hz Şems döndükten sonra, Sultan Veled’e dedi ki:
- Sana son dersini vereceğim, sen de kulağını aç iyi dinle! (ama müthiş bir celâl vardı Hz Şems’in üzerinde) Oraya gittik, çünkü o idam olacak şahıs bir HAK AŞIĞIYDI, BENİM DE YOLDAŞIMDI… Biz onunla beş sene önce nice dervişlikler yapmıştık. O Hakk’a kavuşmak için dua ederdi ama Hakk müsaade etmezdi. İslâmiyette kendine kıymak olmadığı için, çatır çatır yanar, fakat Hakk’a kavuşamazdı. Bana bir haftadır yalvarıyor. “Ne olur Şems, duâ et de Hakk’a kavuşayım” diye. Ben de Rabb’ıma elimi açıyorum her namazdan sonra, nitekim bir iftiraya kurban gitti, kâtil zanlısı olarak bugün asılacağını anladım. Ben nasıl gidip te şimdi cellada “Allah kuvvet versin” demeyeyim. Bir Velîyi asmak, bir Hak âşığını asmak öyle kolay mı sanıyorsunuz siz, kimse asamaz. Cellada bir mânevi ceryan verdim, gitsin assın, benim sevgili dostum da Rabbına kavuşsun diye…
Tam o sırada toz toprak içerisinde cellat geldi, yerlere kapandı Şems’in önünde, “Aman Sultanım, benim başıma gelen nedir?” dedi…Hz Şems’in Sultan Veled’e dönerek, Celladın Velî olduğunu biliyor musun? dedi… Çünkü benim arkadaşım Hakk’a teslim olurken “Ya Rabbi, ben sana beş seneden beri yalvarıyorum benim emânetimi al diye. Almadın. Şimdi ben de Senden bir ricada bulunuyorum, canımı vermem yoksa, bende dünyalık olarak ne varsa al, beni sana kavuşturmaya vesile olan bu cellâda ver.
Sen de şahitsin ki şu yırtık gömleğimden başka birşey yok. Bende çok kıymetli birşey var. Velîlik… O velîliği al, bu cellada ver ben sana SAF BİR KUL OLARAK GELEYİM.” dedi O Hak âşığı… Cenab-ı Hakk da kabul buyurdu ve onun velîliğini aldı bu cellada verdi.
Hz Şems ile Hz Mevlâna’nın arasındaki mânevî iletişimleri seyretmek yalnız onlara ait tarihsel bir olayı değil, tasavvufa ait de bir çok ipuçlarını meydana çıkaracaktır.
Biz bir hayat öyküsü anlatmıyoruz, yalnızca mânâ yönünü alıyoruz olayın. Vak’a diyebileceğimiz hayata yansımış şeyler, zaten bütün kitaplarda mevcut, bunları isteyen okuyucularımız tetkik edebilirler. Ama mânâ ağırlıklı hâdiseleri (zaten olay mânâ olayıdır) alıp da güncelleştirmek, edebî kalıplara sokmak, bence yanlış olur.
Şimdi, Hz Şems’in o günkü volkanik çıkışından,yıldırımvâri çıkışındam sonra arkada bir başka kader sayfasının açılacağı belliydi. Niçin Şems böyle bir fırtınalı girişimde bulunmuştur? Halbuki bunu herkesin gözünden saklayabilirdi.
Yatsı namazından sonra, beraber otururken, sükûtî sohbet vardı. (Sukûtî sohbet: Gönül dostları bazen bir araya gelirler hiçbirşey konuşmadan, gönüllerinden birbirlerine karşı olan sevgilerini terennüm ederler yahut, gönüllerinden Efendimize ait bir olayı tefekkür ederler, bunlara Sukûtî Sohbet denir) Hz Mevlâna, hz Şems ve Sultan Veled, üçü de böyle bir sukûtî sohbet sırasındayken, bir aralık kapı çalınır oldu, gürültüyle kapı çalınması arasında bir hâdise zuhur etti…
Hz Şems,yerinden hemen fırlayarak:
- Ayrılık zamanı geldi, bize müsaade dedi… Nereye, nasıl, ne oluyor diyecek vakit bırakmadı. Ne Sultan Veled, daha genç olarak kapıya benbakayım, ne oluyor diyecek fırsatı bulabildi, ne Hz Mevlâna aman sultanım nereye gidiyorunuz, bune biçim ayrılık diyecek mecâli bulabildi. Çünkü takdirin düğmesine basılmıştı o anda… Hz Şems kapıya fırladı ve açar açmaz sekiz, on baği (eşkiya kılıklı adam) hançeriyle Hz Şems’e saldırdılar…
Hz Mevlâna ve Sultan Veled yalnız bir “AH” sesi işittiler o kadar. Kapının önüne fırladıkları ve o mecâli kendilerinde buldukları zaman, kaçışan bir takım adamlar gördüler, fakat ŞEMS YOKTU… Kapının önü kan izleriyle doluydu, o kan izlerini takip ettiler, bir yerde bir insanın öldürülmesine yol acacak miktarda kan izi gördüler. Tabiî ilk yorum kapının önünde yaralandı, bir müddet, yürüdü, sonrada bulundukları yerde de bütün kanını akıtmış gibi bir görüntü biçimindeydi.
Nitekim, Hz Şems’in hâdisesi hemen duyulmuş, o zamanın Emniyet Müdürü (Asesbaşı derlerdi) hemen koştu geldi. (Hz Mevlâna yine bunu şiirler halinde terennüm etmiştir.) “Asesbaşı, Şems’i bul bana” dedi Mevlâna, Assesbaşı dedi ki, “Şems burada olmalıdır, çünkü yerdeki kan miktarı bir insanın, bir adım dahi atmasını imkânsız kılacak kadar çok, bütün kanı boşalmıştır”. dedi. Hz Mevlâna; “Nerde peki?” diye sordu. “Bir adım atması dahi imkansızdır” cevabıyla karşılaştı…
Hz Şems ölmüş müdür? Ölmüşse bedeni nerdedir? Ölmemişse bu kan nedir? Bu ikisinin arasında tereddütlü bir geçiş vardır. Allah’ı bulmak açısından ümitsizdir. Çünkü NEFS vardır. Tıpkı kan gibi, o nefs orda bulundukça Allah’ı bulmak imkânsızdır. Ama nasıl ki Şems’in bedeninin yok olması onun ölmediğine bir varsayımsa, İNSANIN DA BÜTÜN NEFSİNE RAĞMEN, ALLAH’I BULAMAMASI DİYE BİR ŞEY YOKTUR.
ÇÜNKÜ, İNSANDA GÖNLÜN BULUNULMASI, GÖNLÜN VARLIĞI, BİR TARZ HZ. ŞEMS’İN KAYBOLMASI GİBİ PERDE ARKASINA GEÇİSİ SİMGELER… Hz Şems de bedenini perde arkasına geçirmiştir. ONUN İÇİN YOKTUR. ACABA TEKRAR GELECEK Mİ SORUSU, HZ MEVLÂNA’YI SON NEFESİNE KADAR ŞEMS GELEBİLİR DİYE BEKLETMİŞTİR…
Bu geliş aslında mânâ perdesinin arkasından bir geliş olabilirdi. Böyle bir geliş oldu mu, olmadı mı, gözlemlerimiz dışında, bunu biz bilemiyoruz. Bilmekte mümkün değildir. Ancak bu Şems’in birinci Şam gezisine benzemiyor. Birinci Şam gezisi, maddesel bir mesafedeki ayrılıktı. Bu ayrılık ise, kesinlikle mânâ âlemine bir intikaldır. Ama, bedeniyle intikal etmiştir Şems…
Burada yine tasavvuf âleminin çok üzerinde durarak, çok enteresan bulduğu husûsiyetleri vardır. Hz Mevlâna üzerine de pek çok şeyler söylenmiştir. Bir de ayrıca kendi eserleri var, herkes yarım yamalak eserlerinden kıyasen anlatabilir. Onun mânâsını anlatmak çok güç. Hz Şems ise büsbütün mânâ ehlidir, O’nu anlatabilmek çok daha güçtür. Hz Şems için derler ki; Dünyaya metelik vermezdi. İşte o Konya’lıların kalabalığına karşı restleri, bütün bunlar Hz Şems’in hususiyetlerindendi, ama dünyaya ait iki şeye çok özen göstermiştir. Bunların bir tanesi; yemezdi içmezdi ama Resulullah Efendimiz (sav) tiridi severdi (Ekmek ve et suyu ile yapılmış bir yemek) diye mutlaka sık sık tirit yerdi, sırf Resulullah Efendimizin sünnetini uygulamak açısından…
“Mânâ ehli, hangi derecelerde, ne olursa olsun ancak Resulullah Efendimizin sünnetlerinden birini taklit ederse makbuldür” Bunu izah ederdi Hz Şems. Yani siz beni nasıl görürseniz görün der bunu önemsemezdi. Çat bakıyorsun orda, burda evrenin en gizli yerlerinden gelip raporlar getiren bir adam ama satranç oynarken bile görüyorsunuz O’nu. Ancak “Resulullah’ın sünnetine uyarak, ayakta durur mânâm” diyor. Bu çok önemli bir şey.
Bir de dünyayı terk ediş şekli ile HZ ALİ Efendimizin sünnetini icra etmiştir. Çünkü Hz Ali’de bedenini kaybetmiştir. Bu yalnız alevilerin kendi öykülerinde değil, tasavvuf âleminde de, Hz Ali’nin şahadetinden sonra kaybolduğuna inanılır. Hz Ali gerçekten bedenini alıp gitmiştir. Mânâ perdesini bedeniyle geçmiştir. Bu Hz Ali Efendimizin sünnetini, Hz Şems uygulamıştır.
Hz Şems, dünyadan iki büyük örnek aldı. Biri Hz Ali sünnetini gidişinde yapması, diğeri de Resulullah gibi “tirit” yiyerek, ancak O’na benzeyerek insanlığın varlığını ayakta tutabileceğini göstermesidir derler…
Hz Şems’in şehâdete giderken “ayrılık geldi” demesi çok mühimdir. Ölüm geldi demiyor, dikkat ederseniz “ayrılık geldi” diyor. Buradaki ince hesap, acaba nasıl bir ayrılıktır, sorusunu getiriyor. Niçin gitti? Şehid olacağını bile bile, niçin böyle bir kadere sıcaklık duydu?… Çünkü, kaderin önüne geçilemez, kaderde olduktan sonra, elbette olacaktır diye düşünebiliriz ama bir sıcaklık meselesidir kadere. Herkes kaderini seçse bile kaçacak yer arar bilfarz, halbuki Şems koşacak yer arıyordu…
Arkadaşının idam hâdisesinde olduğu gibi kadere koşuşta ki sıcaklık var ya…İşte bu sıcaklığı, bu ayrılığı tercih etme olayı acaba nasıl bir hikmet taşıyor diye tasavvufta uzun boylu düşünülmüştür.
Çünkü Hz Şems’in şehâdetinden sonra, Hz Mevlâna’nın hayatının üçüncü perdesi başlamıştır. Ondan evvelki bir devreydi, “HAMLIK DEVRİ” kendi şiirinde hamdım der. İkinci devresinde “PİŞME DEVRİ” Hz Şems’in eğittiği devrede piştim buyuruyor. Üçüncü devresinde de “YANDIM” diyor. Burada Hz Şems’den sonra Mevlâna raksının titreşimi üçüncü devrede başlamıştır. Onun için çok önemli bir olay.
Hz Şems kendi şehâdetini biliyordu, kaderine sıcak yaklaştı diyoruz, peki Hz Mevlâna, şehadeti biliyor muydu, mâni olabilir miydi, ya da niçin olmadı diye sorarsak, Böyle bir ânı bilmiyordu. Günün birinde her an Hz Şems’in avucundan kaçabileceğini, her an bir yansıma üzerine olacağını biliyordu. Çünkü, artık Hz Şems’deki İlâhî ceryanı farketmişti. Çat bu dünyada, çak kapı bir mânâ âleminde, bunları seyrettiği için, Hz Şems’in herhangi bir ân’da gaybubetini düşünebiliyordu ama, o ânı bilmiyordu. Yani şehâdet anını bilmiyordu.
Hz Şems’in gaybubeti şartmıydı veyahut gaybubet olmasaydı da devam etseydi… Hz Şems’in murâdı şuydu: Hz Şems gönül aynasından bir şeyler seyrettiriyordu Hz Mevlâna’ya. Şems varken, Mevlâna vardı, İlâhî sıcaklık, sevgi ancak Şems’in sayesinde vardı. Şems’in olmayışı, onu buruşturup sanki herşeyden, beşeriyetten bile alıkoyuyordu. Hz Şems ise, meydana gelen bu mânevi eserin kendi kendine, kendindeki aşk-ı bulmasını istiyordu. Yani , ŞEMS KAYBOLMALIYDI Kİ, HZ MEVLÂNA GÖNLÜNDEKİ ALLAH’I BULABİLSİN.
Bu tasavvufun çok önemli rükünlerinden birisidir…
Kendindeki Allah’ın sırrı (Sakın, Allah bir insana geldi, oturuyor gibi, bir saplantılara gitmemek lazım. Gönülde bir Allah makamı vardır insanın, oraya bir İlâhî tecellî olur, ama bir gram olur ama trilyonlarca ton olur, her insanın kendi kâbiliyeti nisbetinde Cenâb-ı Hakk’a karşı olan yakınlığını tesbit eden bir hikmettir ki, bu ancak mânâ eğitiminden sonra, gönüldeki ilâhî tecellî, kapılanmanın açılmasından sonra meydana gelebilen bir hâdisedir. Yani böyle yarım yamalak eğitimlerle, bilgilerle, olacak bir hâdise değildir. Nitekim “MEN AREFE NEFSEHÛ FAKAT AREFE RABBEHÛ” hadis-i şerifinde Fahri Kainat Efendimiz şöyle buyurmuştur: Kim ki nefsine ârif oldu bildi, Allah’ı bilmiş ârif olmuştur” ) meydana geldikten sonra, bunu bulması lâzım Mevlâna’nın. AMA ŞEMS KALIRSA BULAMAZ. KENDİNE DÖNÜP, KENDİ GÖNLÜNDEKİ İLÂHÎ CERYANI BULAMAZ. ONUN İÇİN, HZ ŞEMS’İN MUTLAKA AYRILMASI LÂZIMDI…
Hz Şems,çok zarif bir cümle sarfetmiştir bir başka âlemden. Âlemin bir başka sayfasına çekmek isterim sizi, Hz Mevlâna ile mânâda buluştukları zaman, (hangi anda?.., her ikisi de dünyasını değiştirdikten sonra mı, yoksa Şems gaybubetindeyken mi geldi de konuştumu diye tasavvur edelim) ” BU GÖNÜL SENİ O KADAR SEVİYOR Kİ CELÂLEDDİN, SENİN UĞRUNDA ÖLMEDEN HUZUR BULMADI” Onun için Hz Mevlâna, mânâ âleminden telsizle aldığı bu cümlesinden sonra, Hz Şems’den bahsederken “AŞK ŞEHİDİ” diye bahseder. Yine ilâve ederek “AŞK ŞEHİDİ’NİN KANI TAZEDİR, KURUMAZ VE KOKUSUNU KAYBETMEZ” diyor…
Hz Şems’in gaybubetindeki iki esrarın, bir tanesi, Hz Mevlâna’nın kendi kendini bulma eğitimi, (üçüncü safhası) Mevlâna’nın üçüncü perdesini sağlamak için, kendi kendinde İlâhî sırrı bulmasıdır. İkincisi de Aşk Şehidi dediğimiz hâdiseyi bir anlamda repertuara kazandırmak için kabul etmiştir bu gaybubeti.
- Hz Şems’in gaybubetinden sonraki, o İLK FIRTINALAR Hz Şems’in bedenini aramak, kanının hesabını sormak gibi fırtınalar geçtikten sonra, Hz Mevlâna’da müthiş bir yangın oldu. Bu yangın, her hücresinde seyrettiği, izlediği bir yangındı. Hiçbir şeyi düşünememek, hiç kimseyle konuşamamak gibi dertleşmek şöyle dursun, ifade edememek, bakamamak… Baktığı zaman Şems’le bakmaya alışmış, O’nunla baktığı zaman başka şey görüyor, Şems’siz baktığı zaman herşey bomboş… Bir sahne düşünün, o sahnede insanlar vardı… birden bire ışıklar söndü âdeta kartondan silüetler kaldı…
Evet… Hiçbir şey kalmadı, Mevlâna eridi… gidiyor, herkesin gözünün önünde… Başta Sultan Veled olmak üzere, gerçekten çok seven yakînleri vardı yanında. Bunlar perişan oldular. Gözlerinin önünde mum gibi eriyip sönüyordu. Ayne böyle idi Mevlâna’nın o safhası. Her gün bir adım, her gün bir adım daha eriyordu… Beden bitmek üzere idi. Böyle bir bitkinliğe doğru giden bir çöküş… Rengi bembeyazdı… Öyle sarı filân değil. Yemek yok, içmek yok… Bir an için Sultan Veled Hazretlerinin “Baba sünnete riayet etmeyecek misin?” yani (tirit yemeyecek misin ? anlamındaki ikazından sonra) haftada bir gün tirit yemeğe başladı Mevlâna…
Şimdi buradaki bu iniş, çöküş ve yokluğa doğru gidiş, madde gözüyle görülürse, (Hani mum gibi eridi, bir insan için, bir ağır hasta için kıyas olmaz ama iyi anlaşılması için söylüyorum) nasıl böyle çöker denir ya… Biran için ölümün eşiğine gelecek gibi olur ya… İşte öyle eridi. Peki niye bu kadar eridi?.. Ne oldu?.. BİR SIFIR NOKTASINDAN GEÇMESİ LÂZIM Kİ, GÖNLÜNDEKİ İLÂHÎ AŞKI BULABİLSİN. İŞTE O SIFIR NOKTASINA ÇEKİLİYORDU…
VUSLAT VE FİRKAT EĞİTİMİ
Hz Şems’in sağlığında yaptığı eğitim, vuslat eğitimiydi. (Vuslat eğitiminden kasıt şu: Karşı karşıya geçip her şeyi öğretmek, ceryanını ona aktarıp bilmediklerini göstermek, evreni seyrettirmek, bu bir vustal eğitimidir)
Çok hoş bir şeydi ama, sıfır noktasından geçmesi lâzımdı. Bu sıfır noktasından geçmesi için de bedensel olarak en asgâriye indi. İşte o en asgâri düzeye inipte, neredeyse öldü ölecek, kurudu kuruyacak dedikleri an, çat diye sıfır noktasından geçti ve gönlünde yavaş yavaş İlâhî Aşkı sezmeye başladı. Hikmetlerin en incesidir ki, bu seyrettiği, sezdiği AŞK’TI. Şems’in sedasını duymaya başladı.
İlk, CENAB-I HAKK’IN KENDİSİNE TECELLİSİ, ŞEMS’İN FOTOĞRAFINI GETİREREK TECELLİ ETTİ GÖNLÜNE… Bu O’na yepyeni bir dirilik verdi. Bu dirilikle o zayıf bedeninde, bembeyaz çehresinin arkasından öyle bir dinçliğe kavuştu ki cihan pehlivanı oldu bu sefer. Yani onun bedene yenilmesi, ONUN HÜCRELERE TÂBİ OLMASI TAMAMEN KALKTI ARTIK. TAM MÂNÂSIYLA BİR CİHAN PEHLİVANI OLDU. ÇÜNKÜ, GÖNLÜNE AŞK-I İLÂHÎ BİR İKSİR GİBİ AKMAYA BAŞLAMIŞTIR…
İşte ondan sonra da takdirdeki; “GEL BAKALIM, SEN BU KÖPRÜYÜ GEÇTİN, ŞİMDİ GÖNLÜNDEKİ BU İLÂHÎ AŞK-I İNSANLARA AKTAR BAKALIM” EMRİ ZUHUR ETTİ ve ondan sonra, o zayıflama, o çöküş devrinde oğluyla bile konuşmaktan imtina eden Mevlâna bir anda bütün dünyayla konuşmaya başladı. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın akıttığı aşk ceryanını öyle kendi kendine frenlemek mümkün değildir. İşte o sırada, Hüsamettin Çelebi ve başkaları rastladı. Vaazları oldu, sohbetleri oldu ve hiç kesiksiz dağıtmaya başladı bu sefer İlâhî sırrı. Bu dağıtım sırasında da , (pek çok öyküleri var) Mevlâna, üçüncü sayfa diye tarif ettiğim hayatında insanlara yansıyor. İlâhî Aşk Şems’e, ondan da Mevlâna’ya yansıyor…
HZ ŞEMS’İN MEVLÂNA’YA İKİNCİ EĞİTİMİ “FİRKAT EĞİTİM” DİR.
(Mânâ ilimlerinde buna Fîrkat Eğitimi, YAKAN AYRILIK denir) YAKAN AYRILIK’ta bir eğitimdir. Şems’in gitmesi yakıcı bir ayrılıkla, onu eritip sıfır noktasına getirip, ondan sonra bırakıverir tekrar gönül sath-ı mailine. İnsanları yetiştirme faslına geçti. Hayatının bu safhasında çok ilginç hâdiseler olmuştur. (Fakat bunları biraz evvel söylediğim gibi bizim kastımız Hz Mevlâna biyoğrafisi değil, bunların teferruatını okuyucularım kitaplarından okuyabilirlir) Benim çok hoşuma giden iki önemli öykü var, onları size anlatmak isterim…
Benim çok hoşuma giden iki öyküsünden bir tanesi; Konya’da saray kuyumcusu olan Selâhattin Zerkubî’nin (Zerkubî demek: Kuyumcu, altın alan, işleyen anlamına geliyor) öyküsüdür. Selâhattin Zerkubîn’nin köşe başında bir dükkanı vardı… Mevlâna bir gün 8, 10 talebesiyle o dükkanın önünden geçerken, o sırada da altın çekiçliyordu Selâhattin. Altın çekiçleme; eskiden kuyumculukta böyle silindirler gibi, altın işleyecek fazla mekanizmalar yok, çekiçlerle bir örsün üzerinde ince ince, tık tık tık… vuruşlarla vurularak bilezik haline getirilirdi. Kuyumculuğun ustalığı işte odur. Hassas bir şekilde, belli bir tazyikte vurulacak ki altın dağılmayacaktır. Böyle bir operasyon içerisindeydi Selâhattin Zerkubî. Mevlâna’yı tanırdı ama onun âşıklarından, dervişlerinden değildi, özel bir yakınlığı yoktu.
İşte tam o sırada Mevlâna oradan geçerken… bu tin tin tin… ince ince… o altının kendine has güzelliğinde, tık tık tık… o çekiçin darbelerindeki hassasiyette… ve bu ritimde, bir İlâhî cezbe buldu… Yani bir anda raks meydana geldi… Bu raks hâli dolayısıyla, dönmeye başladı Mevlâna… dükkanın önünde…
Hz Mevlâna’yı Konya’lılar çeşitli kademelerde çok iyi tanıdıkları için herkes toplandı, Hz Mevlâna’yı seyretmeye başladı. O anda da bileziğin kıvamı geldi, bir daha vurulursa ezilir, çekicin bırakılması lâzım… Fakat Selâhattin o raksı bozmak istemedi, vurmaya devam etti… bilezik parçalandı… Yenisini aldı taktı, yenisini aldı taktı, yenisini aldı taktı… üçbuçuk saat semâ etti. Mevlâna Hazretlerinin nihayet ayakları yerden kesildi… Durdu… Selâhattin çekici masasının üzerine bıraktı…
- Ey Konya halkı! Dükkanım helâldir, yağmadır, gelin boşaltın diye haykırdı Selâhattin Zerkubî; halk şaşırdı… Koskoca saray kuyumcusunun dükkânındaki altınlar nasıl yağma edilir. Tekrar: helâldir, benim için zevktir. Allah razı olsun benim malımı yağmalayanlardan… dedi. Sonra da Hz Mevlâna’nın peşine takılıp, bir numaralı talebelerinden birisi oldu.
Buraya kadar coşkulu bir insanın, Hz Mevlâna karşısında erimesini irşad olma olayını seyrediyoruz ama, bunun arkasından bambaşka bir hâdise geldi.
Bir gün Selâhattin’in kızı, “babacığım sana hayırlı bir haberim var, Vezirin oğlu beni istiyor. Biz birbirimize meftunuz… Babasına söylemiş, babası da Selâhattin gibi bir kuyumcunun kızı, ancak bizim (küfüv derler eskiden, denklik) asâletimize yakışır diyerek sevinmiş.
Ama Selâhattin bir an düşündü ki; o eski Selâhattin değil, artık. Şimdiki Selâhattin’de bir şey yok ki… Bozuk para bile kalmamış, bırak altını… O eski denk olma hâli kalmamış. Bir vezirin oğluna verilecek kızın çeyizi, hatırından hayâlinden geçmez bile… Üç arkadaşı yardım edecek olsa, nihayet normal ev eşyasını ancak alabilirlerdi. Böyle bir bunalım içesirisinde kızına hiçbir şey söylemeden, Hz Mevlâna’nın huzuruna gitti, hiçbir şey belli etmeden oturdu.
Hz Mevlâna:
- Selâhattin gönlünde bir yük var, kaldır. Bu yük beni de bunaltıyor… dedi.
- Yok efendim dediyse de Selâhattin Zerkubî,
- Hayır bunalıyorum, lütfen anlat dedi…
Selâhattin de bu emir üzerine aynen anlattı…
Hz Mevlâna sohbetten sonra ayağa kalktı “Rabbim bilir, kendi bilir diye niyaz etti” Yani üstü kapalı olarak sen bizim için bütün altınlarını feda ettin, kızın şimdi mahçup olacak, yahut kızı beş parasız bir kuyumcunun kızı olduğu için vezir oğluna istemeyecek gibi bir tezat doğdu.
O zamana kadar da, şehrin ileri gelenleri, zenginleri, devlet adamları, Mevlâna’ya her ziyaretlerinde veya rastladıklarında saygıyla eğilirlerdi. “Efendim, bir emriniz var mı diye usulen sorarlardı. Mevlâna’da hayır, sağolun. Allah razı olsun der, bir şey istemezdi. Hiç kimseden birşey istemezdi. Ama, Cenâb-ı Hakk’ın tecellisi, o gün Sultan Keykubat yanından geçiyordu. Mevlâna’yı görünce, gayet hürmetkâr ve bir şekilde sultanlığını üzerinden atarak, büyük bir tevâzuyla selâmladı ve biz size hizmet edemiyoruz, dünyaya daldık bizi hoş gör, bir emrin var mı, dedi…
Bunun üzerine Mevlâna Hazretleri “VAR” dedi. “Şu benim adamımdır. Bunun kızını vezirin oğlu istiyormuş, kız babası sen olacaksın dedi…
Sultan,
- Başüstüne efendim dedi ve Selâhattin Zerkubî’nin kızına çeyiz yaptı. Hem öyle bir çeyiz yaptı ki, eğer Selâhattin, Mevlâna’ya gelmeyip, kuyumcu olarak kalsaydı, bunun onda birini bile yapamazdı… Hattâ o düğün için derlerki, develer üzerindeki çeyizler geçemediği için, Konya’da üç, dört sokağın duvarları yıkılmıştır. Tek o saltanat yerine gelsin diye…
İşte gözyaşları içerisinde, Hz Mevlâna, Selâhattin’e dedi ki (Taa o zaman aklına gelmişti, Allah bunu öder diye) Sen altınlarını bizim için dağıttın, Allah ödedi bunu dedi. Bir hususiyet yok bunda, fazla gözünde büyütme dedi…
Bu öyküsü çok hoşuma gider. Çünkü Selâhattin gerçekten de çok ileri derecede bir aşka sahip, gönle sahipti ve Mevlâna’nın dünyasını değiştirdiği güne kadar hizmet etmiş, bir rivayete göre cenazesini kıldırmış, bir rivayete göre de cenazesinin önünde bulunmuş gibi yakînliği olmuştur. Bu çok hoşuma gider, bir de hâlen Konya Meram’da bulunan Tavus Sultan öyküsü çok hoşuma gider…
TAVUS SULTAN Hindistan’da bir şeyhin talebesidir. 25-30 yaşlarında bir hanımefendidir. Şeyhi Mevlâna’yı çok severmiş. Sohbetleri sırasında Mevlâna’nın yazığı şiirleri okurmuş. Mevlâna’nın şiirleri, ticârî kervanlarla üç ayda, beş ayda, altı ayda Hindistan’a ulaşırmış. Selçukluların bir devlet olması ve devletin kendine has bir takım ihtiyaçları bulunması dolayısıyla, Hindistan’la ticârî münasebetleri devamlı surette işlerdi, onun için sık sık Hindistan’a gidilir gelinirdi.
Tavus Sultan, o beyitler Hindistan’a geldikçe, alır, okur, Hz Mevlâna’ya hayranlığı, sevgisi dürüle dürüle yumak haline gelirdi… Son kez bir Rubâisi daha geldi ki; müthiş derecede yakıcı…
Ne duruyorum, ne yürüyorum,
Üzengideki ayak gibi…
Ne susuyorum, ne konuşuyorum,
Kitaptaki yazı gibi…
Ne varım, ne yokum,
Gülsuyundaki koku gibi…
Bu Rubâi gelince, Tâvus Sultan gönlünün coşkusuna, gönlünün tazyikine sahip olamadı. Şeyhi farkına vardı ve:
- Hadi kalk Konya’ya git sen… dedi.
Tâvus Sultan çok zengindi. Konya’ya geldi ve Meram’da bir ev aldı… Bir tanburu vardı. Tâvus Sultan, tanburunu kendi başına çalar dururdu… Mevlâna hazretleri de on günde, bazen yirmi günde bir Meram’a sabah namazına giderdi talebeleriyle. Bir gün yine Sabah namazından dönerken bir tanbur sesi duydu… Şems’den bir selâm erişti… Bu ses, Şems’in selâmı olmadan çıkmaz… Ben buna bakacağım dedi… (Talebelerden bazıları oraya bir hanımefendinin geldiğini biliyorlardı, hiç ağızlarını açmadılar) Hz Mevlâna kapıyı açtı, içeri girdi… Baktı ki tanbur çalan bir hanımefendi. Oradaki sohbetleri ve muhabbetleri üç buçuk gün devam etti.
Bu müddet zarfında talebeleri hiçbir şey söylemeden Efendi Hazretleri tekrar çıkacak diye beklediler. Ama bu bir nev’i Şems gaybubeti gibi bir şey olmuştu. İçerdekinin bir hanımefendi olması nedeniyle yavaş yavaş yine o hain dudaklara bir takım dedikodu silüetleri geldi. Artık Mevlâna Hazretleri böyle dedikodu gibi ilkelin de ilkeli hadiselerden o kadar uzaktı ki, kim ne konuşmuş, kim ne yapmış, üzerinde bile durmuyordu.
Talebeleri, kapı açılıp Hz Mevlâna görününce hepsi saf olmuştu. Mevlâna Hazretleri, talebelerine, sizden ummam da belki ileri geri konuşanlar vardır, açın da bakın Tâvus Sultan’a dedi… Kapıyı açtılar ki, BİR AVUÇ KÜL… Yandı dedi… Bu kadarmış tahammülü… Üç buçuk gün yanma operasyonuydu…
Bu ne anlama geliyor, bunun hikmeti nedir, nasıl oldu diye sorarsanız,
-BU AŞKIN MADDEYE YANSIMASIDIR. YAKMA… MADDEYİ YAKMADIR… Biliyorsunuz, Aslı’da aşk ateşiyle yanarak ölmüştür. Yani aşk ateşi çok şiddetli geldiği zaman resmen yakar, kül eder. Bu samimiyetini gösteriyor. Hiç kimse kendi kendisini, beşeri sevgiler, mecâzi sevgilerle, ben İlâhî aşka kıyasla bu sevgiyi duyuyorum diye, aldatmasın… O NEFSE AİTTİR. ÇÜNKÜ, İLÂHÎ AŞKLA KARŞI KARŞIYA GELEN KİMSENİN HÂDİSESİ MUTLAKA YANGINLA BİTER. İLÂHÎ AŞKA aitse o birliktelik, onun dışı mecâzi aşk dediğimiz beşeri aşka aittir. Ama bir mü’minin, bir mü’mine sevgisi fazla olabilir. Bilhassa karı koca arasında çok sıcak olabilir, bunlar mahzurlu şeyler değildir. Şeriatların emrettiği güzel şeylerdir. ÖYLE KENDİ KENDİLERİNE AŞKLARINI YÜCELTENLER TÂVUS SULTAN’NIN KÜLÜNÜ UNUTMAMALIDIRLAR…
|
|
 |
|
 |
|
|
|
|
|
Sorular ve cevaplar kodu
| |