Zaman tarikat zamanı değil cemaat zamanı.. Fakat şu an büyük tarikatlar hala var ve devam ediyor, ancak; ne sohbet ediyorlar, ne de ilmi bir şey öğretiyorlar?
Herşeyden önce şunu biliyoruz ki, insanların hepsini bir meslek ve bir kalıp içine sokmak mümkün değildir, her insan kendi kabiliyet ve kapasitesi nispetinde hareket eder. Bu yüzden farklı meslek ve meşreplerin olması ve devam etmesi, makul ve fıtri bir haldir, bunu değiştirmek mümkün değildir. Üstad hiçbir zaman herkesi bir meşrebe dahil edelim demiyor.
Eski zamanda tatbik edilen tarikat metotları ve terbiye sistemleri, hali hazırdaki tarikatlarda mevcut değildir. Yani eskide bir tarikat müridi, seyr-ü suluk edebilmek için riyazet, uzlet, terk-i dünya gibi ağır ve meşakkatli bir terbiye sürecinden geçerdi. Şimdi aynı namdaki tarikat mensupları, lüks arabaya biniyor, lüks giyecekleri giyiyor, lüks gıdaları tüketiyor, büyük holding ve şirketlerin başında bulunuyor. Bu vaziyette manevi terakki ve tekemmül gerçekleşmez. Ancak imanını muhafaza edip, farzları yaparsa, bu zamanın müridi için en büyük kazançtır. Eski zamandaki tarikat meslekleri şu anda şeklen devam ediyor, içerik olarak devam etmiyor. Bu da Üstad'ın; zaman tarikat zamanı değildir, tezini ve görüşünü doğrular ve teyit eder bir durumdur.
Üstad'ın zaman tarikat zamanı değildir demesinde; tarikatları inkar ya da gereksiz görme manası yoktur. Burada kast edilen mana eski zamanda tatbik edilen tarikat terbiye sistemlerinin, bu zamanda tatbik edilmesinin imkansız bir dereceye gelmiş olmasıdır. Bu zamanın şartları ve gerekleri riyazet ve uzlet gibi metotları tatbik etmeye elverişli değildir. Üstad bu müşkül durumu; zaman tarikat zamanı değil, cemaat zamanıdır şeklinde tarif ediyor.
Tarikatta gidebilmek için, İmam Rabbani iki şartı gerekli görüyor. Birisi sağlam ve tahkiki iman, diğeri ise farzların edasıdır, şayet bu ikisinde kusur ve eksiklik varsa, tarikatta gidilmez diyor. Tarikat ancak iman ve ibadet temelinde yükselen bir binadır, temel yoksa bina da olmaz. Bu zaman insanlarında bu ikisi eksik olduğuna göre, tarikatta gitmesi mümkün değildir. Gitse de şeklen ve sureten gider, şimdiki tarikat erbabının gittiği gibi.
Özet olarak; hali hazırdaki tarikatlar, suret olarak tarikat gibi duruyorlar, içerik olarak dini birer cemaattirler. Buna da eleştirmeden saygı duymak gerekiyor. Zira oraya gidenler, mensubiyet duygusu ile imanlarını muhafaza edip farzlarını eda ediyorlar, bu da bu zamanda çok önemli kazançtır.
Müslüman, herhangi bir tarikata veya bir mürşid-i kamile bağlanmak zorunda mı, mürşidi olmadan ilerlemek mümkün mü, Nur cemaatine mensup bir kişi tarikatta da devam edebilir mi?
Mürşid, genel bir kavram olup irşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran, peygambere vâris olan, kılavuz ve rehber demektir. Bu yönden bakacak olursak, mürşid olmadan insanların hakikati idrak etmesi, her şeyin iç yüzünü çözmesi mümkün değildir. Bu hem maddi hem de manevi ilimlerde geçerli olan genel bir kuraldır.
Mesela, bir insan öğretmen olmadan fizik ve kimya derslerini kendi başına öğrenemez, bir salikte şeyh ve mürşid rehberliği olmadan manen tekemmül edip sırlara erişemez. Her alanın kendine özgü mürşitleri vardır. Manevi ve ahlaki değerler noktasından insanlığın en genel ve üstün mürşidi Kur’an-ı Kerim ve onun muallimi olan Peygamber Efendimiz (asv)'dir. Bu mürşidlerin ışığı ve rehberliği olmadan hakikate vasıl olunamaz.
Mürşidi sadece tasavvuf ve tarikat mesleği ile sınırlandırmak ve başka sahaların mürşidlerini yok saymak veya o kapsam içinde görmemek yanlış ve bağnazlık olur. Tasavvuf mesleği Asr-ı saadetten beş asır sonra ortaya çıkmış bir meslektir. İnsanlığın en hayırlı ve faziletli insanları ise ilk beş asırda yaşamış olan insanlardır. Sahabeler, tabiinler, tebe-i tabiinler bunlara en mükemmel örneklerdir. Bu mübarek zatların hepsi hakkı ile mürşid-i kamil idiler.
Demek hak ve hakikat hiçbir meslek ve meşrebin tekelinde değildir. Allah, her sahada ve alanda mürşitleri yetiştirir ve yetiştirmiştir. Hadis alanında mürşid nasıl İmam Buhari (ra) ise fıkıh sahasında İmam Azam, manevi sahada Abdulkadir Geylani ve hakeza. Üstad Hazretleri de bu asrın bir mürşid ve müceddidir.
Bizim bu zamanda mürşidimiz Üstad Hazretleri ve Risale-i Nurlardır. Risale-i Nurlar hakkı ile mürşid-i kamil kapsamı içindedir, ille de bir şahsa veya tarikat şeyhine bağlanmak gerekli değildir. Lakin hem Nur talebesi olmak hem de eski mürşidini kaybetmek istemiyorsa, her ikisi ile de bağlı kalabilir, bunun Risale-i Nurlar açısından bir sakıncası yoktur. Bir mürşide bağlı olduğu halde sonradan Risale-i Nur'a talebe olabilir, ama Risale-i Nurların dairesinde iken sonradan bir mürşide bağlanmak, Risale-i Nurların hakikatini anlamamak demektir.
TARİKAT
Yol, yollar.
Tasavvufta, Allah'a ulaşmak için tutulan yol. Bu yol boyunca yapılan yolculuk bir şeyhin öncülüğünde gerçekleşir. Her yolun, kurucusu, öncüsü tarafından belirlenen birtakım kuralları, töreleri vardır. Hicri 6. (M. 12) yüzyıldan başlayarak çok sayıda tarikat kurulmuş ve bunlar şubelere, kollara ayrılarak bütün İslam dünyasına yayılmış ve günümüze kadar gelmişlerdir.
Mutasavvıflara göre Allah'a ulaşan yollar sayısızdır. Herkesin vuslatı ayrı ayrı kural, yöntem ve yollarla gerçekleşebilir. Esas olan yönelmedir. Örneğin Kâbe'nin belirli bir yanında bulunmak değil, ona yönelmek önemlidir. Kâbe'ye ulaştıran bu yöneliştir. Bu nedenle mutasavvıflar, "Allah'a ulaşan yollar yaratıkların nefesleri sayısıncadır" (Necmeddin Kübra), "Allah'a ulaşan yollar yaratıkların sayısıncadır" (Ebu Bekir Talemsani) ve "Allah'a ulaşan yollar yıldızların sayısıncadır" (Ebu'l-Hasan Müzeyyin) derler. Bu düşüncelerini de "Bizim yolumuzda mücahede edenleri biz yollarımıza ulaştırırız" (Ankebut, 29/69) ayetine dayandırırlar.
İlk mutasavvıflar, düşünce ve tecrübelerini, çevrelerinde toplanan insanlara aktarmakla birlikte, bugünkü anlamda birer tarikat kurmamışlardı. Kendilerine şeyh, şeyh-i sohbet ve üstad; çevresine toplananlara da sahip deniliyordu. Bir tasavvuf okulu, tasavvuf hareketi sayılabilecek bu kümelenmeler, daha sonraları tarikat olarak adlandırıldı. Tasavvuf tarihine ilişkin kaynaklar bu anlamdaki ilk tarikatlar olarak Muhasibiye (Haris Muhasibî, ö. 243/857), Kassariye (Hamdun Kassar, ö. 271/884), Tayfuriye (Bayezid-i Bistam, ö. 234/848), Cüneydiye (Cüneyd-i Bağdadî, ö. 297/909), Nuriye (Ebu Hüseyin Nuri, ö. 295/907), Sehliye (Sehl bin Abdullah Tustarî, ö. 283/896), Hakimiye (Hakim Tirmizî, ö. 285/898), Harraziye; (Ebu Said Harraz, ö. 277/890), Hafifıye (Ebu Abdullah bin Hafif, ö. 372/982), Seyyariye (Ebu Abbas Seyyarî, ö. 982) anarlar.
Kurumlaşmamakla birlikte düşünceleriyle daha sonra gelişen tasavvuf hayatı ve kurulan tarikatları önemli ölçüde etkileyen bu oluşumlardan sonra H. 6 (M. 12) yüzyıldan başlayarak gerçek tarikatlar doğdular. Bu tarikatlarla kurucuları da şöyle sıralanabilir: Yeseviye (Ahmed Yesevî, ö. 562/1166), Kadiriye (Abdülkadir-i Geylanî, ö. 562/1166), Rifaiye (Ahmed Rifaî, ö. 578/1182), Medyeniye (Ebu Medyen Şuayb bin Hüseyin, ö. 590/1193), Kübreviye (Necmeddin Kübra, ö. 618/1221), Sühreverdiye (Ebu Hafs Ömer Suhreverdî, ö. 632/1234), Çeştiye (Muinuddin Hasan Çestî, ö. 633/1235), Şazeliye (Ebu'lHasan Şazelî, ö. 656/1258), Bektaşiye (Hacı Bektaş Veli, ö. 669/1270), Bedeviye (Ahmed bin Ali Bedev, ö. 675/1276), Desukiye (İbrahim Desukî, ö. 693/1293), Mevleviye (Mevlana Celaleddin Rumî, ö. 672/1273), Sadiye (Saduddin bin Musa Cebbavî, ö. 700/1300) Nakşibendiye (Bahauddin Nakşibendî, ö. 791/1388), Halvetiye (Ömer bin Ekmeluddin Lahicî, ö. 800/1397) ve Bayramiye'dir (Hacı Bayram Veli, ö. 833/1429).
Kuralları, yöntemleri farklı olsa da bütün tarikatlarda ortak olan öğeler vardır. Zikir (Allah'ın isimlerinin anılması), çile ve seyr-u süluk (mutasavvıfın Allah'a doğru yaptığı manevi yolculuk) bunların başında gelir. Pir, pir-i sani, şeyh, halife, derviş, mürid, inabe (tövbe ederek Allah'a yönelme), biat (şeyhe bağlanma), silsile, rabıta, kollara, şubelere ayrılma, istigase (şeyhten yardım isteme), tevessül (şeyhi aracı kılma) gibi insanî; şiilik etkisi, işrakilik, batınilik, hurufilik, ricalu'l-gayb (evreni yöneten veliler) inancı, çeşitli adab ve erkân, melamet gibi fikrî-manevî; vakıf, tekke, dergah, özel giysiler, tarikat ve tarikatlara özgü kimi eşya ve ortak dil gibi maddi öğeler de tüm tarikatlarda gözlenen ortak özelliklerdir.
Her tarikatta kurucu şeyh pir olarak anılır. Eğer tarikatın adab ve erkânı sonraki şeyhlerden birisi tarafından belirlenmişse, bu kişiye pir-i sani (ikina pir) denir. Tarikat örgütlenmesinin merkezinde şeyh bulunur. Bu şeyh tarikatın kurucusu değilse, onun ya da onu izleyen şeyhlerin halifesidir. Her şeyhin Hz. Muhammed'e uzanan bir silsilesi vardır. Her silsile, geriye dogru, birbirinden icazet alan kişiler halinde ehl-i beyt imamlarına, onlardan genellikle Hz. Ali'ye, bazan da Hz. Ebu Bekir'e ulaşır ve böylece Hz. Peygamber'e bağlanır. Silsilesinde Hz. Peygamber'den sonra Hz. Ali'nin yer aldığı tarikatlara Alevî; Hz. Ebu Bekir'in yer aldığı tarikatlara da Bekrî tarikat denir. Kimi zaman silsilede birbirini hiç görmeyen, aralarında zaman farkı bulunan kişiler peş peşe gelir. Bu durumda, önceki kişinin sonrakini ruhaniyetiyle eğittiği kabul edilir. Bu durum üveysilik olarak tanımlanır.
Tarikat etkinlikleri tekke, zaviye, dergâh, hankah, asitane gibi adlarla anılan yerlerde yürütülür. Her tarikatın asitane adıyla anılan merkez tekkesi, tarikat pirinin bulunduğu ya da gömülü olduğu tekkedir. Tarikata girmek isteyen talibler biat ve inabe adı verilen bir törenle şeyh tarafından tarikata kabul edilir. Talib, bu kabulden sonra mürid olarak tarikatın kural ve yöntemlerine göre eğitilerek manevi yolculuğunu (seyr-u süluk) tamamlar. Tarikatın bu kural ve yöntemlerine adab ve erkân denir. Tarikat eğitimini tamamlayan mürid, şeyhin halifesi olma ve onun adına tarikat etkinliğini sürdürme hakkı kazanır. Tarikatlarda eğitimin başlıca yöntemi zikir ve çiledir. Her tarikatın tac, hırka, kemer ve benzeri giysileri de diğerlerinden ayrıdır.
Tarikatlar düşünce sistemleri, zikir biçimleri ve yöntemlerine göre çeşitli sınıflara ayrılırlar. Düşünce sistemleri bakımından tarikatlar ba-şer' ve bîşer' olarak ikiye ayrılırlar. Ba-şer' (makbul, hak, ortodoks) tarikatlar denildiğinde Kadiriye, Nakşibendiye, Mevleviye gibi sünnî tarikatlar akla gelir. Hurufiye, Kalenderiye, Haydariye ve sonraki Bektaşilik gibi kimi tarikatlar da bî-şer' (merdud, batıl, heterodoks) tarikatları oluşturur.
Zikir biçimleri açısından tarikatlar dörde ayrılırlar: Kıyamî tarikatlar (turuk-ı kıyamiye), kuudî tarikatlar (turuk-ı kuudiye), hafî tarikatlar (turuk-ı hafiye) ve cehrî tarikatlar (turuk-ı cehriye). Kadirler, Mevlevîler, Halvetler gibi zikirlerini daha çok ayakta yapan tarikatlara kıyami tarikatlar; Nakşibendîler ve Melamler gibi oturarak yapanlara da kuudî tarikatlar denir. Nakşibendîler gibi zikirlerini ses çıkarmadan, gizlice yapan tarikatlar haf tarikatlar; Kadirler gibi sesli olarak, açıktan yapanlar da cehri tarikatlar adını alır. Ama bu ayrım çok kesin değildir. Çünkü zaman zaman aynı tarikatın hem oturarak, hem ayakta (Halvetlik gibi), hem gizli, hem de açık zikir yaptığı (Bayramlîlik gibi) görülebilmektedir.
Tarikatlar yöntemleri bakımından da farklı sınıflamalara tabi tutulur. Bunlardan en yaygın olan sınıflamaya göre tarikatlar yöntemleri bakımından tarik-i ahyar, tarik-i ebrar ve tarik-i şuttar denilen üç sınıfa ayrılır. Tarik-i ahyar (hayırlıların yolu), Allah'a ibadet ve takva ile ulaşmak isteyenlerin yoludur. Bu yolu tutanlar oruç, namaz, hac ve Kur'an okuma gibi ibadetleri çok yaparlar. Bu yol Allah'a ulaşmak için çok uzun bir süre çalışmayı gerektirir. Bu nedenle, bu yolla Allah'a ulaşanların sayısı çok azdır. Tarik-i ebrar (iyilerin yolu), Allah'a mücahede ve riyazetle ulaşmak isteyenlerin yoludur. Bu yola girenler, iyi huylar edinmeye, gönlünü arındırmaya, kalbini temizlemeye, iç dünyalarını imar etmeye önem verirler. Bu yolla Allah'a ulaşanların sayısı önceki yola göre daha fazladır. Tarik-i şuttar (coşkuluların yolu), Allah'a aşk, cezbe ve muhabbetle ulaşmak isteyenlerin yoludur. Tarik-i sairin de denilen bu yol, iradeye bağlı bir ölüm üzerine kurulmuştur. Başlıca ilkeleri tövbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, sürekli zikir, Allah'a teveccüh, sabır, murakebe ve rızadır.
Tarikatlar, kuruluşlarından itibaren yalnız dinî, tasavvufi bir örgütlenme halinde kalmayarak sosyal, siyasal, kültürel, sanatsal ve askeri birer kurum olarak önemli görevler yaptılar. Ancak 20. yüzyıla doğru eski saflıklarını kaybettiler. Bu nedenle, son dönemlerde şiddetli eleştirilere hedef oldular.
Ahmet ÖZALP
Risale-i Nur yolu daha kısa ve kolay iken, neden tarikat gibi uzun ve müşkil bir yolda gidilmeye başlanmış, kim çıkartmış, niye ve nasıl çıkartmış?
Tarikat, tasavvufun sistemleşmiş şeklidir. Tarîkatlar, hakikatlerin yollarıdır.
Tarîkatlar, şeriatın birer delili, ab-ı hayat dağıtan bir kevser kaynağıdırlar. Asırlardır nice ehl-i iman, bu menba’dan içmiş, bu muazzam hazineden istifade etmiştir.
Tarîkat, Resulullah’ın miracının gölgesinde kalb ayağıyla ruhanî bir seyr ü sülûktur.
Tarîkat, hakîkate giden bir yol olmakla beraber, tek yol değildir. Bütün hak tarikatlar, esaslarını Kur’ândan almışlardır.
Tarîkatı kabul etmek istemeyen bazı kimselerin, “Hz. Peygamber devrinde tarikat mı vardı?” şeklindeki soruları, bir cerbezeden ibarettir. Zira, tarîkatın bütün esasları, zaten Resulullah’ın tatbikatına dayanmaktadır. Yani, uygulama vardır, fakat adı tarikat değildir. Tarikatın belli bir sistem içinde ortaya çıkması , hicri III. asra dayanır. Cüneyd-i Bağdadî, Bayezid-i Bistami gibi zatlar, tarîkatın ilk önderlerindendir. Daha sonraki dönemlerde gelen Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir-i Geylanî, Mevlâna Celaleddin-i Rûmi, İmam-ı Rabbani gibi zatlar ise, tarîkatın en meşhur kahramanlarıdırlar.
Lügatler :
binaen : dayanarak
ehl-i zevk ve keşif : iman hakikatleri kendilerine açılan ve bu hakikatlerin zevkine erişen kimseler
gaye-i maksat : asıl hedef, esas maksat
hakaik-i imâniye : iman hakikatleri, gerçekleri
hakikat : asıl, esas, gerçek
hakikat-i kudsiye : kutsal gerçek
hâlî : hâl ve hareketle ilgili, davranışa ait
ilcaat : gerekler, mecbur etmeler
inkişaf-ı hakaik-i imaniye : iman hakikatlerinin inkişafı, gelişmesi
katre : damla
kemâl-i beşerî : insanın mükemmelleşmesi, olgunlaşması
marifet : bilme ve tanıma
mazhariyet : nail olma, erişme
Mirac-ı Ahmedî : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinatı gezdiği yolculuk
muhakkik : gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlim
muhit : okyanus, büyük deniz
nam : ad, isim, ünvan
reşha : sızıntı
ruhanî : maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait hal
sâye : koruma
seyr ü sülûk-u ruhani : mânevî ve ruhanî makamlarda İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehberin öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk
sırr-ı insanî : insana ait sır
şuhudî : açıkça, gözle görür derecede
tarikat : tasavvuf adıyla Allah’ı tanımaya ve iman esaslarını inkişaf ettirerek insanı mânevî olgunluğa götüren yol
tasavvuf : İslâmiyetin temel prensiplerine dayanarak, nefsi dünya alâkalarından ve sevgisinden kesip Allah’a ulaşma bilgisi
tavsif etme : tanıtma, anlatma, bildirme
telvih : üstü kapalı bir şekilde açıklama
Telvihât-ı Tis’a : dokuz telvih, açıklama, kinaye halindeki işaretler
turuk-u velâyet : velîlik yolları
ulvî : yüce, büyük
ümmet : millet, topluluk
velâyet : velîlik; mânevî mertebeler aşarak Allah’ın yakınlığını ve dostluğunu elde etme
Dokuzuncu Kısım
Telvihât-ı Tis’a
بِسْمِاللهِالرَّحْمٰنِالرَّحِيمِ
اَلاَۤ اِنَّ اَوْلِيَاۤءَ اللهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنوُنَ
1
Şu kısım, turuk-u velâyet hakkında olup Dokuz Telvihtir.
BİRİNCİ TELVİH
Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr ü sülûk namları altında şirin, nuranî, neş’eli, ruhanî bir hakikat-i kudsiye vardır ki, o hakikat-i kudsiyeyi ilân eden, ders veren, tavsif eden binler cilt kitap, ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikati ümmete ve bize söylemişler.
جَزَاهُمُاللهُخَيْرًاكَثِيرًا2 Biz, o muhit denizinden birkaç katre hükmünde birkaç reşhalarını şu zamanın bazı ilcaatına binaen göstereceğiz.
Sual: Tarikat nedir?
Elcevap: Tarikatin gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde ve sâyesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye mazhariyet; “tarikat,” “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1: “İyi bilin ki, Allah’ın dostları için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.” Yunus Sûresi, 10:62.
2: Allah onları bol hayırla mükâfatlandırsın.
Bediüzzaman'ın tasavvuf ve tarikat noktasındaki düşüncelerini ve mübareğin konu ile alakalı dersleri, tavsiyeleri, tesbih ve zikirlerini öğrenmek istiyorum.
Üstad Hazretleri, tarikat ve tasavvuf hakkında görüşlerini en veciz ve beliğ bir şekilde Yirmi Dokuzuncu Mektub'un Dokuzuncu Kısmında “Telvihât-ı Tis'a” başlığı altında uzun uzadıya ifade etmiştir. Bu vesile ile yazının giriş kısmını buraya alıyoruz:
"Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr ü sülûk namları altında şirin, nuranî, neş'eli, ruhanî bir hakikat-i kudsiye vardır ki, o hakikat-i kudsiyeyi ilân eden, ders veren, tavsif eden binler cilt kitap, ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikati ümmete ve bize söylemişler. جَزَاهُمُاللهُخَيْرًاكَثِيرًا Biz, o muhit denizinden birkaç katre hükmünde birkaç reşhalarını şu zamanın bazı ilcaatına binaen göstereceğiz."
Sual: Tarikat nedir?
"Elcevap: Tarikatin gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde ve sâyesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye mazhariyet; "tarikat," "tasavvuf" namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir."
"Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misilli, kâinatın bir nevi merkez-i mânevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları milyonlarla nuranî kitaplar gösteriyorlar."
"İşte, madem kalb ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde derc edilmiştir. Elbette ve herhalde, o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Madem irade etmiş; elbette o kalb dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velâyet merâtibinde zikr-i İlâhî ile tarikat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir."(1)
İnsan mahiyetinin efendisi ve en önemli duygusu olan kalbin, Allah hesabına işlettirilmesinde tarikat ve tasavvuf önemli bir disiplin ve yüksek bir tarz olduğu için, İslam tarihinde milyonlarca evliya ve asfiyanın yetişmesinde önemli bir yere sahiptir. Üstad Hazretleri tarikat ve tasavvuf hakkında daima müspet ve güzel tariflerde bulunmuş, hatta bazı sapkın bidat fırkaların hücumuna karşıda tarikatı şiddetle müdafaa etmiştir.
Üstad Hazretleri bir çok tasavvuf büyüklerinin vird ve zikirlerini “Büyük Cevşen” isimli vird ve dua kitabında cem ederek günümüz insanlarına vird ve zikirler hususunda önemli bir rehberlik yapmıştır.
Cemaatlerin ve Tarikatların Amacı Nedir, Bazıları amaçlarının cumhuriyeti yıkmak, şeriati getirmek olduğunu söylüyor, bu konu hakkında bilgi verir misiniz?
1. İslamiyet selam ve müsalemettir. Niza ve husumet istemez. Bu kaideye binaen dinimiz; uyum, anlayış, sulh, nezahet ve nezaket dinidir. Bu vesile ile bir Müslümanda; gadap, kin, öfke, husumet, vahşet ve adavet olamaz. Hatta en büyük bir düşmanı ile dahi, insaniyet noktasında bir nevi kardeşliği vardır.
2. Dinimizde zorbalık yoktur. Zira dinde ikrah ve zorlama yasaktır. Yani dinimizin o kadar güzelliği, çekiciliği ve albenisi vardır ki; bu özellikler zorbalığa ve zorlamaya müsaade etmezler.
Peygamber Efendimiz (sav) dahi; mucize gösterdikten sonra, muhataplarını serbest bırakması, bu meseleye güzel bir örnektir. Dolayısı ile mucize göstermesine rağmen, Peygamber Efendimize (sav) tanınmayan, muhatabına kabul ettirme baskısı ve hakkı bize hiç tanınamaz.
Düşünme hürriyeti ve düşündüğünü ifade etme özgürlüğü, en ideal şekilde dinimizde mevcuttur. Buna; asırlardan beri idare edilmiş ve komşuluk yapılmış azınlıkların varlıkları en güzel örnektir. Zira dinimizde, “Akla kapı açılır, ihtiyar elden alınmaz” bir kuraldır.
3. İslamiyet’in benimsediği ve ideal olarak nazara verdiği idare şekli cumhuriyettir.
Dört halifeler, dindar bir Cumhuriyetçi idiler. Hatta Resulü Kibriya’nın (sav) kendisinden sonra yerine idareci ve lider tayin etmemesi ve seçimle Hz. Ebubekir (ra)'nın halife olması bunun delilidir. Eğer yerine veliaht tayin etmek esas olsaydı, buna en layık Hz. Peygamber (sav) olurdu.
4. Her bir insan, dâhil olduğu ve mensup olduğu cemiyetin ve toplumun kaide ve kurallarını ihlal etmemeli ve kanunlara riayet etmelidir. Bu mesele; benimsenip kabul edilen küçük bir müesseseden tut, devlete, mezheplere, cemaatlere ve dinlere kadar geçerli olan bir kaidedir. Yani herkes, dahil ve mensup olduğu cemiyetin, toplumun, dinin veya devletin kaide ve kurallarına uyma mecburiyetindedir.
Ancak; insanlar, kendilerinden istenilen ve beklenilenler hususunda öğrenim ve eğitimden geçirilmediği müddetçe, toplumda uyum ve uygulama mümkün olamaz.
İslamiyet’in yirmi üç yılda, hem de Nübüvvet terbiyesi sayesinde, ancak kabul görmesinin, benimsenmesinin ve topluma mal olmasının sırrı ve sebebi budur.
Hatta şartlar yerine gelmezse; İslamiyet’in hükümlerini uygulamak da münasip düşmez. Hz. Ömer (ra) döneminde bir müddet kıtlık yaşandığından, kısasın uygulanmadığı malumdur. Bazı özel şartlarda, ibadetlerde bile tadilat söz konusudur. Muztar kalanların; fikren ve fiilen, yasak olan şeylerde tasarruflarda bulunmaları hususunda ruhsat verilmiştir.
Demek ki; insanlar, mensup oldukları ve benimsedikleri sistemlerin eğitiminden geçirildikten sonra, zaruretler dışında, yaptıkları ve işledikleri suçlardan sorumlu olmaları ve ceza çekmeleri ise adaletin icabıdır.
Mezkûr şartlar muvacehesinde, eğer bu kuralları Allah (cc) koyuyor ise; uygulamada hoşumuza gitmeyen halleri tenkit etmek, bizim haddimizi aşar. Çünkü insanı yaratan, yaşatan, ona sağlık ve afiyet veren, rızkını gönderen, ona en fazla değer veren ve rağbet eden Allah (cc), müeyyideleri koyuyor ise, bize düşen bunlara itaattir. Zira hiç kimse Allah’tan (cc) daha adil, daha şefkatli ve daha ilim sahibi değildir. Mahlukatın üzerinde hak ve hukuk sahibi, sadece ve sadece onları yaratan ve yaşatan olan Allah’tır (cc).
5. Bir şeye inanmak ayrıdır, o şeyi uygulamak ayrıdır. İnanmak bizi mümin dairesinde tutar ve muhafaza eder. İnanmamak ise o daireden çıkarır ve ebedi felaket kapısını açar. Uygulamak ise, insana fazilet, şeref ve sevap kazandırır. Uygulamamak ise, bizi iman dairesinden çıkartmaz, ancak fiilen mesuliyet altına sokar. Çünkü; uygulamanın ve muamelatın; şartlarla ve çevreyle ciddi manada münasebet ve alakası vardır. Fakat inanmanın; kalple alakası olduğundan, çevre ile o kadar ilişkisi yoktur.
6. Kur'an’dan alınan ve İslamiyet hudutları içerisinde olan; tarikat, cemaat, mezhep ve tarzların gayesi, dini yaşamak ve kulun Rabbi ile münasebetini iyi kurmaktır.
Bunların rejimle ve siyasetle ilgisi direk manada olamaz ve doğru da değildir.
Her cemiyetin, toplumun ve mesleğin iyileri olduğu gibi, kötüleri de olabilir. İşte bu kötüler; maalesef şahsi ve hissi davranışları, yanlış fikir ve fiilleri ile; hem mensup oldukları cemiyeti ve mesleği lekeledikleri gibi, hem de İslamiyet’e ciddi manada zarar verebiliyorlar.
İmam-ı Gazali; “Bu dine en büyük zararın düşmandan fazla, ahmak dosttan geldiğini” ifade etmektedir. Bu vesile ile; aslında, Müslümanlara zararın büyüğü yine de kendilerinden; yani, yanlışlarından, yersiz ve zamansız hatalarından gelmektedir.
Bu yanlışlara ve hatalara bakıp; tarikatlara, mezheplere ve özellikle dinimizin kaide ve kurallarına itiraz ve muhalefet, bizi tehlikeye düşürebilir. Zira, doktorun hatasına bakıp, tıbbın aleyhinde bulunan, zavallı insanların durumuna düşeriz.
Lügatler :
adem : yokluk
adem-i mutlak : sınırsız tam bir yokluk
âhiret : öteki dünya, öldükten sonraki hayat
âlem-i bâki : devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi
âlem-i bekà : devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi, bâki âlem
âyine : ayna
bâkiyat : bâkî şeyler, devamlı ve kalıcı olanlar
bizzarure : zorunlu olarak
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah
cihet : yön
cilve : görünme, yansıma
cism-i insanî : insan bedeni
ehil : lâyık
ehl-i bekà : bâkî olanlar, sonsuza dek yaşayanlar
ehl-i keşif : mânevîyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar
ehl-i tahkik : gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler
ehl-i velâyet : velî kullar, Allah dostları
ervah : ruhlar
esmâ : isimler
fenâ : yokluk, yok oluş
fenâ-yı mutlak : sonsuz yok oluş
feyz : ilham, bereket, ilim bolluğu
hakikat : gerçek, doğru
helâket : yok oluş
icmâlen : kısaca, özet olarak
ilm-i muhît : herşeyi ihata edici, kuşatıcı ilim
irade : dileme, istek, tercih
istibşarkârâne : müjdelenerek, sevinerek
istiğrabkârâne : şaşkınlık içinde
işârât-ı Kur’âniye : Kur’ân’ın işaretleri
Kadîr-i Mutlak : hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın herşeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi, Allah
kısm-ı ekseri : büyük bir kısmı
kıyamet : dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması
kudret : güç, iktidar
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
mazhar : erişme, sahip olma; ayna, görünme yeri
meâl : kısaca anlam
medar-ı bahs : bahis sebebi, söz konusu
menzil : durak, yer
merâtib : mertebeler, dereceler
müfrit : ifrat eden, aşırıya giden
nevi : çeşit, tür
nisbeten : kıyasla, oranla
sermedî : sürekli, devamlı
sıfât : sıfatlar, vasıflar
suret : biçim, şekil
şümûl : kapsamlılık
teessürat : etkilenmeler
tehdid-i Kur’âniye : Kur’ân’ın tehdidi
vücut : varlık
Zât-ı Akdes-i İlâhî : her türlü kusur ve noksandan sonsuz derece uzak olan ilâhi Zât, Allah
zikretmek : anmak, hatırlatmak
istiğrabkârâne, belki bir cihette istibşarkârâne teessüratları bulunmasını, işârât-ı Kur’âniye gösteriyor. Zira, Kur’ân-ı Hakîm, her zaman kıyametin acaibini tehdit suretinde zikrediyor, “Göreceksiniz” diyor. Halbuki, cism-i insanî ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesetleri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur’âniyeden hisseleri var.
ALTINCI SUALİNİZİN MEÂLİ: 1كُلُّشَىْءٍهاَلِكٌاِلاَّوَجْهَهُ Bu âyetin âhirete, Cennete, Cehenneme ve ehillerine şümulü var mı, yok mu?
Elcevap: Şu mesele, pek çok ehl-i tahkik ve ehl-i keşif ve ehl-i velâyetin medar-ı bahsi olmuş. Şu meselede söz onlarındır. Hem de şu âyetin çok genişliği ve çok merâtibi var.
Ehl-i tahkikin bir kısm-ı ekseri demişler ki: “Âlem-i bekàya şümulü yok.” Diğer kısmı ise: “Âni olarak onlar da az bir zamanda bir nevi helâkete mazhar olurlar. O kadar az bir zamanda oluyor ki, fenâya gidip gelmiş hissetmeyecekler.”
Amma, bazı müfrit fikirli ehl-i keşfin hükmettikleri fenâ-yı mutlak ise, hakikat değildir. Çünkü, Zât-ı Akdes-i İlâhî madem sermedî ve daimîdir; elbette sıfâtı ve esmâsı dahi sermedî ve daimîdirler. Madem sıfâtı ve esmâsı daimî ve sermedîdirler; elbette onların âyineleri ve cilveleri ve nakışları ve mazharları olan âlem-i bekàdaki bâkiyat ve ehl-i bekà, fenâ-yı mutlaka, bizzarure, gidemez.
Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden şimdilik iki nokta hatıra gelmiş; icmâlen yazacağız.
Birincisi: Cenâb-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlaktır ki, adem ve vücut, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir.
Hem adem-i mutlak zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhît var. Hem daire-i
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1: “Herşey helâk olup gidicidir. Ona bakan yüzü müstesnâ.” Kasas Sûresi, 28:88.
Tasavvufi ekollerin kainat ve varlıklara bakış açısı ile Üstad'ın alem ve varlık anlayışını değerlendirebilir misiniz?
Allah’ın Zat-ı Akdesi ile beraber isim ve sıfatlarının da ezeli ve ebedi olması, mutlak yokluk ve hiçlik manasını ve ihtimalini ortadan kaldırıyor. Zira vacibü'l-vücud ile mutlak yokluk manası iki zıttır. İki zıddın beraber bulunması ise muhaldir.
Bu yüzden, vacibü'l-vücud, adem-i mutlakı mahv ile tams etmiştir. O zaman her şey, ister mevcud olsun, ister madum olsun, Allah’ın ezeli ve ebedi ilminde sabit ve daimdir.
Evet, her şeyin ve her mevcudun iki cephesi vardır. Birisi, mahiyet ve zatı; diğeri ise, hariçteki vücudu ve suretidir. Yani, cismani buududur. Her şeyin aslını ve özünü teşkil eden ise, zatı ve mahiyetidir. Bu da Allah’ın ezeli ve ebedi ilminde manevi ve ilmi olarak mevcuttur. Buna vücud-u ilmi de denir.
Şayet, Cenab-ı Hak, ezeli irade ve kudreti ile, ilminde sabit olan bu mahiyetlere ve asıllara harici bir vücut verirse, o zaman ilmîlik ve manevilikten mahlukat ve şehadet alemine intikal etmiş olur.
İşte Cenab-ı Hakk'ın ezeli ilmindeki eşyanın mahiyet ve zatına ayan-ı sabit denir. Onun harici bir vücut giydirilmiş haline de mahlukat veya hakikat denilir. Üstad'ın ifadesi ile, daire-i ilmiden, daire-i kudrete çıkmış olana, mahluk ve mevcut denilir. Daire-i ilmîde olan mahiyet ve aslına da, her şeyin bir nevi programı ve mahiyeti hükmünde olan vücud-u ilmî denilir.
Yine, On Beşinci Mektupta ifade edildiği üzere; "Hem adem-i mutlak zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhît var. Hem daire-i ilm-i İlâhînin harici yok ki, birşey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır" cümleler bu meseleye işaret eder.
Bu ayan-ı sabit konusu Ehl-i Sünnet içinde farklı meslek ve meşrep sahiplerine göre farklı tabirat ile mütalaa edilmiştir.
Mesela, tasavvuf mesleğinde olanlar, eşyanın ilm-i İlahide olan vücutlarına ayan-ı sabit demişler. Oradan, ezeli irade ve kudret ile, harici vücuda intikal eden haline de feyz-i mukaddes tabirini kullanmışlardır. Yine Sünni kelamcılar, ilm-i İlahide olan eşyanın vücutlarına mahiyet tabirini kullanmışlardır. Oradan kudret ve irade ile, harici aleme intikal ettirilmiş durumuna da, hakikat ismini vermişlerdir.
Felsefede, filozoflar da bu manaya uzaktan bir yaklaşımla, farklı tabir ve ifadeler kullanmışlardır. Mesela, Eflatun’un ideası, Hegel’in kamu tanrı inancı, Bergson’un ruhçuluk anlayışı, vb. fikirler bu manaya uzaktan bir bakış sayılabilir.
Yine asrın İmamı Said Nursi, ayan-ı sabit ve mahiyet tabiri yerine, vücud-u ilmi ve manevi; onun harici aleme intikal etmiş durumuna da mahlukat, ya da daire-i kudret tabirini sarf eder.
Özet olarak; delalet ve işaret noktasından aynı şeyler söyleniyor. Ama, tabir etme noktasından mesleki mukteziyata göre tasvir yapılıyor. Bir şeyin ilmi ve manevi olarak mevcudiyeti zaruridir. Çünkü, adem-i mutlak yoktur. Ama harici olarak vücuda gelmesi, ezeli irade ve kudrete bakar. Yani, Allah’ın dilemesine bakar. Bir şeye harici vücut verilmemişse; o şey, sadece ezeli ilimde mahiyet olarak vardır. Bu nedenle mahluk ismini alamaz.
Allah’ın ezeli ilminde vacip, mümkün ve mümteni olarak vücudun bütün nevileri vardır. Allah, Zat-ı Akdesi ile beraber bütün isim ve sıfatlarını bildiği gibi, mümkinattan olan her şeyin mahiyetlerini de bilir, hiç bir şey onun ilminin haricinde olamaz. Mümteni ise, vücudu hiçbir zaman mümkün olmayan muhal şeylere denir ki, Allah, ilmi ile bunları da bilir.
Allah’ın ezeli ilmindeki isim ve sıfatların tecelli yeri, vücut sahaları içinde, sadece mümkün olan mahiyetlerdir. Yoksa, vacip ve mümteni olanlar, tecelli ve taalluk yeri değildir. Allah’ın ezeli ilminde mümkün olan mahiyetlerde isim ve sıfatların tecelli ve taalluk keyfiyetlerini idrak etmek ve kavramak mümkün değildir.
Mesela, Allah’ın ezeli ilmindeki mahiyetlerin harici vücuttaki ölçüler ile kıyas edilmesi muhaldir. Hariçteki bir taş, sert ve hacimlidir; ama ilimdeki mahiyeti sertlikten ve hacimlilikten münezzehtir. Eğer harici aleme kıyas ederek, Allah’ın ezeli ilmindeki mahiyet ve vücutlara cismani boyut ve ölçüler ile bakarsak, bir nevi maddenin kıdemine, yani ezeliyetine zehap etmiş oluruz. Bu da zuhur, ittisal, hululiyet gibi dall ve küfrü mucip yollara götürür.
İlm-i İlahide mevcut olan mahiyet veya ayan-ı sabit dediğimiz mevcudat-ı ilmiyeler, keyfiyetini bilmediğimiz bir vücuda ve hayata mazhariyetleri vardır. Bu zaviyeden, eşyanın mahiyeti ve zatı, yani özü sabit ve daimdir. Asla adem-i mutlaka maruz değildir.
Mesela insan, zihninde bir binanın plan ve projesini ve bütün aksam ve detaylarını ifade eden bir programı tasarlasa ve bu tasarıyı aynıyla harici vücuda bina olarak inşa etse; bu inşaat, program olarak insan zihninin daimiyeti ile daimi olarak mevcuttur. Ama harici vücut noktasından insan, irade ve kudretin var etmesine bağımlıdır ve hadistir. Taalluk olmaz ise, husule gelemez.
İşte, binanın zihinde oluşan program halindeki vücuduna ayan-ı sabit; onun inşaat halini alan harici vücuduna ise mahluk denir. Bina ile program farklı olmakla beraber, tamamen birbirinden bağımsız da değildir. Her ikisinde de İlahi sıfat ve isimlerin tecelli ve taallukları vardır. Ama keyfiyeti tamamen başka başkadır, birbiri ile iltibas olunmamalıdır.
İlm-i İlahideki mahiyetlerin kesret ve tenevvü; esmanın kesretinden ileri geliyor. Tıpkı, harici alemdeki kesretin, esmanın kesretinden gelmesi gibi. Yani, ayan-ı sabit denilen eşyanın mahiyet ve esasları, Cenab-ı Hakkın isimlerinin ve tecellilerin bir nevi gölgesidir. Harici mevcudat ise, bu ilmi ilahideki gölgenin gölgesidir. İbn-i Arabi’nin ifade ettiği "zıllın zılali" tabiri, bu manaya delalet ediyor.
Mesela, güneş bir aynaya aks ediyor. Aynadaki aks da başka bir aynaya aks ediyor. Burada, güneş, isimleri temsil eder. Birinci aynadaki aks, ayan-ı sabit; en son aynadaki aks ise, harici mevcudat alemini ifade eder.
Burada iltibas olmasın. Harici mevcudatın; hiç bir hakikatı olmayan hayal, vehim, ya da zihni bir şey demek olmadığı bedihidir. Buradaki gölge, nispidir. Yani, Rasih olan bir vücuda nispeten, onun altı olanlar daha zaif bir vücud mertebesinde demektir. Yoksa, eşyanın hakikati sabittir.
Üstad Hazretleri, tarikat bahislerinde neden çoğunlukla İmam-ı Rabbani Hazretlerini nazara veriyor?
İmam Rabbani Hazretleri, bütün tarikatlarca makbul ve üstat olarak kabul edilir. Bu yüzden sözü her tarikatta hüccettir. Aynı zamanda kendi döneminin müceddidir. İslam aleminde itibarlı bir makamı vardır.
Diğer bir husus, İmam Rabbani Hazretleri, tarikat ve tasavvufa ince bir ayar çekmiştir. Tarikat ve tasavvufta, Kur'an ve sünnetin dışına çıkan bazı yanlış ve sivri yönleri törpüleyerek, tarikat ve tasavvufu emniyetli bir hale sokmuştur. Bu yönü ile her meşrepçe saygın bir yönü vardır.
Üstat, tarikattan bahsederken, tarikatın makbul ve saygın isminden örnek ve alıntılar yapıyor ki, izahat daha iyi anlaşılsın, daha kuvvetli olsun. Zaten muhatap da tarikatçılar olduğu için, tesiri biraz daha fazla oluyor.
Risale-i Nur mesleğinde nefis, mertebe kat ediyor mu? Yoksa nefis katetmek itibari bir şey olup tarikata mı mahsustur?
Cenab-ı Hak insana çok mertebe ve makamlar kazanacak mahiyette bir nefis vermiştir. Bu nefis, bir hammade gibidir. Terbiye edilmemiş bir vaziyette olduğundan, insan bu nefsi, terbiye ve tezkiye etmekle yükümlüdür.
Onun için nefiste terakki ve mertebe kat etme vardır ve itibari bir şey değildir. Bu kural, nefis için genel bir durumdur. Nefsi terbiye ve tezkiye etme metotları her meslek ve meşrebin kendi dinamiklerine göre şekillenir. Kimisi nefsi, riyazet gibi ağır terbiye tarzları ile terbiye eder. Bu tarz, uzun ve meşakkatli bir yoldur. Kimisi daha kısa ve zahmetsiz bir tarz ile terbiye ve tezkiye eder; tıpkı sahabeler gibi…
Bu nefisin mertebelerine işaret eden ayetler de vardır. Hatta her mertebesi için bir ayet olduğunu alimler Kur'an'dan tahric etmişlerdir.
Özetleyecek olursak, nefis mertebeleri, itibari bir şey olup, sadece tasavvufa ait bir durum değildir. Umumi bir hakikat olup, her insan ve meslek için geçerlidir. Fark, sadece terbiye etme metotlarındadır.
Lügatler :
âyet : Kur’an’da yer alan her bir cümle
cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye : Kur’an’ın temel prensiplerinden hareketle açılan en büyük cadde
civanmert : cesur, yiğit
daire-i kudsiye : kutsal daire
desise : hile, aldatma
düstur : kural
ehl-i hakikat : hakikate bütün ayrıntılarıyla araştırarak ulaşanlar
ehl-i tarikat : tarikata mensup olanlar
esas : temel
fâni olma : bir meseleye kendinden geçer derece kendini verme
fâni : geçici olan, ölümlü
fikren : düşünce şeklinde
gayet : çok
hakikî : asıl, gerçek
halîliye : Allah’ın dostu (Halîlullah) ünvanına sahip olan Hz. İbrahim’in örnek alındığı yol
hıllet : çok güçlü dostluk
hissiyat : hisler, duygular
hissiyat-ı nefsaniye : kötülükleri emreden nefsin yönlendirdiği duygular
hizmet-i Kur’âniye : Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme; samimiyet
iktiza eden : gerektiren
iman : inanç
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân : açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim
mâbeyn : iki şeyin arası
meşreb : hareket tarzı, metod
meziyat : meziyetler, güzel özellikler
muhafaza etmek : korumak
müessir : etkili
mülâhaza etmek : değerlendirme yapmak
mürid : bir mürşidin talebesi
nefis : insanı kötülüğe, yasak zevk ve isteklere yönelten duygu
nur : aydınlık
peder : baba
rabıta-i mevt : ölüm bağı; ölümü düşünmek ve dünyanın fani olduğunu kabul etmekle nefsin aldatmacalarından kurtulma faaliyeti
riyâ : gösteriş
samimî : içten
sukut : düşme, alçalma
sülûk etmek : tasavvuf yoluyla manevî âlemlerde çeşitli derecelere yükselmek
takdir etme : bir şeyin değerini anlama ve ilân etme
tefânî : kardeşler arasında fani olmak
tûl-i emel : hiç ölmeyecekmiş gibi uzun emel sahibi olma
uhuvvet : kardeşlik
üssü’l-esas : esasın esası, en temel şart
üstad : öğretmen, hoca
vasıta : araç
güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.
Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü’l-esası, samimî ihlâstır. Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz.
Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.
Ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur’ân-ı Hakîmin 1اِنَّكَمَيِّتٌوَاِنَّهُمْمَيِّتُونَ2 - كُلُّنَفْسٍذَاۤئِقَةُالْمَوْتِgibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1: “Her nefis ölümü tadıcıdır.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:185.
2: “Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” Zümer Sûresi, 39:30.
Tövbe almanın, rabıta yapmanın şirk olması mümkün mü, Üstat bu konuda ne diyor?
Tövbe almak, rabıta yapmak tasavvuf mesleğinin içinde, insanın nefsini ıslah ve terbiye etmek için geliştirilmiş iki güzel disiplindir. Bunlara şirk demek büyük hata olur. Tövbe almaktan maksat, tasavvuf mesleğine giren bir müridin manevi temizlenmesi, geçmişteki hata ve günahlarına pişmanlık duymasıdır.
"Ey mü'minler! Hep birden, bütün günahlarınızdan ALLAH'a tevbe ediniz ki, felaha, kurtuluşa eresiniz."(Nûr, 24/31)
Tarikattaki tövbe almak işi, bir yönü ile bu ayetin bir ritüeli ve merasimi şeklindedir.
Genel anlamda rabıta ise, Allah’ı ve ahireti sürekli zihinde tutmak için tarikatın ayet ve hadislerden ilham alarak geliştirdiği bir tefekkür sistemidir.Kelime olarakrabıta, bağ demektir ve tarikatlarda “kendi şahsiyetinden sıyrılıp, şeyhinin veya Resulullah’ın manevî şahsiyetiyle bütünleşme, bir bağ kurma” şeklinde uygulanır. Bu gibi disiplinlerin özü ve esası ayet ve hadislere dayandığı için bunlara bidat ya da hata demek insafsızlık olur. Ehl-i sünnet alimleri tasavvuf ve tasavvuf içinde bulunan bu disiplinlere ilişmemişler, tam aksine teşvik etmişlerdir.
Rabıta hakkında Üstad hazretleri şu ifadeleri kullanıyor:
"Ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur’ân-ı Hakîmin اِنَّكَمَيِّتٌوَاِنَّهُمْمَيِّتُونَ - كُلُّنَفْسٍذَاۤئِقَةُالْمَوْتِ gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip, düşüne düşüne, nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup, uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu rabıtanın fevâidi pek çoktur. Hadiste اَكْثِرُواذِكْرَهَادِمِاللَّذَّاتِ (ev kemâ kàl) yani, “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” diye bu rabıtayı ders veriyor."(1)
Bazı şeyhlerin ders programı olarak Risale-i Nur okutması, Risalelerin tarikat ile iç içe olabileceğinin göstergesi mi olur, bilgi verir misiniz?
Risale-i Nurlar, imana dair hakikatleri tarikat ve tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan insanların akıl ve kalp dünyasına şırınga ediyor. Tasavvuf yolu uzun ve meşakkatli bir yoldur, Risale-i Nurlar ise kısa ve kolay bir hakikate ulaşma metodudur.
Risale-i Nurlar bu zamanın şartlarına ve gereklerine göre yazılmış bir eser olmasından dolayı, günümüzün hastalık ve problemlerine tam bir ilaç ve reçetedir. Tasavvuf yolu ise kökü eski ve şartları eski zamanın şartlarına göre olmasından dolayı, bu zamanın dertlerine ve sorunlarına tam bir tiryak ve reçete olamıyor. Bu sebeple bu zamanda her Müslümanın Risale-i Nurlara ihtiyacı vardır. Risale-i Nur'u elde eden birisinin başka şeylere ihtiyaç duymaması iktiza eder.
Lakin eski meslek ve meşrebini terk edemeyen birisi Risale-i Nur dairesinde bulunabilir, yani hem eski mesleğini hem de Risale-i Nurları kendine mürşit kılabilir, bunun bir sakıncası yoktur. Ama ilk defa Risale-i Nurları tanıyan birisinin başka yerlerde Nur araması, zımni olarak Risale-i Nurları yetersiz ve tatminsiz görmek olur ki, bu Nur talebeliğinin şartlarına uymaz, sadakat ve sebata aykırıdır.
Risale-i Nurlarla tarikatların iç içe olması, bir çelişki ya da tutarsızlık değildir. Zira Risale-i Nurlar ekmek ve su gibi temel ve zaruri şeylerden bahsediyor, tarikat ise bu zaruri ve temel şeylerin üstünde daha kemal bir manaya ulaşmayı hedefliyor. Öyle ise biribiri ile çelişmiyor, tam aksine biribirini ikmal ve itmam ediyor denilebilir. Bu sebeple tarikat erbabının Risale-i Nurlar ile meşgul olması bir ihtiyaç ve zarurettir. Gerçi Risale-i Nurlar tarikatın elde ettiği manevi kemalatı tarikat berzahına girmeden de veriyor, lakin bizim tavsiye ve tespitimiz mesleğini terk edemeyen tarikat ehli kardeşlerimizedir.
Risaleler zamana en uygun ve etkili metodun Risale-i Nur olduğunu bize bildirir. Hâl böyleyken tarikat şeyhleri olsun, başka bazı büyük takva ehli zatlar olsun, neden risale okudukları halde eski geleneklerine bağlı kalıyorlar?
Şeriatın bildirdiği hakikatlere, tarikat yoluyla ulaşmak mümkündür. Kamil bir ehl-i tarik, dinin hakikatlerinin ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduğunu tarikattaki seyri esnasında müşahede eder. Tarikat, tasavvufun sistemleşmiş şeklidir. Tarîkatlar, hakikatların yollarıdır.
Bunlar, manevî birer kışla, ciddi birer terbiye merkezidirler. Tarîkatlar, İslâmiyet'in üç mühim ve sarsılmaz kalelerinden birer kale, İslâm âlemi içinde mukaddes bir bağ olan kardeşliğin gelişmesine en birinci, tesirli, hararetli vasıtalardır. Tarîkatlar, şeriatın birer delili, ab-ı hayat dağıtan bir kevser kaynağıdırlar. Asırlardır nice ehl-i iman, bu menba’dan içmiş, bu muazzam hazineden istifade etmiştir.
Tarîkat, Resulullah’ın miracının gölgesinde kalb ayağıyla ruhanî bir seyr ü sülûktur. Neticesinde, iman ve Kur’ân hakîkatlerine bir mazhariyet söz konusudur. Bu mazhariyet, zevkî, hâlî ve bir derece şuhûdîdir. Tarîkat, hakîkate giden bir yol olmakla beraber, tek yol değildir. Tarîkatlardaki metod farklılıkları bunu isbat eder. Bütün hak tarikatlar, esaslarını Kur’ân’dan almışlardır.
Tarîkatı kabul etmek istemeyen bazı kimselerin, “Hz. Peygamber devrinde tarikat mı vardı?” şeklindeki soruları, bir cerbezeden ibarettir. Zira, tarîkatın bütün esasları, zaten Resulullah’ın tatbikatına dayanmaktadır. Yani, uygulama vardır, fakat adı tarikat değildir. Tarikatın belli bir sistem içinde zuhuru, hicri 3. asra dayanır. Cüneyd-i Bağdadî, Bayezid-i Bistami gibi zatlar, tarîkatın ilk önderlerindendir.
Daha sonraki dönemlerde gelen Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir-i Geylanî, Mevlâna Celaleddin-i Rûmi, İmam-ı Rabbani gibi zatlar ise, tarîkatın en meşhur kahramanlarıdırlar. Bu asırda bir çok tarikat şeyhi ve müntesipleri, Risale-i Nur'u kendi hizmetleri içerisinde bir proğram olarak sunmakta, kimisi de okumasa da ilişmemekte, taraftarlık göstermektedir. Zaten her grubun, herkesin bu eserleri okumasını bekleyemeyiz. Bediüzzaman Hazretleri de bunu nazara vererek dost, kardeş ve talebe dairesi mevzusunu işlemiş. Bu da gerek başka cemaat ve gruplar olsun gerekse de tarikatların en azından hizmetimize dost oldukları imajını bize vermektedir.
Risaleleri ancak hakkıyla tetebbu eden, tedkik edip inceleyen ve kendine bir proğram haline getirip, okurken tenkid gömleğini çıkarıp sadakat ve teslimiyetle okuyanlar hakiki manada zevk alabilir. Yoksa kişinin ilmi olsa bile hakikata vakıf olamayabilir. Kulaktan duyma bazı bilgilerle bu eserlere karşı ön fikirli davranabilir. Bunun için Bediüzzaman Hazretleri kucaklayıcı bir metodla tüm ehli imanı bu hizmete ortak etmekte ve bu eserlerin sadece nur talebelerinin değil hakiki manada alimlerin ve ehli hakikat ve kemalatın malı olduğunu ifade etmişlerdir.
Bir kimse kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etse ve yalnız hak benim tuttuğum yoldur, diğer metodlar batıldır derse, büyük sıkıntı olur. Ancak kişi kendi tuttuğu yolu en güzel görüp diğerlerine muhabbetini devam ettirirse o zaman hakiki manadaki cemaatleşme sırrı anlaşılır. Bizler Risale-i Nur dışındaki tarikat ve cemaatlerin bu şekilde düşündüğüne inanıyoruz.
Bundandır ki ehli iman birbirini tenkid ederek değil, birbirlerinin güzel hasletlerinden istifade edip kuvvetli bir birlik haline gelmişlerdir. Bazı bölgelerde ve ülkelerde birtakım sıkıntılar olsa da bunların da kısa bir süre içerisinde aşılacağı kanaatindeyiz.
Lügatler :
asfiya : Hz. Peygamberin yolundan giden ilim ve takvâ sahibi büyük zâtlar
âyine : ayna
cadde-i kübrâ : büyük ve geniş cadde
Eimme-i Ehl-i Beyt : Hz. Peygamberin neslinden gelen imamlar
eimme-i müçtehidîn : müçtehid imamlar; Kur’ân’dan ve sünnetten yola çıkarak hüküm ortaya koyan imamlar
endam : boy
esmâ : isimler
esmâ-i İlâhiye : Allah’ın isimleri
eşya : varlıklar
hak : doğru, gerçek
hakikat : gerçek mahiyet, asıl, esas
hakikatli : asıl, gerçek
hakikî : gerçek, asıl
heyet : yapı
ihtiva : içine alma
irtisam : resmedilme, görüntü
mahsus : has, özel
menzil : yer, mekân
mesmuât : işitilenler, duyulanlar
Mevcud : gerçek varlık sahibi olan Allah
mevcudat : var edilenler, varlıklar
misalî : görüntüden ibaret
nefsülemir : işin kendisi, aslı
Rahîm : rahmetinin çok özel tecellîleri olan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah
Rahmân : şefkati herşeye kaplayan ve sonsuz şefkatiyle bütün yaratıkların rızkını veren Allah
Rezzâk : bütün varlıkların rızıklarını bol bir şekilde tekrar tekrar veren ve ihtiyaçlarını karşılayan Allah
Sahabe : Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar
suret : görüntü, şekil, resim
şakirt : talebe, öğrenci
Tâbiîn : Sahabeleri gören Müslümanlar
tagayyür : değişme, başkalaşma
tatbik : uygulama
temsil : analoji; kıyaslama tarzında benzetme
Vâcibü’l-Vücud : varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah
Vâhid-i Ehad : birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de ayrı ayrı tecellîleri görülen Allah
vâki : olan, meydana gelen
velâyet-i kübrâ : en büyük velîlik
zîruh : ruh sahibi
İkinci temsil: Meselâ şu menzilin dört duvarında dört tane endam âyinesi bulunsa, herbir âyine içinde her ne kadar o menzil öteki üç âyineyle beraber irtisam ediyor; fakat herbir âyine kendinin heyetine ve rengine göre eşyayı kendi içinde ihtiva eyler, kendine mahsus misalî bir menzil hükmündedir. İşte, şimdi iki adam o menzile girse, birisi birtek âyineye bakar, der ki: “Herşey bunun içindedir.” Başka âyineleri ve âyinelerin içlerindeki suretleri işittiği vakit, mesmuâtını o tek âyinedeki, iki derece gölge olmuş, hakikati küçülmüş, tagayyür etmiş o âyinenin küçük bir köşesinde tatbik eder. Hem der: “Ben öyle görüyorum, öyle ise hakikat böyledir.”
Diğer adam ona der ki: “Evet, sen görüyorsun, gördüğün haktır. Fakat vâkide ve nefsülemirde hakikatin hakikî sureti öyle değil. Senin dikkat ettiğin âyine gibi daha başka âyineler var; gördüğün kadar küçücük, gölgenin gölgesi değiller.”
İşte, esmâ-i İlâhiyenin herbiri ayrı ayrı birer âyine ister. Hem meselâ Rahmân, Rezzâk, hakikatli, asıl oldukları için, kendilerine lâyık, rızka ve merhamete muhtaç mevcudatı ister. Rahmân, nasıl hakikî bir dünyada rızka muhtaç hakikatli zîruhları ister; Rahîm de, öyle hakikî bir Cenneti ister. Eğer yalnız Mevcud ve Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad isimleri hakikî tutulup öteki isimler onların içine gölge olmak haysiyetiyle alınsa, o esmâya karşı bir haksızlık hükmüne geçer.
İşte şu sırdandır ki, cadde-i kübrâ, elbette velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabe ve asfiya ve Tâbiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’ân’ın birinci tabaka şakirtleridir.
سُبْحَانَكَلاَعِلْمَلَنَاۤاِلاَّمَاعَلَّمْتَنَاۤاِنَّكَاَنْتَالْعَلِيمُالْحَكِيمُ
1
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Sûresi, 2:32.
Tarikata bağlı insanlar, cemaata bağlı insanlardan daha farklı hallere giriyor, kalb gözleri daha çok açık olduğu söyleniyor, bu doğru mudur?
Velayetin Suğra, Vusta ve Kübra olmak üzere üç mertebesi vardır.
Velayet-i Suğra: Ekseri olarak tarikat ve tasavvuf berzahı ile seyrü süluk eden müritlerin mazhar olduğu bir velayet mertebesidir.Halk arasında kerametleri ile meşhur evliyalar ekseriya bu sınıfa girerler.Burada salikin kesp ve gayreti esastır.Yani kesbi bir makamdır.Bu yüzden riski ve şatahatı olan bir meslektir. Bu mesleğin keramet ve keşfi çoktur lakin velayet makamlarının en alt mertebesidir. İnsanlar ekseri keşif ve keramete ehemmiyet verdiği için yüksekliğin ölçüsünü de böyle zannediyor. Halbuki en büyük veli en küçük sahabeye yetişemiyor ama veli de görünen olağanüstü haller sahabede çok az bazen de hiç görünmez. Demek yükseklik ve makamın ölçüsü keşif ve keramet değildir.
Velayet-i Vusta: Sünnet-i seniyyeye ittiba etmeyi esas alarak imana ve Kur’ana hizmet eden büyük mürşitlerin, mücedditlerin, ülemanın yoludur. Ekseri Vehbi olmakla beraber, kulun kesbi ve gayreti az da olsa vardır. Bu makamda velayetle beraber ilimde hükmeder. Bu makamda olan zatlar manevi sultan oldukları gibi ilimde de otorite sahibidirler.
Velayet-i Kübra: Akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan ve veraset-i Nübüvvet'ten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçen velilik mesleği. (Sahabeler gibi)
"Cadde-i kübrâ, elbette velayet-i kübra sahibleri olan Sahabe ve Asfiya ve Tâbiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve Eimme-i Müçtehidînin caddesidir ki doğrudan doğruya Kur'an'ın birinci tabaka şâkirdleridir."(1)
Allah’ın kula yakınlığından inkişaf eden külli ve feyizli bir meslektir. Risale-i Nur mesleği de bu sınıftandır. Tamamen Vehbi bir meslektir. Bu yolda keşif ve keramet az bulunur, yalnız meziyet ve makamı daha yüksektir.
Risale-i Nurlar; imana dair hakikatleri, tarikat ve tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan insanların akıl ve kalp dünyasına şırınga ediyor. Tasavvuf yolu uzun ve meşakkatli bir yoldur, Risale-i Nurlar ise kısa ve kolay bir hakikate ulaşma metodudur.
Risale-i Nurlar bu zamanın şartlarına ve gereklerine göre yazılmış bir eser olmasından dolayı, günümüzün hastalık ve problemlerine tam bir ilaç ve reçetedir. Tasavvuf yolu ise kökü eski ve şartları eski zamanın şartlarına göre olmasından dolayı, bu zamanın dertlerine ve sorunlarına tam bir tiryak ve reçete olamıyor. Bu sebeple bu zamanda her Müslüman’ın Risale-i Nurlara ihtiyacı vardır.
Özet olarak tarikat da hak bir meslektir, bu zamanda esas olan keşif ve keramet değil, imanı kurtarmak ve farzları ifa etmektir.
Yirmi yedinci sözde fena-i nefs ile tezkiye-i nefsden bahsediliyor. Bu ikisinin birbirinden farkını anlatır mısınız? Aynı yerde geçen besatet-i ubudiyet ne demektir?
Fena-i nefs “nefs-i emarenin öldürülmesi, nefsin devre dışı bırakılmasıdır.” Tezkiye-i nefs ise nefsin arıtılması, kötülüklerden uzak tutulması ve bu haliyle manevi mücahedesine devem etmesidir.
Nefs-i emarenin yok edilmesiyle nefsin arzu ve istiklerine set çekilmiş olur. Ancak, insanın manevi terakkisinde nefsin tasallutunun büyük payı vardır. Zaten, insanı meleklerden üstün kılan en büyük özelliği de iştihalı bir nefis taşıması, iyinin yanında kötüye, helalin yanında harama da girebilmesi , bu ortamda bir imtihan geçirmesi ve bunun sonucu olarak da hem cennete hem de cehenmeme aday olabilmesidir.
Üstadın dediği gibi “ fana-ı nefisten sonra ubudiyet-i evliya besatet payda eder.” Yani bir nevi melek hayatı yaşar gibi olur. Halbuki hakaki terakki ise nefsi öldürmek değil, tezkiye ederek, yani köülüklerden temiz kılarak sadece meşru dairede koşturup, “kalbin bir kumandan gibi letaif askerleriyle birlikte” manevi terakkide her geçen gün yeni ilerlemeler kaydetmesidir.
Ubudiyetin besateti ise, nefsi devre dışı bırakmanın neticesinde bir derece rutinleşmesi, sıradan hale gelmesi olarak anlaşılabilir.
İlgili bölümde nefsi arıtmaya yönelik sahabe mesleğinin daha ileri bir meslek olduğuna dikkat çekilmektedir. Yani asıl hüner nefsi tümüyle güçsüz hale getirmek değil, onu hayra yönlendirebilmektir.
Azgın bir atı islah etmenin iki yolu vardır: Ya atın yemini kesersiniz. Bu durumda at ıslah olur, ancak iş yapacak gücü de kalmaz. Veya atı bir eğitimden geçirirsiniz. Bu durumda at hem ıslah olur hem de onu istediğiniz işe koşturursunuz.
Lügatler :
amel : iş, davranış
arz : yeryüzü
berzah : geçit
bilâ-şuur : şuursuzca; körü körüne
binaen : dayanarak
celb etmek : çekmek
Cenab-ı Hak : Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
cevaz : izin, müsaâde, ruhsat
cüz’î : ferd, birey; ferdî, bireysel; az, sınırlı
cüz’iyat : bireyler, ferdler
ednâ : en basit, en küçük
esbab : sebepler
evlâd : çocuklar, nesil
feyiz : mânevî gıda, bereket
fiil : hareket, iş, etki
gaflet : dalgınlık; dünya ile ilgili şeylere dalıp mânevî sorumluluklarından habersiz olma
garâbet-i san’at-ı İlâhiye : Allah’ın hayranlık uyandıran san’atı
hakikat : her bir şeyin aslı, esası
hakikat-i tarikat : tarikatin özü, tarikatle ulaşılan hakikat ve eşyanın gerçeği
hasıl olmak : meydana gelmek
hasretmek : sadece bir tek şeye bakmak
hasr-ı nazar : dikkati yöneltme
i’lem eyyühe’l-aziz : ey aziz kadreşim bil ki
ihsan etmek : bağışlamak, ikram olarak sunmak
ihya etmek : hayat vermek
isâl edici : ulaştırıcı
isnat etmek : bir şeye dayandırmak
kâfir : Allah’ı veya Allah’ın kesin olarak bildirdiği birşeyi inkâr eden kimse
kanaat : inanma, razı olma
keza : aynı, aynı biçimde
kuvve : güç, duyu veya duygu
maadâ : başka, dışında
maksud-u bizzat : asıl gaye
masnuat-ı İlâhiye : Allah’ın san’atla yarattığı varlıklar
mehasin : güzellikler
Menbâü’l-Envâr : nurların kaynağı
menşe-i rızk : rızkın kaynağı
muttasıl : yapışık, bitişik
mükâfat : ödül
nazar : bakış, görüş
nev’ : çeşit, tür
nev-i beşer : insanlık, insan türü
rahmet-i hâkime : Allah’ın herşeye hükmeden rahmeti
refik : arkadaş; bir kimsenin beraberinde olan
selâmet : güven
serîüsseyir : çok hızlı olan, süratle akan
sıfât : sıfatlar, nitelikler
sudûr : bir şeyden çıkma, meydana gelme
suret : biçim, şekil
şân : bir şeyin gereği, özelliği
şems : güneş
şuur : bilinç
tarîk : yol, usul
tarikat : mânevî yol; mânevî alanda ilerleme sağlayan yol
terkib : birleşme, sentez
tevfik-i İlâhî : Allah’ın yardımı ve başarıya ulaştırması
tezâhür : ortaya çıkma
ubudiyet : kulluk
ulûm-u âliye : yüksek ilimler
umum : genel
zahir : dış görünüş
zevilhayat : canlılar
ziya : ışık
Evet, o kâfir, kendi terkibiyle, sıfâtıyla Cenâb-ı Hakça nev-i beşere takdir edilen nimetlerin tezâhürüne, şuuru olmaksızın hizmet ediyor. Ve güzel masnuat-ı İlâhiyenin mehasinini bilâ-şuur tanzim ediyor. Ve kuvveden fiile çıkartmakla garâbet-i san’at-ı İlâhiyeye nazarları celb ediyor. Ne faide ki, farkında değildir. Demek, o kâfir, saat gibi kendi yaptığı amelden haberi yok. Amma, vakitleri bildirmek gibi nev-i beşere pek büyük bir hizmeti vardır. Bu sırra binaen dünyada mükâfatını görür.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın isâl edici bir yol buldum.
Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır.
İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanı gaflete düşürtmekle Allah’a ubudiyetine mâni olan, cüz’î nazarını cüz’î şeylere hasretmektir. Evet, cüz’iyat içerisine düşüp cüz’îlere hasr-ı nazar eden, o cüz’î şeylerin esbabdan sudûruna ihtimal verebilir. Amma başını kaldırıp nev’e ve umuma baktığı zaman, ednâ bir cüz’înin en büyük bir sebepten sudûruna cevaz veremez. Meselâ, cüz’î rızkını bazı esbaba isnat edebilir. Fakat menşe-i rızk olan arzın, kış mevsiminde kup kuru, kıraç olduğuna, bahar mevsiminde rızıkla dolu olduğuna baktığı vakit, arzı ihya etmekle bütün zevilhayatın rızıklarını veren Allah’tan maadâ kendi rızkını verecek birşey bulunmadığına kanaati hasıl olur. Ve keza, evindeki küçük bir ışığı veya kalbinde bulunan küçük bir nuru bazı esbaba isnat edebilirsin. Amma, o ışığın, şemsin ziyasıyla, o nurun da Menbâü’l-Envârın nuruyla muttasıl olduğuna vakıf
Zaman tarikat zamanı değil mi, hakikatten maksat nedir?
Tarikat, İslam'ın yaşanma tarzlarından biridir. Yani, İslam tarikatla da yaşanır, tarikatsız da... Bediüzzaman, günümüz şartlarında “ilim içinde hakikate bir yol bularak” yeni bir yol, yeni bir çığır açmıştır.
Kendisi doğrudan tarikatta olmamakla birlikte tarikatların zikirlerini okumuş, o yolların feyzinden istifade etmiştir. “Nur risalelerinin on iki tarikatın hülasası olduğunu” söyler.
Dolayısıyla, Bediüzzaman tarikatın içinde olmamakla birlikte -haşa- ona karşı da değildir. Yirmi Dokuzuncu Mektup'ta yer alan “Telvihat-ı Tis’a” isimli eseri tarikatı artılarıyla ve eksileriyle ele alan harika değerlendirmelerle doludur. Böyle bir esere, tarikat mensuplarının da ihtiyacı vardır.
Tarikatta olan biri, teslimiyetle İslam'ı yaşadığından şüphelerden uzak kalır, böylece imanını kurtarabilir. Sadece kuru malumatla İslam'ı yaşamaya çalışan biri ise, şüphelerden kolayca kurtulamadığından durumu tehlikede olabilir.
Bediüzzaman, risalelerin tarikattan matlup olan neticeleri kazandırdığını söyler. Çünkü risaleler sadece akla değil, aynı zamanda ruh, kalp ve latifelere de hitap eder.
Buradaki "hakikat" tabirinden kast edilen mana; iman ve İslam meselelerinin açıklığa kavuşup, tahkiki bir surette kabul edilmesi anlamındadır.
"Hakikat" tabirinin diğer bir manası; tarikat berzahına girmeden İslam ve iman hakikatlerini doğrudan tahkiki bir surette inkişaf ettirilmesi mesleğidir. Zira tarikatın terbiye ve seyir metotları hem uzun, hem de meşakkatlidir. Bu zaman ve zemin böyle bir tarz ve metoda müsait değildir. Bu zaman insanının riyazet ve çile gibi ağır terbiye metotları ile uzun bir seyrüseferden sonra hakikatlere ulaşması çok zordur.
Üstad bu manaya şöyle işaret ediyor:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur'ân'dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın isâl edici bir yol buldum."
"Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır."(1)
ALLAH denilince aklıma bin türlü şekil geliyor, bundan nasıl kurtulabilirim, sorumlu olur muyum?
Bu tür düşüncelerin hiç bir zararı yoktur. En büyük ve tek zararı sizin onu zararlı olarak algılamanızdır. Bu bir vesvesedir. Vesvese ise arılara benzer; ilgisiz kalırsanız dağılır giderler; onlarla uğraşırsanız üzerinize üşüşürler ve zarar verirler.
Sizin bu vesveseden rahatsız olmanız gösteriyor ki, bü tür düşünceler sizin kalbinizden gelmiyor, başkası, yani şeytan bu düşünceleri kalbinize atıyor ve kalbiniz de bundan dolayı feryat ediyor. Yapacağınız tek şey hiç ilgi göstermemektir.
Bu konu hakkında daha detaylı bilgi almak isterseniz, Sözler adlı risalenin Yirmi Birinci Söz'ün İkinci Makam'ını okumanızı tavsiye ederiz.
Lügatler :
aksâm-ı kesire : çok kısımlar
beyan : açıklama
biçare : çaresiz
cehil : câhillik, bilgisizlik
evvelâ : önce
gaflet : umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma
halecan : titreme, çarpıntı
havf etmek : korkmak
kesîrü’l-vuku : çok ve sık vuku bulan
mahfî : gizli
mahiyet : nitelik, esas, iç yüz
maraz-ı vesvese : şüphe ve kuruntu hastalığı
musibet : belâ, sıkıntı
münâfi-i edep : edebe aykırı
müptelâ : bağımlı, tutulmuş
nazar : bakış
sû-i edep : edepsizlik
şetm : çirkin söz, kötü düşünce
tahayyül : hayal etme
tahayyül-ü küfür : küfrü hayal etme
tahayyül-ü şetm : çirkin ve kötü şeyleri hayal etme
tard etmek : kovmak
tasvir : resimleme, suret verme
tazammun : içine alma, içerme
vecih : yön, yüz
vesvese : şüphe, kuruntu
ye’s : ümitsizlik
zira : çünkü
Yirmi Birinci Sözün İkinci Makamı
Kalbin beş yarasına beş merhemi tazammun eder.
بِسْمِاللهِالرَّحْمٰنِالرَّحِيمِ
رَبِّاَعُوذُبِكَمِنْهَمَزَاتِالشَّيَاطِينِ - وَاَعُوذُبِكَرَبِّاَنْيَحْضُرُونِ
1
EY MARAZ-I VESVESE İLE MÜPTELÂ! Biliyor musun, vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer; ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür; küçük görsen küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder; havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir; mahiyetini bilsen, onu tanısan, gider.
Öyle ise, şu musibetli vesvesenin aksâm-ı kesiresinden kesîrü’l-vuku olan yalnız Beş Vechini beyan edeceğim; belki sana ve bana şifa olur. Zira şu vesvese öyle birşeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.
BİRİNCİ VECİH – BİRİNCİ YARA
Şeytan, evvelâ şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şüpheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münâfi-i edep çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah!” dedirtir, ye’se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi, Rabbine karşı sû-i edepte bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi budur:
Bak, ey biçare vesveseli adam! Telâş etme. Çünkü senin hatırına gelen şetim değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm dahi şetm değildir. Zira, mantıkça, tahayyül, hüküm değildir. Şetm ise hükümdür.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1: “Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da, ey Rabbim, Sana sığınırım.” Mü’minûn Sûresi, 23:97-98.
Vesvese nedir ve kurtulma çareleri nelerdir?
Aşağıdaki makale konumuza ışık tutacağı kanaatindeyiz.
VESVESEDEN KURTULMANIN ON PRATİK ÇARESİ:
1. Vesvese, imanın kuvvetindendir:
Önce hemen şunu belirtelim ki, vesvese çok korkulacak bir şey değildir, çünkü iman var ki, vesvese geliyor. Sahabe-i Kiram'dan Efendimiz'e gelip, “Ya Rasûlallah, vesveseye mübtelâyım” diyen birine, Efendimiz (s.a.v.) in cevabı, “Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın kuvvetindendir” şeklinde olurdu.
Şeytan, sizde de iman cevheri, ibâdet hazinesi, namaz ve dine hizmet cevheri olduğunu bildiği içindir ki, korsanlık yapmakta ve size karşı taarruza geçmektedir. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihte gömülmüştür ama, şeytana bakan yönüyle Âdem (a.s.) ile başlamış olup, kıyamete kadar da devam edecektir.
Nasıl deniz korsanları, hazine taşıyan zengin gemilerine tecavüz eder ve define bulunan adalara saldırırlar, öyle de şeytan dahi, mü'minin iman cevheri taşıyan kalbine hücum eder. Zaten o, tamtakır, kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz; böylelerine vesvese okları göndermez. Hırsızlar bile zengin evleri kollarlar; Doğu'nun ve Batı'nın kâfir ve zâlimleri de öyle değil mi?..
Vesveseye düşen mü'min “Şeytan bütün cephelerde mağlûp oldu; bu yüzden, şimdi de iman ve İslâm'a ait vesveselerle, şüphelerle beni meşgûl etmek, hazineme el atmak istiyor; ama, benden bir şey koparamayacak. Bu, onun son çırpınışlarıdır; bir gün gelecek, benden bir şey koparamayacağını anlayınca çekip gidecektir.. kapıma haydut kılıklı birinin gelip, birkaç gün el açtıktan sonra çekip gitmesi gibi. Hoş, gitmese de kapılar ona sürmeli ve beni koruyan kale de çok sağlam; bana Allah’ın izniyle hiç bir şey yapamaz” diye düşünmelidir.
2. Vesvese, kalbin malı değildir:
Kalb rahatsız olduğuna göre, vesvese kalbe mal edilemez; çünkü eğer o, kalbin malı olsaydı, kalb ondan rahatsız ve tedirgin olmayacaktı ve böyle bir kalble şeytan da uğraşmayacaktı... Kalbin rahatsız ve tedirgin olması şundandır: Kalb, vesveseye razı değil, sahip de değil; vesvese ile arasında manâ ve mahiyet bakımından bir münasebet olmadığı içindir ki, kalb vesveseden rahatsız olmaktadır. Kişinin gösterdiği reaksiyondan, ateşinin yükselmesi, kaşlarının çatılması, başının ağrıması, iştiha ve ağız tadının kaçmasından anlıyoruz bunu; tıpkı vücuda giren yabancı mikroplara ve bu mikropların fizyolojik yapıda açtığı rahnelere, meydana getirdiği arızalara karşı vücudun muharipler üretmesi, antikorları devreye sokması ve bu ciddi muharebenin meydana gelmesi neticesinde hararetin yükselmesi gibi.
İşte, şeytanın da kalbimize gönderdiği bizim malımız olmayan yabancı hayâl, düşünce ve vesveselere karşı mânevî yapımız, iman potansiyelimiz, âdeta antikor üreterek, bu şer ve şerareler ordusuna karşı kavga vermekte, bunun neticesinde de ateşimiz yükselip, kalbimiz sıkılmaktadır.
Eğer, vücudumuz herhangi bir mukavemette bulunmuyor ve boğa yılanı görmüş bir keçi gibi hemen teslim oluyorsa, o zaman, AİDS virüsüne karşı antikorların teslim-i silah ettikleri gibi, bizde de iş bitmiş demektir. Gelen vesvese karşısında kalbimiz, imanımız mukavemet etmezse, o zaman vesvese de olmaz, hararet de yükselmez! Bu, “Gel, ne istersen yap!” demektir ki, şeytanın da istediği budur.
3. Vesveseye maruz kalb, içine kötülerin çer-çöp attığı pınara benzer:
Meseleyi bir de şöyle düşünebiliriz: Berrak, saf ve tertemiz bir su kaynağı var; bileşikleri, tadı ve takdim ettiği şifasıyla zemzem suyu gibi bir su kaynağı. Herkes tarafından mâlum ve meşhur hale gelmiş, dünyâca da kabûl edilmiş mübarek bir kaynak. Şimdi, hain biri geliyor, sinsice kaynağa yaklaşıp, su üzerine boya, toz, çer - çöp döküp kaçıyor. Siz bunu görünce, “Eyvah” diyorsunuz; “Pınarım kurudu, mahvoldu, pislendi ve ölüp gitti!” Oysa, hakikat böyle değildir. Akan su, üzerinde atılan o çer çöpü götürecek ve safiyetini muhafaza edecektir. Sizin kalbiniz, imanınız berrak, pırıl pırıl bir pınar ise, o zaman bulandırmak için üzerine atılan tozun, toprağın ona hiç bir zararı olmayacaktır. O toz, toprak akıp gidecek ve sizin menba'ınız her zaman temiz kalacaktır. Demek oluyor ki, o bulanıklık pınarın kendinden değil... Evet, işte vesveseye maruz kalb de böyledir...
4. Vesvese, iradî olmayıp, fiiliyata da dökülmüyorsa insanı mes'ul etmez:
Bildiğiniz gibi, mükellef ve mes'ul olmada irâde ve şuur şarttır. Hayvanatın yanısıra mecnunlara, aklı, şuuru yerinde olmayanlara teklif yoktur. Bu itibarla, vesvese için irâde devrede değilse ve plân, programı yapıp “gel” diye kalb ve düşünce kapılarımızı bizzat kendimiz aralamıyorsak, mes'ul sayılmayız. Elverir ki, onu fiiliyata dökmeyelim, işlemeyelim. İrâde, umumiyetle böyle kendi kendine gelen vesveseyi karşısında bulur ve ona mukavemet edemez, çünkü o davetsiz gelir. Ayrıca insan, tedayi-i efkâr ile irâdesi dahilinde olmadan gördüğü, duyduğu ve okuduğu şeylerle de bir takım hatıralara, hayâllere ve düşüncelere maruz kalabilir. Aslında, çok defa bunlardan kurtulmak mümkün de değildir; çünkü insanın bu hali, yaratılışın muktezasıdır.
5. Vesvese, insanın ilerlemesine mani olmayan örümcek ağı gibidir:
Vesvese, kendine has tutarsızlığıyla bilindiği zaman zararlı olmaz. Kur'ân, “Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır” diye ferman etmektedir (Nisa, 4/76)
Evet var ama, yok gibidir şeytanın hilesi. Meselâ, iki duvar arasından geçmek istiyorsunuz; bakıyorsunuz ki, bir örümcek, ağlarını gerip yolunuzu kapatmış; döner misiniz, devam mı edersiniz? Örümcek ağı sizin ilerlemenize mâni olabilir mi gerçekten? Şüphesiz hayır; onu bir engel olarak görmez ve hiç bir şey yokmuş gibi yolunuza devam edersiniz.
Efendimiz, şeytanın dalâleti, küfrü, küfranı, günahı ve kötülükleri yaptırmadığını ve elinden tutup da kimseye günah işletemeyeceğini beyan buyurur. Şeytanın yaptığı, ancak fenalıkları süsleyip - püslemek, allayıp - pullamak, cazip ve çekici göstermektir. İyiyi de kötüyü de yaratan, dalâlete de hidayete de sevkeden Allah (c.c.) 'tır. Rengârenk köpüklerle süslenip imar edilmiş bir saray gibidir şeytanın vesveseleri; fakat altında derin çukurlar bulunur, kilometrelere ulaşan derin çukurlar...
Gelip geçiciliği bilindiği zaman vesvesenin zararı olmaz.
Vesvese, üflemekle uçup giden tüy kadar zayıftır. Bir ara toplanıp sonra dağılıveren bulutlara benzer o; ardından ne yağmur gelir, ne de yel!.. O, uçak yolcularının bir anlığına içine düştüğü hava boşluğu gibidir; ne feryat etmeye değer, ne de dövünüp yakınmaya!..
6. Vesvese, üzerinde durulmadığı ve dert haline getirilmediği takdirde hiçbir zarar vermez:
Düşüncenize bulaşıp da onu kirletmeyeceğini bildiğiniz zaman vesvese zararlı olmaz. Vesvese, hayâl aynasında sönüp gidecek derecede zayıf ve gelip geçici bir iz; leke ve pislik bulaştırmayacak bir görüntü ve çok hafif yansımalardan ibarettir. Akla ve hayâle gelen şeyler, hayır kaynaklı ise akıl ve düşünceyi bir derece nurlandırır; fakat şer kaynaklı bir vesvese ise, o zaman da akla, düşünceye ve kalbe tesir etmez, kir bırakmaz ve zarar da vermez. Elinizde tuttuğunuz aynaya karşıdaki yılanın görüntüsü aksetse, aynadaki o yılanın elinize zararı olur mu?
Ya da, aynaya akseden bir pislik elinizi kirletir mi? Veya, elinizdeki aynaya akseden alevli ateş, elinizi yakar mı? Aynen bunun gibi, nasıl karnınızdaki pisliklerin namaza ve elmasın etrafındaki kömür tozlarının elmasa zararı yoksa, aynı şekilde, şeytanın da dışta ya da içte aslî ve zatî bir varlığı ve hüviyeti olsa bile, attığı okların, gönderdiği görüntülerin aslî hüviyeti ve hiç bir zararı yoktur.
Üzerinde durmadığınız, merakla üzerine varmadığınız, sahip çıkıp kabullenmediğiniz, küçük görerek şişmesine meydan vermediğiniz ve bir dert haline getirmediğiniz zaman, vesvesenin hiç bir zararı olmaz. Ona hep tepeden bakacak ve “Allah'ın (cc) izniyle bunun altından vurup, üstünden çıkarım” diyeceksiniz.
7. Vesvese, zararlı tevehhüm edildiği zaman zarar verir:
Şimdiye kadar anlattıklarımızın hilafına hareket edildiği takdirde vesvesenin zararı olabilir. Evet vesvese, zararsız olduğu bilinmeyip, zararlı tevehhüm edildiği zaman zararlıdır. Üzerinde durulup kurcalandığı ve merakla karıştırıldığı zaman zararlıdır o; büyük gördükçe, mühimsedikçe büyür ve bir balon gibi şişerek bizi yutacak hale gelir. Bir arı kovanı içinde yüzlerce arı bulunur ama, siz önemsemeden kovanın önünden geçer gidersiniz. Vesvese karşısında da yapmamız gereken şey, bundan farklı olmamalıdır.
Şeytan, zayıf ve geçici bir görüntü karesini hayalimize atar; biz de cazip bulur ve onu işlettirirsek, o bir karelik manzara, hayâl sinemamızda saatleri içine alan bir film şeridi haline gelir de, farkına bile varamayız. Hususiyle yalnız kalınca, bilhassa gençlerde ve hele bu sûretler, nefsâniliğe bakan, bedeni tesir altına alan suretler olursa...
Evet, insan onu alır ve hayâlinde maceralı bir film haline getirir. Halbuki şeytana ait olan, o
ilk sahnedir. Öyleyse, o ilk oltaya sahip çıkmamak, takılmamak ve onu işlettirmemek gerekir ki, şeytan da bizi işletmesin ve işlete işlete hayâllerimizi gerçeğe dönüştürmesin; dönüştürmesin ki, biz de neticede o bir karelik görüntünün kurbanı olmayalım.
8. Hassas ve asabî ruhlar, şeytanın vesvesesine önem verip vehme kapılmamalıdırlar:
Vesvese, hassas ve asabî ruhlarda daha da zararlı bir hastalık ve meleke haline gelir. Böyle birisi, vesvese geldiğinde, zararlı olacağı endişesiyle telaşa ve vehme kapılır; sonra da bunu kalben, fikren ve im'an-ı nazarla büyütüp, kendine mal eder. Derken onu huy haline getirir ve onunla bütünleşir. Bu ise, şeytan karşısında ye'se düşüp, tam zarara uğramanın ifâdesidir. Bu hale ma’ruz kalmış biri, ümitsiz bir şekilde “Artık ben mahvoldum” deyip, mağlûbiyeti kabûl eder ve böylece önce merkezi şeytanın salvolarına açık hale getirir, sonra da onu terk eder.
Bir kumandan düşünün; ilerde sağ tarafta bir kaç madenî parlama görerek, düşman o taraftan saldırıya geçecek vehmine kapılır ve ordusunun sağ kanadını boşaltıp o tarafa sürer; sol tarafındaki dağlarda da ağaç yapraklarının kıpırdanmalarından, düşmanın saklandığı ve hücum edeceği düşüncesine kapılarak, ordusunun sol kanadını da oraya sevk eder. Neticede merkez, hasmın taarruz ve imha etmesine açık ve hazır hale gelmiş olur. Esasen bu, taktik bilememenin ve düşmanı tanımamanın ifâdesidir. Görüyorsunuz ki, şeytanın yaptığının vesvese adına bir kibrit çöpü kadar önemi yokken, insan onu azmanlaştırıyor, azgınlaştırıyor ve kendi başına salıyor. Evet, dikkat edelim, onu hayalimizde ve düşüncemizde büyütmeyelim...
9. Vesvesenin manyetik alanından ibâdet ile uzaklaşmalı ve psikolojik te’sirinden çıkılmalıdır..!
Vesveseye karşı sizi vesvesenin manyetik alanından kurtaracak davranışlarda bulunun. Hadiste de ifâde edildiği gibi, böyle bir şey arız olduğunda, söz gelimi gadaplandığınızda, ayakta iseniz oturun, oturuyorsanız uzanın veya kalkıp abdest alarak iki rekat namaz kılın ve iç dünyânızda değişiklik yapın; ayrıca o sisi dağıtacak daha başka meşrû bir kısım davranışlarda bulunun!.. İrâdenizi devreye sokarak, psikolojinize te’sir edebilecek, elinizde olmadan içine düştüğünüz hava boşluğundan sizi çıkaracak veya tutulduğunuz elektrik akımından sizi çekip alacak küçük de olsa bir vesile arayın!
Efendimiz (sav), bir sefer dönüşü -bir defaya mahsus olmak üzere-yorgunluktan uyanamayıp sabah namazı kazaya kalınca, “Burayı derhal terkedin; şeytan burada hâkimiyet ve saltanat kurmuş” buyurmuşlardı. Evet, her zaman şeytanın manyetik alanına karşı dikkatli olunmalı ve bilmeyerek içine girilmişse, çarçabuk oradan uzaklaşılmalıdır. Gaflet ve dikkatsizlik, şeytan ve şeytanî şeylere birer hüsn-ü istikbalse, evrad u ezkâr, Allah’ı ilan ve O’nunla irtibatlanma, bütün şer kuvvetlere karşı bir müdafaa, hattâ bir taarruzdur.
Meselâ, Efendimiz (sav) bir yerde, şeytanın ezan sesinden nasıl kaçtığını anlatır. Demek ki, onun ezana ve ezanın ihtiva ettiği manâlara tahammülü yok. Öyle ise, şeytan vesveselerle taarruza geçtikce, biz de Allah ve Rasûlü’yle irtibatımızı kuvvetlendirmeli ve hep lâhûtî hâtıralara dalmalıyız. Efendimiz (sav)'in Mi’rac yolculuğunu hatırlamanın vesveseyi, hususiyle namazda akla gelenleri, hattâ esnemeyi bıçak gibi kestiği ve keseceği söylenebilir. Keza bir yerde sol tarafınıza atacağınız üç tükürük, bir de bakarsınız onun geldiği sisli perdeyi yırtıverir. Şeytanın harama teşvik adına gelen vesveselerine karşı bazan yumruğu sıkıp meydan okuma, bazan da hafife alma manâsına tebessüm edip geçme, onun manyetik alanına karşı gerilimde bulunma ifadesidir.
Bir genç arkadaşımıza şöyle dediğimi hatırlıyorum:
“Şeytan, karşına çıkıp da bir harama bakmanı istediğinde şöyle düşün: Bakmakla elime ne geçecek? Bakacaksın, o boş... Daha ileri götürsen, yine boş... Kaldı ki, imanının sana vereceği pişmanlık ve ızdırap da var. Sonu böylesine boş, ızdıraplı ve karanlık olacak bir bakışın ne manâsı olabilir ki!” Esasen, insan kendini böyle ikna ederken, o haram manzara da çoktan kaybolup gitmiş olur. Akla gelen her vesvese, her süslü manzara, gelecekte elde edilecek daha mükemmellerini düşünmekle izale olabilir. Kur'ân'ın pek çok yerinde, dünyâ hayatının bir oyun ve eğlenceden ibâret bulunduğu ve gerçek hayatın Ahiret hayatı, yaşanacak gerçek yurdun da ahiret yurdu olduğu ifade edilir (A.İmran, 3/185; Ankebut, 29/64)
Vesvese, sana ıspanak ve tere otunu mu teklif ediyor; ama Allah (cc) diyor ki, orada peş peşe koparılmaya hazır meyveler var. (Hâkka, 69/23) Hem, dünyadaki gibi hazımsızlık, karın ağrısı ve defekasyon lüzumu da duymayacaksın. Buradaki haramlara nazar noktasından gelen vesveseye de aynı şekilde mukabele edilebilir. Ama biz, dünyânın bütün güzelliklerine karşı “İsteyene ver Sen anı, bana Seni gerek Seni” diyeceğiz. Yaz aylarının kavurucu sıcağını bahane ederek, şeytan sizi hizmetten ve irşad gayesiyle etrafa gidip gelmekten alıkoymak ve başkalarına yaptığı gibi sizi de deniz kıyılarına veya gölgesi serin mesire yerlerine çekmek mi istiyor? Ona Cehennem ateşinin çok daha sıcak olduğunu hatırlatıverin. Öyle zannediyorum ki, kalbinize atmak istediği bu vesvese, kendi gırtlağına tıkanıp kalacaktır.
Hem “Allah Rasülü (s.a.v.) ve O'nun sâdık yaranı ve arkadan gelen salihler bizi bekleyip dururken, benim şurada burada avare ve bana yakışmayan bir vaziyette dolaşmam hiç doğru olur mu?” diyerek, bu mevzûda şeytanın telkin etmek istediği gaflet ve rehavet vesvesesini izale etmek mümkün olur kanaatindeyim.
10. Abdest ve namazda “eksik mi yaptım?” şeklindeki vesveselere de önem verilmemelidir.
“Abdest ve namazda yanlış ve kusurum oldu mu acaba?” şeklinde gelen vesveselere de aldırış etmemek gerekir. Böyle bir vesvese ilk defa vuku buluyorsa, o abdest veya namaz tekrar edilebilir. Ama mükerreren oluyorsa, söz gelimi bir abdest uzvunu yıkayıp yıkamadığından devamlı şüpheye düşen birisi, o zaman hiç vesveseye meydan vermeden, o uzvunu yıkadığını kabûl ederek namaza durmalıdır. Ve yine namazı kaç rekat kıldığı mevzuunda vesveseye mübtelâ olmuşsa, namazının tamam olduğu kanaatıyla hareket etmelidir.
Vesvesenin ilka ettiği şeyin üzerine üzerine gidilmelidir. Vesvesenin üzerinde durmak değil, aksine, tam tersi istikamette yürümek lâzımdır. Hiç kâle almadan, önem vermeden, yapılan yanlış bile olsa, “Mezheplerimizden birine uyar” deyip geçmek maslahata binaen daha muvafık olur kanaatindeyim.
Gâye, şeytanın canına okuyup vesveseyi def’etmektir.
Abdest aldıktan sonra veya namaz kılarken, bazen abdestim bozuluyor sanıyorum, ama tam farkında değilim. Ne yapmam gerekir?
Bu durum sık sık tekrarlanıyorsa tamamen vesvesedir. Çaresi ise ehemmiyet vermemektir. Detaylı bilgi için Yirmi Birinci Söz'ün İkinci Makamın bakabilirsiniz. (1) Mezkur risalede geçen birkaç pasajı istifadenize sunuyoruz;
"Dinde, harec(zorluk) yoktur. Mâdem böyledir, sen vesveseyi at, şeytana de ki: "Şu hal, bir harecdir. Hakikat-i hale muttalî olmak güçtür. Dindeki yüsr'e(kolaylık) münâfidir.
Ben aczimi itiraf ederek ibâdeti lâyık-ı vech(olması gerktiği gibi) ile edâ edemediğimden, istiğfar ve tazarrû ile merhamet-i İlâhiyeye dehâlet edip, kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için mütezellilâne bir niyaza vesîledir.''
Şeytan, Nasıl Her İnsana Bir Anda Vesvese Verebiliyor?
Şeytan, yalnız bir tane değildir. Cinlerin kafirlerine şeytan denir. Gerek bir şeytanın neler yapabileceği ve gerekse tüm şeytanların neler yapabileceğini anlamak için, Kur'an'ın ifadesi ile tespit edilen "ins-i şeytan" lara bakmak kafidir.
Lenin gibi bir şeytanın kafasından çıkan fikirler, diğer ins-i şeytanlar tarafından bütün dünyaya çok kısa bir sürede yayıldı ve kardeş, kardeşi gözünü kırpmadan öldürdü.
Kaldı ki, cinni şeytanların bir avantajı daha vardır ki, her tarafa daha rahat gidebildikleri gibi, her yere de çok rahat girebilirler. İnsanlar ise iletişim ve ulaşım araçlarına muhtaçtır.
Üstad'ın ifadesi ile cinni şeytanın vücuduna en önemli delil, insi şeytanların vücutlarıdır.
Lügatler :
aksâm-ı kesire : çok kısımlar
beyan : açıklama
biçare : çaresiz
cehil : câhillik, bilgisizlik
evvelâ : önce
gaflet : umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma
halecan : titreme, çarpıntı
havf etmek : korkmak
kesîrü’l-vuku : çok ve sık vuku bulan
mahfî : gizli
mahiyet : nitelik, esas, iç yüz
maraz-ı vesvese : şüphe ve kuruntu hastalığı
musibet : belâ, sıkıntı
münâfi-i edep : edebe aykırı
müptelâ : bağımlı, tutulmuş
nazar : bakış
sû-i edep : edepsizlik
şetm : çirkin söz, kötü düşünce
tahayyül : hayal etme
tahayyül-ü küfür : küfrü hayal etme
tahayyül-ü şetm : çirkin ve kötü şeyleri hayal etme
tard etmek : kovmak
tasvir : resimleme, suret verme
tazammun : içine alma, içerme
vecih : yön, yüz
vesvese : şüphe, kuruntu
ye’s : ümitsizlik
zira : çünkü
Şehadet getirirken sanki içten söyleyemiyorum. Şeytan da bundan faydalanarak imanımın tam olmadığını bana sürekli hatırlatıyor. Bu halden kurtulmaya çalışıyorum, ama bir türlü başaramıyorum Risale-i Nur'da bu soruma bir cevap var mıdır?
”Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tevehhüm-ü küfür dahi küfür değildir. Tasavvur-u dalâlet, dalâlet olmadığı gibi, tefekkür-ü dalâlet dahi dalâlet değildir. Çünkü hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz'ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz-ü ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz'an öyle değiller. Bir mizana tâbidirler.” (1)
Üstad Hazretlerinin yukardaki ifadeleri meseleyi gayet açık ve net bir şekilde izah ediyor. Tahayyül, tasavvur, tefekkür ve tevehhüm istem dışı çalışan ve insana terakki ve tekemmül etmesi için takılmış cihazlardır. Bu cihazlar irade ve imana tabi değildirler ki, insanı küfür ve dalalete soksunlar. Bu gibi cihazlar hüküm ifade etmezler. Lakin bu cihazların mahiyeti bilinmez ise, insana, zarara düştüm zannını vererek ümitsizliğe sevk edebilir. Yani kalbinden olmayan kötü sözleri ve çirkinlikleri kalbinden zannederek telaşa ve ümitsizliğe kapılır ve zarara düşer. Bunun dışında insanın aklından ve hayalinden geçen vesvese ya da vehimler insanı mesuliyet altına almaz. Hatta imanın kesinlik ve kalitesine de bir zarar vermez.
Bu gibi hissiyat ve cihazların insana takılması ve buradan saldırıların olma gerekçesini Üstad Hazretleri şu şekilde izah ediyor:
"Eğer desen: "Bu derece mü'minlere muzır ve müz'iç olan vesvese ne hikmete binaen bize belâ olmuş?"
"Elcevap: İfrâta varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebeptir, taharrîye dâîdir, ciddiyete vesiledir. Lâkaytlığı atar, tehâvünü def eder. Onun için, Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor." (2)
Vesvese edilen şeyin hakikati ve iç yüzü daha iyi tahkik edip araştırılmaz ise, şeytan insanı o noktada rencide eder ve o konuyu uzatıp insanı önce evhama, sonra da telaş ve ümitsizliğe atarak küfre kadar götürebilir. Bu sebeple bize vesvese şeklinde gelen bir hali iyice araştırıp tahkik etmeliyiz ki, hem o hususta bilgi kazanalım hem de şeytanın hile ve tuzağını boşa çıkaralım. Yoksa vesvese ve vehmin ilk halinde, yani irade dışındaki tacizinde imana ve imandaki kemale zıt bir durumu söz konusu değildir.
Özet olarak vehim ve vesvese tasdik edilmedikçe, alken onaylanmadıkça iman ve imandaki mükemmelliğe bir zarar vermez. Ne zaman vehim ve vesvese tasdik ve onaylamaya dönüşür, o zaman iman tehlikeye girer.
Vesvesenin kalbe ait bir hüküm olmadığının en büyük delili, kalbin o gibi fikir ve vesveselerden rahatsız olup üzülmesidir. Zira insan kalben onayladığı bir şeyden rahatsızlık duymaz. Demek onaylamıyor ki, rahatsız oluyor. Vesvese risalesi olan Yirmi Birinci Söz'ün İkinci Makamını okumanızı tavsiye ederiz.
Lügatler :
acip : hayret verici
Allahu Ekber : Allah en büyüktür
azamet : büyüklük
azîm : büyük, yüce
bilmüşahede : gözle görerek
cihet : yön
cihet-i imkân : mümkün olma yönü
desise : hile, aldatma
elhasıl : kısaca, özetle
enâniyet : benlik, gurur
gayet : son derece
gayr-ı mâkul : akla ters
hadsiz : sayısız
hakikat : gerçek, asıl, esas
ilm-i muhit : her şeyi kuşatan ilim
imtinâ : çekinme, yapmama
imtiyaz : farklılık
intizam : disiplin, düzen
irade : dileme, tercih, seçme gücü
istiâze : Allah’a sığınma
istiğfar : Allah’tan bağışlanma dileme
kâinat : evren
kat’î : kesin
kibriyâlı : büyük
kudret : güç, kuvvet
küfür : inkâr, inançsızlık
mâkul : akla uygun
mevcud : varlık
mevcudat : varlıklar
mizan : ölçü, denge
muhal : imkansız
muntazam : düzenli
mühim : önemli
mümteni : imkânsız
müşkilât : zorluklar
müzeyyen : süslenmiş
nefis : insanı kötülüğe yönelten duygu
nefs-i insaniye : insanda bulunan ve onu kötülüğe yönelten duygu
nizam : düzen
nukuş-u san’at : sanatlı nakışlar
nur : aydınlık
risale : Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi
rububiyet : Allah’ın bütün varlıklar üzerindeki malikiyet ve egemenliği, her varlığı yaratılış amacına hikmetle ulaştıran terbiyesi
şirk : Allah’a ortak koşma
tahrik etmek : harekete geçirmek
takdis etmek : her türlü eksiklik ve çirkinlikten pâk ve yüce olduğunu dile getirmek
taksirat : kusurlar, günahlar
tasdik etmek : doğrulamak, onaylamak
tedbir : maksada uygun olarak işi yürütme
tedvîr : çekip çevirme, idare etme
teklif etmek : önermek
ulûhiyet-i mutlaka : hiç bir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ilâhlık
vesvese : şüphe, asılsız kuruntu
vücud : varlık
vücut bulmak : var olmak
Zât-ı Ehad ve Samed : her şey Kendisine muhtaç oduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve birliği her bir şeyde görünen Allah
zerrat : zerreler, atomlar
zerre : atom
kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz büyük hakikatleri Allahu ekber nuruyla görüp tasdik ediyor ve Allahu ekber kuvvetiyle o hakikatleri taşıyor ve Allahu ekber dairesinde yerleştiriyor ve vesveseye düşen kalbine diyor ki:
Bu kâinatın gayet muntazamca tedbir ve tedvîri bilmüşahede görünüyor. Bunda iki yol var:
Birinci yol: Mümkündür. Fakat gayet azîmdir ve harikadır. Zaten böyle harika bir eser, bir harika san’atla, çok acip bir yolla olur. O yol ise, mevcudat, belki zerrat adedince vücudunun şahitleri bulunan bir Zât-ı Ehad ve Samedin rububiyetiyle ve irade ve kudretiyle olmasıdır.
İkinci yol: Hiçbir cihet-i imkânı olmayan ve imtinâ derecesinde müşkilâtlı ve hiçbir cihette mâkul olmayan şirk ve küfür yoludur. Çünkü, Yirminci Mektup ve Yirmi İkinci Söz gibi çok risalelerde gayet kat’î ispat edildiği üzere, o vakit kâinatın herbir mevcudunda ve hattâ herbir zerresinde bir ulûhiyet-i mutlaka ve bir ilm-i muhit ve hadsiz bir kudret bulunmak lâzım geliyor. Tâ ki, mevcudatta bilmüşahede görünen nihayet derecede nizam ve intizam ve gayet hassas mizan ve imtiyaz ile mükemmel ve müzeyyen olan nukuş-u san’at vücut bulabilsin.
Elhasıl: Eğer tam lâyık ve tam yerinde olan azametli ve kibriyâlı rububiyet olmazsa, o vakit her cihetçe gayr-ı mâkul ve mümteni bir yol takip etmek lâzım gelecek. Lâyık ve lâzım olan azametten kaçmakla, muhal ve imtinâa girmeyi şeytan dahi teklif edemez.
İKİNCİ NOKTA: Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir—tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin.
Lügatler :
adem : yokluk
ahval : haller, durumlar
atâlet : hareketsizlik
aziz : izzetli, çok değerli, saygın
beliyyât : belâlar, musibetler, sıkıntılar
caiz : sakıncasız
cemaat : topluluk
cilve-i esmâ : isimlerin yansımaları
dakik : ince, derin
divanelik : delilik, akılsızlık
esmâ : isimler
harekât : hareketler
hayır : iyilik
hikmet : sebep, gaye
hüner : beceri, ustalık
ifa : yerine getirme
inbisat : genişleme, yayılma
inkişaf : gelişme
itidal-i dem : soğukkanlı davranış, düşünerek hareket
izah : açıklama
kemâlât : olgunluklar, mükemmellikler
kesb-i istihkak : hak kazanma
libas : elbise
maharet : beceriklilik
mahiyet-i hayatiye : hayatın yapısı, esası, hakikatı
mazhar : görünme yeri, ayna
mesâib : musibetler, belâlar
mesâil : meseleler
mesâil-i imaniye : imana dair meseleler
mezkûr : az önce sözü geçen
mizan : ölçü
muhtasar : kısa, özet halinde
muhtelif : çeşitli
mukadderât : takdir olunmuş şeyler, kader
murassâ : süslü
müdavele-i efkâr : fikir alışverişi
münakaşa : tartışma
münasip : uygun
müptelâ : düşkün, bağımlı
müteharrik : hareketli
mütenevvi : çeşit çeşit
nevi : çeşit, tür
san’atkârâne : san’atkâra yakışır bir şekilde
Sâni-i Zülcelâl : sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah
suret : şekil, biçim
sükûn : durgunluk
sükûnet : sessizlik
tasaffî : saflaşma, arınma
tebeddül : değişiklik
temsil : kıyaslama tarzında benzetme, analoji
terakki : ilerleme, yükselme
tevakkuf : durma
tiryak : ilâç
ücret-i uhreviye : âhirette verilecek ücret
vücut : varlık
yeknesaklık : tekdüzelik, monotonluk
san’atkârâne yaptığı murassâ bir libası sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, “Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin”? Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin.
Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl göz, kulak, lisan gibi duygularla murassâ, gayet san’atkârâne bir vücudu sana giydirmiş. Mütenevvi esmâsının nakışlarını göstermek için seni hasta eder, müptelâ eder, aç eder, tok eder, susuz eder, bu gibi ahvalde yuvarlatır. Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek ve cilve-i esmâsını göstermek için, seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor. Sen eğer desen, “Beni niçin bu mesâibe müptelâ ediyorsun?” Temsilde işaret edildiği gibi, yüz hikmet seni susturacak.
Zaten sükûn ve sükûnet, atâlet, yeknesaklık, tevakkuf, bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül vücuttur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemâlâtını bulur, beliyyat vasıtasıyla terakki eder. Hayat, cilve-i esmâ ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffî eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderâtını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini ifa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder.
İşte, münakaşanızın içindeki üç sualinizin muhtasar cevapları bu kadardır. İzahları otuz üç adet Sözlerdedir.
Aziz kardeşim,
Sen bu mektubu Eczacıya ve münakaşayı işitenlerden münasip gördüklerine oku. Benim tarafımdan da, yeni bir talebem olan Eczacıya selâm et, de ki:
Mezkûr mesâil gibi dakik mesâil-i imaniyeyi, mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesâil-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir
Lügatler :
adem : hiçlik, yokluk
âlem-i İslâm : İslâm âlemi (bk. a-l-m; s-l-m)
atâlet : hareketsizlik, tembellik
bedbaht : kötü bahtlı, talihsiz
belâgat : düzgün, kusursuz, yerinde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme (bk. b-l-ğ)
beliğ : maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ)
beşer : insan
biraderzade : kardeş oğlu, yeğen
evâmir-i tekviniye : yaratılışa yönelik Cenâb-ı Hakkın emirleri, kanunları (bk. k-v-n)
gazab-ı İlâhîye : Allah’ın gazabı (bk. e-l-h)
hadis Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış (bk. ḥ-d-s) :
hamele : taşıyıcılar
harbî : harp edilen, düşman
ibare-i Arabiye : Arapça metin (bk. a-b-r)
ihtar : hatırlatma, uyarma, ikaz
ismetsiz : masum olmayan
maddiyyunluk : maddecilik, materyalizm
mutlak : sınırsız, kayıtsız (bk. ṭ-l-ḳ)
muvazene etmek : karşılaştırmak (bk. v-z-n)
muztarip : ıstıraplı, sıkıntılı
mümessil : temsilci (bk. m-s-l)
müsellemât : dinin herkesçe kabul edilmiş esasları (bk. s-l-m)
mütecaviz : saldırgan, haddi aşan (bk. c-v-z)
mütemessil : yansıyan, akseden görüntü (bk. m-s-l)
müthiş : dehşet veren, korkutan
nazar : dikkat, bakış açısı (bk. n-ẓ-r)
nazariyât : teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler (bk. n-ẓ-r)
nef’ : fayda
ribâ : faiz
sa’y : çalışma, emek
sefih : yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün olan
talim : öğretme, eğitme (bk. a-l-m)
tâun : salgın ve ölümcül hastalık
telkin : fikrini kabul ettirme, aşılama
tenkit : eleştiri
tevessü : genişleme, yayılma
tezkir : hatırlatma, ikaz etme
ulvî : yüce, büyük
yakaza : uyanıklık hâli
zarar-ı mutlak : tam zarar, her yönden zarar (bk. ṭ-l-ḳ)
zaruriyât : dince yapılması zorunlu olan ve hükmü açıkça belirtilen emirler
107. 1اِذَاوَازَنْتَبَيْنَحَوَاسِّحُوَيْنَةٍخُرْدَبِينِيَّةٍوَحَوَاسِّاْلاِنْسَانِ،تَرٰىسِرّاًعَجِيبًا: اِنَّاْلاِنْسَانَكَصُورَةِيٰسۤكُتِبَفِيهَاسُورَةُيٰسۤ
108. Maddiyyunluk mânevî tâundur ki, beşere şu müthiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlâhîye çarptırdı. Telkin ve tenkit kàbiliyeti tevessü ettikçe, o tâun da tevessü eder.
109. En bedbaht, en muztarip, en sıkıntılı, işsiz adamdır. Zira, atâlet ademin biraderzadesidir. Sa’y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.
110. Ribânın kap ve kapıları olan bankaların nef’i, beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zâlimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İslâma zarar ı mutlaktır; mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. Zira gâvur harbî ve mütecaviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir.
111. Cumada hutbe, zaruriyat ve müsellemâtı tezkirdir; nazariyâtı talim değildir. İbare-i Arabiye daha ulvî ihtar eder. Hadis ile âyet muvazene edilse görünür ki, beşerin en beliği dahi, âyetin belâgatine yetişemez, ona benzemez.
Said Nursî
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1: Hurdebinî bir hayvanın hasseleri insanın hasseleriyle muvazene edildiğinde, acip bir sır görürsün: İnsan, içinde Yâsin Sûresi yazılmış bir Yâsin sûreti ( يٰسۤ ) gibidir.
Bazı günahların ve hataların ardından, beni kötü bir geleceğin beklediğini düşünüyorum. Kendimi günahkar bir kul olarak görüp, kimsenin arkadaşlığını, yardımını kendime layık görmüyorum. Olduğum yerde saydığımı hissediyorum, ne yapmam gerekiyor?
Evvela, İslam dininde, nasıl insanın kendi amellerine güvenip "bu beni kurtarır, bana yeter" demek manevi bir sapkınlık ve gurur ise, aynı şekilde "ben artık affa uğramam, benden adam olmaz" deyip, bütün bütün ümidi kesmek de sapkınlık ve yanlıştır. Bu sebeple mümin ne amellerine güvenecek, ne de ümitsizliğe kapılacak. Orta yol olan ümit ve korku içinde olacak. Gurur ifrattır, ümitsizlik tefrittir. Orta ve makbul olan yol ise, ümit ve korku içinde olmaktır.
İkinci olarak, insan ne kadar büyük bir günah işlemiş de olsa; hatta kafir ve ateist bile olsa, tövbe ve istiğfar ettiği zaman, Allah’ın af ve rahmet kapısı açıktır. Faraza şeytan dahi samimi bir şekilde ben tövbe ve istiğfar ettim deyip, dergah-ı İlahiyeye iltica etse, Allah’ın rahmet ve af kapısı açıktır. Hal böyle iken, neden Allah’ın rahmet ve af kapısından ümidimizi keselim. Üstelik bu bakış açısı bütün İslam alimlerinin ortak bir görüşü ve ortak bir kaidesidir.
Nitekim bu hususlara işaret eden ayet ve hadisler de mevcuttur şöyle ki:
"De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! ALLAH'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü ALLAH bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok mağfiret edici, çok merhamet edicidir."(Zümer, 39/53)
"Ey mü'minler! Hep birden, bütün günahlarınızdan ALLAH'a tövbe ediniz ki, felaha, kurtuluşa eresiniz." (Nûr, 24/31)
Bu her iki ayette insanı yeisten, yani ümitsizlik hastalığından men ediyor. İnsan her şeyde aşırılıktan kaçınıp sırat-ı müstakim olan vasat dairesinde hareket etmesi gerekir. Rahmete aşırı güvenip amel ve takvayı terk etmek yanlış olduğu gibi, aynı şekilde Allah’ın rahmetinden ümit kesmek de yanlıştır.
Peygamber Efendimiz (asv) de bu hususta şöyle buyurmuştur:
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Son nefesini vermedikçe ALLAH, kulun tövbesini kabul eder."(1)
Hz.Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İnsanoğlunun herbiri hatakârdır. Ancak hatakârların en hayırlısı tevbekâr olanlarıdır."(2)
Üçüncü olarak, Allah insanları günah işlemeye müsait ve kusur yapmaya uygun bir fıtratla yaratmıştır. Bu yüzden tövbe ve pişmanlık kapısını da açık tutmuştur.
İnsan yanılıp günaha girse, ya da kusur etse bunu imha edip yeni ve temiz bir sayfa açma fırsatını Allah kullarına bahşetmiştir. Bu yüzden Peygamber Efendimiz (asv); "Kim bir kusur etse, hemen ardından sevap işlesin, zira o sevap o kusuru temizler." diyor. Yani günahların silgisi sevaplardır, samimi tövbe ve pişmanlıktır. Nefsimiz ne kadar günah ve kusurda inat ediyorsa, biz de tövbe ve nedamette o kadar ısrar ve sebat içinde olmalıyız. Ola ki bir tövbe ve nedamet bizim kurtuluşumuz olabilir, diye düşünüp öyle hareket etmeliyiz.
Dördüncü olarak, günah ve kusurlarımızın farkında olmak bir eksiklik değil, bir olgunluktur. Çok insanlar kusur ve günahlarını ya görmüyor ya da görmek istemiyor. Halbuki günah ve kusurları görmek affın yarısıdır. İfrata ve ümitsizliğe kapılmamak kaydı ile insanın kusur ve günahlarından dolayı korkup endişelenmesi güzeldir.
Üstad Hazretleri bu hususu şu şekilde özetliyor:
"Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir—tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin. Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. وَعَيْنُالرِّضَاعَنْكُلِّعَيْبٍكَلِيلَةٌ sırrıyla, nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için, ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir peygamber-i âlîşan وَمَاۤاُبَرِّئُنَفْسِىاِنَّالنَّفْسََلاَمَّارَةٌبِالسُّوۤءِاِلاَّمَارَحِمَرَبِّى dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir?"
"Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. 3 Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur."(3)
Günahlardan korunmak için aşağıdaki maddeler bizlere ışık tutabilir:
Evvela, Allah’ın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmak olan ibadet, insan için bir mükellefiyettir, bir yüktür. Bu yükü taşıyıp kaldıracak olan güç ise sağlam bir imandır. Öyle ise ibadetleri yapabilmek için sağlam ve tahkiki imanı elde etmeye çalışmak lazımdır.
Risale-i Nurlar bu zamanda böyle tahkiki ve sağlam imanı veriyor. Risale-i Nurlar ile çokça meşgul olup sohbetlere devam etmek, inşallah o ibadeti kaldıracak iman gücünü kazandırır.
İkincisi, günahlar nasıl haram ve tehlikeli ise, ona götüren vesileler ve araçlar da aynı derecede tehlikeli ve haramdır. Öyle ise günahlardan kendimizi kurtarmak için günahlara götüren vesilelerden ve araçlardan uzak durmalıyız. İslam buna sedd-i zerai, yani harama giden yolları kapamak ve tıkamak diyor.
Mesela, zina büyük bir günahtır, harama bakmak ise zinaya götüren bir vesiledir. Öyle ise zinadan korunmak için ona götüren yollardan uzak durmalıyız.
Üçüncüsü, çevre ve arkadaş ortamımızı müttaki insanlardan seçmeliyiz. Yani günaha davet eden çevre ve arkadaşlardan uzak durmalıyız. Hayra ve hakka davet eden çevre ve arkadaşlıklar edinmeliyiz. İnsanların ekserisi çevreye göre şekillenir. Çevreyi kendine çeviren güçlü insanlar az bulunur. Öyle ise eskilerin fasık-ı mahrum dediği, yani günah işlemeye hazır olduğu halde, fırsat bulamayan insanlar daima günaha elverişli ortamlardan ve arkadaşlardan uzak durmalıdır.
Dördüncüsü, şehvetin en büyük ilaçlarından birisi riyazettir. Yani az yemek, ya da oruç tutmak şeklinde şehveti köreltmektir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asv)'in bekarlara tavsiyeleri içinde; "ya evlenin ya da oruç tutun" önerisi vardır. İmam Gazali "karnı iyi doyanın gözü nikahta olur" tespiti de bu manaya işaret eder mahiyettedir.
Beşincisi, nefsin en çok yol bulduğu ortamlardan birisi de atalettir. Yani kişi faydalı ve hayırlı bir meşguliyet içinde değilse, mutlaka harama meyleder. Öyle ise nefsimizi boş bırakmadan, sürekli hayırlı bir meşguliyet içinde olmalıyız. Üstad Hazretleri bu hususa şu ifadeleri ile işaret ediyor:
"Zaten sükûn ve sükûnet, atâlet, yeknesaklık, tevakkuf, bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül vücuttur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemâlâtını bulur, beliyyat vasıtasıyla terakki eder. Hayat, cilve-i esmâ ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffî eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderâtını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini ifa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder."(4)
"En bedbaht, en muztarip, en sıkıntılı, işsiz adamdır. Zira, atâlet ademin biraderzadesidir. Sa'y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır."(5)
Dipnotlar:
(1) bk. Tirmizî, Da'avât 103, (3531); İbnu Mâce, Zühd 30, (4253).
(2) bk. Tirmizî, Kıyâmet 50, (2501); İbnu Mâce, Zühd 30, (4251).
Lügatler :
adem-i rıza : razı olmama
Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
bâtıl : doğru olmayan
beşeriyet : insanlık
biçare : çaresiz
Cenâb-ı Hak : Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
cezm : kesin karar, niyet
cihet : taraf, yön
desise : hile, aldatma
desise-i şeytaniye : şeytandan gelen hileler
düstur : kural
ehemmiyet : değer, önem
emâre : belirti, işaret
hak : doğru gerçek
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri
helâket : mahvolma
hudut : sınır
ihtar : hatırlatma
ihtiyar : dileme, seçme
ihtiyarsız : irade dışı
ilm-i usul-i din : kelâm ve İslâm metodolojisi ilmi
imkân : mümkün olma, olabilirlik
imkân-ı zâtî/ihtimal-i zâtî : bir şeyin özünde mümkün olması
imkân-ı zihnî : bir şeyin zihnen mümkün olması
irade : dileme, tercih, seçme gücü
istidat : yapı, kabiliyet
itibarıyla : açısından
kader : Allah’ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak her şeyi bilip takdir etmesi
kaide-i mukarrere : kesinleşmiş kural
lâtife : ince duyu
letâif : ruhta bulunan ince duyular
lümme : kalpte şeytanın iş gördüğü yer
lümme-i şeytaniye : kalpte bulunan ve şeytanın sürekli vesvese verdiği yer
mahkûm etmek : yargılamak
mâruz olmak : yüz yüze gelmek
mes’uliyet : sorumluluk
muhakkıkîn-i asfiya : her şeyin gerçeğini araştırıp bulan seçkin İslâm alimleri
muhkemât-ı Kur’âniye : mânâsı gayet açık olan ve hükümler içeren Kur’ân âyetleri
muvafık : uygun
mümkinat : olması imkan dahilinde olan şeyler
neş’et etmek : kaynaklanmak
şek : şüphe, zan
şekavet : mutsuzluk, bedbahtlık
taayyün eden : belirlenen
tahassungâh : korunma yeri, sığınak
tahayyül : hayal etme
telkin etmek : fikir aşılamak, öğüt vermek
teşhis etmek : belirlemek
yakîn : kesin ve doğru bilgi
ye’s : ümitsizlik
zâtî imkan : birşeyin özünde mümkün olması
zihnî : zihinle ilgili
Bu imkân-ı zâtî, madem bir emâreden neş’et etmiyor; zihnî bir imkân olamaz ki, şek olsun. Çünkü, yine ilm-i usul-i dinde bir kaide-i mukarreredir ki,
لاَعِبْرَةَِلْلاِحْتِمَالِغَيْرِالنَّاشِئِعَنْدَلِيلٍ
Yani, “Bir emâreden gelmeyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî olmaz ki şüphe verip ehemmiyeti olsun.”
İşte bu desise-i şeytaniyeye mâruz olan biçare adam, hakaik-i imaniyeye yakînini böyle zâtî imkânlarla kaybediyor zanneder. Meselâ, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, beşeriyet itibarıyla çok imkân-ı zâtiye hatırına geliyor ki, imanın cezim ve yakînine zarar vermez. Fakat o zarar verdi zanneder, zarara düşer.
Hem bazan şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde, Cenâb-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki, onun kalbi bozulmuş ki böyle söylüyor; titriyor. Halbuki onun titremesi ve korkması ve adem-i rızası delildir ki, o sözler kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytaniyeden geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor.
Hem insanın letâifi içinde teşhis edemediğim bir iki lâtife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler, belki de mes’uliyet altına da giremezler. Bazan o lâtifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: “Senin istidadın hakka ve imana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin seni şekavete mahkûm etmiştir.” O biçare adam ye’se düşüp helâkete gider.
İşte, şeytanın evvelki desiselerine karşı mü’minin tahassungâhı, muhakkıkîn-i asfiyanın düsturlarıyla hudutları taayyün eden hakaik-i imaniye ve muhkemât-ı
Lügatler :
beyan etmek : açıklamak, izah etmek
bîçare : çaresiz
cehil : cahillik, bilgisizlik
deva : ilâç, çare
ehemmiyet vermek : önem vermek, önemsemek
gaflet : gerçeklerden habersizlik
hafî kalmak : gizli kalmak
hakikat : asıl, gerçek
helecan : titreme, heyecan, kalp çarpıntısı
küfür : inanmama, inkâr etme; Allah’ın bildirdiği kesin olan birşeyi inkâr etme veya kabul etmeme
lümme-i şeytanî : şeytanın verdiği kalpteki kuruntu, vesvese yeri
mahiyet : esas yapı, nitelik, içyüz
maraz : hastalık, illet
maraz-ı vesvese : şüphe ve kuruntu hastalığı
musibet : belâ, sıkıntı, felâket
münafi-i edeb : edebe aykırı, edep ve terbiye dışı
müptelâ olmak : bağımlı, tutulmuş olmak
müteessif : hayıflanmış, eseflenmiş, üzüntülü
müteessir : tesir altında kalmış, etkilenmiş
mütezarrır olmak : zarar görmek, zarara uğramak
nev’i : çeşit, tür
Rab : her bir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
sû-i edep : kötü edep, edepsizlik
sûret : biçim, şekil
şetm : sövmek; sövgü içeren söz
tahayyül : hayal etme
tahayyül-ü küfür : küfrü hayal etme
tahayyül-ü şetm : sövmeyi, çirkin ve kötü şeyleri hayal etme
tahtında : altında
tard etmek : uzaklaştırmak, kovmak
tevehhüm etmek : sanmak, zannetmek
tevehhüm-ü zarar : zarar zannetmek
vecih : yön
vesvese : kuruntu, şüphe
ye’s : ümitsizlik
zira : çünkü
Maraz-ı Vesveseye
Müptelâ Olanlara Derstir
Ey maraz-ı vesvese ile müptelâ! Bilir misin vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Sen ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner. Demek büyük nazarla baksan büyür, küçük görsen küçülür. Korksan, ağırlaşır, hasta eder. Korkmasan, hafif olur, hafî kalır. Mahiyetini bilmesen devam eder, bilsen gider. Öyleyse, bu marazın devasından “Beş Vechini” beyan edeceğim. Belki, sana da şifa olur. Zira cehil onu dâvet eder. İlim onu tardeder.
Birinci vecih: Şeytan, şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, o şüpheden, şetme döner. Hayale karşı, şetme benzer bazı hâtıraları ve bazı münafi-i edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “eyvah!” dedirtir, ye’se düşürttürür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi Rabbisine karşı sû-i edepte bulunuyor. Müthiş bir helecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister.
Ey bîçare, telâş etme! Çünkü o, şetm değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tahayyül-ü şetm dahi şetm değildir. Zira şetm, hükümdür. Tahayyül, hüküm değildir. Hem onunla beraber, o sözler, senin kalbin sözleri değil. Çünkü kalbin o sözlerden müteessir ve müteessiftir. Belki o sözler, kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden gelen sözlerdir. Bunun zararı, yalnız tevehhüm-ü zararla mütezarrır olmaktır. Çünkü tahayyülü, hakikat tevehhüm eder. Şeytanın işini kalbine mâl eder. Zarar diye anlar, zarara düşer. Şeytanın dahi istediği odur.
İkinci vecih: Budur ki; mânâlar, kalbden çıktıkları vakit, çıplak olarak çıkarlar ve çıplak olarak hayale girerler. Sûretleri, hayalde giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebep tahtında bir nev’i sûretleri dokur. Ehemmiyet verdiği şeylerin sûretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mânâ geçse, ona giydirir. Ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer mânâlar münezzeh ve temiz iseler, sûretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur; fakat temas vardır. Vesveseli adam, teması telebbüsle iltibas eder: “Eyvah” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu hisset-i nefis beni matrud eder.”
Lügatler :
âyât-ı İlâhiye : Allah’ın âyetleri
bâtın : iç
beis : sakınca
bevl : idrar
biçare : çaresiz
devâ-i illet : hastalığın devâsı
edeb-i nezihâne : temiz edep
emr-i müheyyic : heyecan verici iş
eşya : şeyler, varlıklar
hakikat : gerçek, doğru
hasr-ı nazar : dikkati yöneltme
hatar : tehlike
his : duygu
hisset-i nefs : nefsin aşağılığı
iltibas : karıştırma
iştiha : fazla istek
kaza-i hâcet : ihtiyaç giderme
levazımat : gerekli şeyler
lümme-i şeytani : şeytanın verdiği kuruntu
maân-i mukaddese : kutsal mânâlar
mabeyn : ara
maraz : hastalık
matrud : kovulmuş
mutazarrır : zarar gören
mücaveret : komşuluk
mülevves : kirli, pis
münasebât-ı hafiye : gizli münasebetler
münasebet : ilişki, bağlantı
münasip : uygun
münezzeh : temiz, kusurdan uzak
müteessif : hayıflanmış, eseflenmiş
müteessir : etkilenmiş, üzüntülü
necaset : pislik
nescetme : dokuma, örme
nevi : çeşit
sefillik : aşağılık, çirkinlik
suret : görüntü
suret-i mülevves : kirli ve çirkin görünüş
süflî : aşağılık
taharet : temizlik
tahtında : altında
tefekkür : düşünme
telebbüs : giyme
televvüs : kirlenme
tevehhüm : kuruntuya kapılma, olmayan şeyi var zannetme
tevehhüm-ü zarar : zarar zannetmek
vesvese : şüphe, kuruntu
zahirî : görünürdeki
zann-ı zarar : zararlı sanma
Hem bununla beraber, o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin, ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani, onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünkü hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder; onun sözünü ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zaten şeytanın da istediği odur.
İKİNCİ VECİH
Budur ki, mânâlar kalbden çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler, oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebep tahtında bir nevi suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mânâ geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer mânâlar münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur, fakat temas var. Vesveseli adam, teması, telebbüsle iltibas eder. “Eyvah!” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu hisset-i nefs, beni matrud eder.” Şeytan onun şu damarından çok istifade eder.
Şu yaranın merhemi şudur: Dinle ey biçare! Nasıl ki senin namazın edeb-i nezihânesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz. Öyle de, maânî-i mukaddesenin, suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez. Meselâ, sen âyât-ı İlâhiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden, bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor. Elbette senin hayalin, devâ-i illet ve kaza-i hâcetin levazımatını görecek, bakacak, onlara münasip süflî suretleri nescedecek. Ve gelen mânâlar ortalarından geçecekler. Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatar var. Yalnız hatar ise, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.
ÜÇÜNCÜ VECİH
Budur ki: Eşya mabeynlerinde bazı münasebât-ı hafiye bulunur. Hattâ, hiç ümit etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzat bulunur; veya senin hayalin, meşgul olduğu san’ata göre o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış.
Risalelerde kuruntuların ve vesveselerin sebeplerinden bahsediliyor mu, kaynağı ve kurtulma yolları nelerdir?
Vesvese ve kuruntunun kaynağının ne olduğu hakkında Üstad Hazretleri şu tespitleri yapıyor:
"Hem bazan şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde, Cenâb-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki, onun kalbi bozulmuş ki böyle söylüyor; titriyor. Halbuki onun titremesi ve korkması ve adem-i rızası delildir ki, o sözler kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytaniyeden geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor."(1)
"İkinci vecih: Budur ki: Mânâlar, kalbden çıktıkları vakit, çıplak olarak çıkarlar ve çıplak olarak hayale girerler. Suretleri, hayalde giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebep tahtında bir nevi suretleri dokur. Ehemmiyet verdiği şeylerin suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mânâ geçse, ona giydirir. Ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer mânâlar münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur; fakat temas vardır. Vesveseli adam, teması telebbüsle iltibas eder: "Eyvah" der. "Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu hisset-i nefis beni matrud eder."(2)
Üstad Hazretleri burada da insana gelen kötü zan ve vesveselerinin nasıl oluştuğunu ve hangi kaynaktan geldiğini izah ediyor. İnsan bu kaynak ve nasıllığı bilirse, o zan ve vesveselerin şerrinden emin olur.
Çözümü ise Üstad Hazretleri şu şekilde izah ediyor:
"Bu yaranın merhemi ise, ey biçare! Bak, nasıl ki namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zâhirî taharete, batnın bâtınındaki necaset tesir etmez. Öyle de, maâni-i mukaddesenin suver-i mülevveseye mücavereti zarar etmez. Meselâ, sen, âyât-ı İlâhiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden bir maraz veya bir iştah veya bevl gibi müheyyiç bir hal şiddetle senin hissine dokunur."
"Elbette hayalin, deva-yı illet ve kaza-yı hacet levazımatını görecek ve onlara münasip süfli suretleri nescedecek. O süfli suretlerin ortalarından geçecek olan maâni-i mukaddeseye ne televvüsü var, ne zararı var, ne hatarı var ve ne de beis var. Yalnız hatâ, hasr-ı nazardır. Zann-ı zarardır."(3)
Hayal, kalpten gelen manalara bir elbise dikerken her zaman mananın anatomisine uygun olanı değil, bezen zıt olan elbiseleri de dikebiliyor. Mesela mana güzel ve temiz ise elbise ve semboller pis ve çirkin olabiliyor. Ama temiz ve pak olan manalar o elbise ve sembollerin içinden yara almadan veya bulaşmadan geçebilir. İşte o geçme anında vesveseli adam geçmek ile bulaşmayı ya da temas ile giyinmeyi bir birine karıştırıp acaba kalbim bozulmuş mu ki diye endişe edip o pis ve çirkin sembolleri kendi kalbinin sözleri ve manaları zannediyor. Şeytan şu zannı kullanarak o kişiyi sürekli taciz ediyor ve onu yorarak güzel düşünce ve amellerden uzaklaştırmaya çalışıyor. Öyle ise o kötü kuruntu ve vesveselerin kaynağı ve nerden geldiği bilinirse, şeytanın örümcek ağı hükmünde olan plan ve hilesi deşifre olur. Konun tafsilatı için Yirmi Birinci Söz'ün İkinci Makam'ına bakılabilir.
(2)
Lügatler :
acip : hayret verici
âyinedarlık : aynalık
cahilâne : cahilce, bilgisizce
câmid : cansız
cehalet : cahillik
cihet : yön, şekil
cilve-i rububiyet : Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin yansıması
cüz’î : küçük, ferdî
dalâlet : doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık
delâlet etmek : delil olmak
ekser : pek çok
esbab : sebepler
esir maddesi : kâinatı kapladığına inanılan ince madde
eşya : varlıklar
fâil : işi yapan, özne
fihriste : içindekiler
fiil-i icadî : var etme fiili
hadsiz : sınırsız, sayısız
Hâlık : herşeyi yaratan Allah
Hâlık-ı Kâinat : evreni ve bütün varlıkları yaratan Allah
hassa : özellik
heyulâ : ince madde
hulle-i îcâdât : yaratma fiilinin üzerini saran elbise; îcat elbisesi
hususan : özellikle
hususiyet : özellik, özel oluş
hükema : filozoflar, felsefeciler
icad : var etme
ihatasız : kuşatmayan, dar
ihtiyar : irade, dileme
iktidar : güç ve kuvvete sahip olmak
infial : bir tesirin gücü altında hareket etme
inkısam etmek : bölünmek, kısımlara yarılmak
isnad etmek : dayandırmak
istilzam etmek : gerektirmek
kâinat : evren
kesif : katı, yoğun
keyfiyet : özellik, nitelik
lâtif : güzel, hoş
maddiyyun : maddeciler, materyalistler
masdar : kaynak
mâye-i masnuat : san’atla yaratılan varlıkların özünü teşkil eden mayası
mevcudat : varlıklar
mezraa-i hububat : tohumların ekildiği tarla
midâd-ı kitabet : yazı mürekkebi
muhal : imkânsız
musahhar : boyun eğen
mutî : emre uyan, itaat eden
münasebet : ilgi, bağlantı
nâkil : nakleden, ulaştıran
nâzenin : ince, nazik, nazlı
perde-i tasarrufât : varlıklar üzerindeki işlemlerin önündeki perde
sahife-i icraat : icraat ve faaliyet sayfası
Sâni-i Zülcelâl : büyüklük ve haşmet sahibi olan ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah
sırr-ı âzam : en büyük sır
sırr-ı kayyûmiyet : Allah’ın herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı
suret : biçim, şekil
şuursuz : bilinçsiz, akılsız
tecezzî : bölünme, parçalanma
teçhiz edilen : cihazlanan, donanan
temin etmek : sağlamak
teveccüh eden : yönelen
tevehhüm etmek : sanmak, zannetmek
umum : bütün
vasıta-i nakliyât : nakletme vasıtası
vücut bulmak : meydana gelmek
zerrat : zerreler
zîhayat : canlı
ziyade : çok, fazla
Hem insanların bir kısmı, güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilâne bir dalâletle, Sâni-i Zülcelâlin gayet lâtif, nâzenin, mutî, musahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyâtı ve zayıf bir perde-i tasarrufâtı ve lâtif bir midâd-ı (mürekkep) kitabeti ve en nâzenin bir hulle-i îcâdâtı ve bir mâye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan esir maddesini, cilve-i rububiyetine âyinedarlık ettiği için, masdar ve fâil tevehhüm etmişler. Bu acip cehalet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor. Çünkü esir maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha lâtif ve eski hükemanın saplandığı heyulâ fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, câmid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzî ve inkısam eden ve nâkillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine, herşeyde herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücut bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esirin zerreleri adedince yanlıştır.
Evet, mevcudatta görünen fiil-i icad öyle bir keyfiyettedir ki, herşeyde, hususan zîhayat olsa, ekser eşyayı ve belki umum kâinatı görecek, bilecek ve kâinata karşı o zîhayatın münasebetini tanıyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini gösteriyor ki, maddî ve ihatasız olan esbabın hiçbir cihetle fiili olmaz.
Evet, sırr-ı kayyûmiyetle, en cüz’î bir fiil-i icadî, doğrudan doğruya bütün kâinat Hâlıkının fiili olduğuna delâlet eden bir sırr-ı âzamı taşıyor. Evet, meselâ bir arının icadına teveccüh eden bir fiil, iki cihetle Hâlık-ı Kâinata hususiyetini gösteriyor:
Bazı felsefeciler, "Allah kainatı yaratmış, daha bir şeye karışmıyor" gibi şeyler söylüyorlar. Allah'ın kainata müdahale ettiğinin delili nedir, bunu nasıl ispatlayabiliriz?
Kainatın, sürekli tazelenip yenilenmesi ve hareket halinde olması, bu fikri çürütmek için yeterlidir. Hareket ve tazelemek fiilleri; tedbir ve idarenin sürekli cari olduğunu ve bu tedbir ve idare sahibinin de sürekli iş başında bulunmasını iktiza ediyor. Zira fiil ile fail arasında zaruri bir gereklilik bağı vardır.
Hem Allah’ın Kayyum sıfatı, kainatın kendi haline bırakılmasını asla kabul etmez. Bu aklen de böyledir. Zira sonsuz ilim, irade, kudret sıfatları olmadan, bir karıncanın icadı kabil değildir. Halbuki her bahar mevsiminde, sayısız canlılar icat ediliyor. İlim, irade ve kudret sıfatlarının, karıncanın oluşum sürecinin her aşamasında faal olarak bulunması gerekiyor. İmkan ve hudus delilleri buna şahittir.
Bir karıncanın hayat bulabilmesi, bütün kainat çarklarının işlemesi ile mümkündür. Karıncanın her bir zerresinde sayısız imkan ve değişimler oluyor. Bu imkanları yerli yerinde seçecek ve o değişimi temin edecek irade ve kudret olmadan, karıncanın bünyesinde çalışan zerrenin kıpırdaması bile kabil değildir. Öyle ise Allah’ın mutlak ve sonsuz icra sıfatları olmadan, şu kainatın ve içindeki basit bir zerrenin hareket etmesi imkansızdır.
Yani Allah’ın mutlak sıfatları, şu kainattan zerre bir miktar elini çekse, kainat yok olur. Kainatın kendi kendini icad edip devam ettirmesi nasıl mümkün değilse, Allah tarafından yoktan var edildikten sonra, kendi haline bırakması, aklen ve naklen mümkün değildir. Matbaa nasıl usta olmadan kendi başına kitap basamıyor ise, aynı şekilde kainat da kendi başına sinek ve böcek yaratamaz.
Allah’ın kainata müdahale etmeden, bütün bu işlerin kendi başına olup bitebilmesi için, her şeyin ilah gibi olması gerekiyor. Bir zerrenin bir adım atabilmesi, bütün kainatın plan ve programına uyum içinde olması ile mümkündür. Öyle ise ya zerre İlah gibi her şeyi bilir ve ona göre adım atar, diyeceksin -ki bu muhaldir- ya da bu zerre Allah’ın tedbir ve terbiyesinde hareket eden aciz bir memur, diyeceksin.
Üstad Hazretleri bu ince hakikatlere şu şekilde işaret ediyor:
"Hem insanların bir kısmı, güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilâne bir dalâletle, Sâni-i Zülcelâlin gayet lâtif, nâzenin, mutî, musahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyâtı ve zayıf bir perde-i tasarrufâtı ve lâtif bir midâd (mürekkep)-ı kitabeti ve en nâzenin bir hulle-i îcâdâtı ve bir mâye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan esir maddesini, cilve-i rububiyetine aynadarlık ettiği için, masdar ve fâil tevehhüm etmişler. Bu acip cehalet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor. Çünkü esir maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha lâtif ve eski hükemanın saplandığı heyulâ fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, câmid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzî ve inkısam eden ve nâkillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine, her şeyde her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücut bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esirin zerreleri adedince yanlıştır."
"Evet, mevcudatta görünen fiil-i icad öyle bir keyfiyettedir ki, her şeyde, hususan zîhayat olsa, ekser eşyayı ve belki umum kâinatı görecek, bilecek ve kâinata karşı o zîhayatın münasebetini tanıyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini gösteriyor ki, maddî ve ihatasız olan esbabın hiçbir cihetle fiili olmaz."
"Evet, sırr-ı kayyûmiyetle, en cüz'î bir fiil-i icadî, doğrudan doğruya bütün kâinat Hâlıkının fiili olduğuna delâlet eden bir sırr-ı âzamı taşıyor. Evet, meselâ bir arının icadına teveccüh eden bir fiil, iki cihetle Hâlık-ı Kâinata hususiyetini gösteriyor:"
"Birincisi: O arının bütün emsalinin, bütün zeminde, aynı zamanda, aynı fiile mazhariyetleri gösteriyor ki, bu cüz'î ve hususî fiil ise, ihatalı, rû-yi zemini kaplamış bir fiilin bir ucudur. Öyleyse, o büyük fiilin fâili ve o fiilin sahibi kim ise, o cüz'î fiil dahi onundur."
"İkinci cihet: Bu hazır arının hilkatine teveccüh eden fiilin fâili olmak için, o arının şerâit-i hayatiyesini ve cihazatını ve kâinatla münasebetini temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyar lâzım geldiğinden, o cüz'î fiili yapan zâtın, ekser kâinata hükmü geçmekle ancak o fiili öyle mükemmel yapabilir. Şu kâinattaki ecrâm-ı semâviyenin kıyamları, devamları, bekaları, sırr-ı kayyûmiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i kayyûmiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı küre-i arzdan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenâhi boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. Nasıl ki, meselâ havada, tayyareler yerinde binler muhteşem kasırları kemâl-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zâtın kayyûmiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamlarıyla ölçülür. Öyle de, o Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâlin madde-i esiriye içinde hadsiz ecrâm-ı semâviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyûmiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı küre-i arzdan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinatsız, boşlukta durdurmakla beraber, herbirini bir vazifeyle tavzif edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde, emr-i kün feyekûn'dan gelen fermanlara kemâl-i inkıyadla itaat ettirmesi, ism-i Kayyûmun âzamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi, sırr-ı kayyûmiyetle kaim ve o sırla beka ve devam ediyorlar."
"Evet, bir zîhayatın cesedindeki zerrelerin herbir âzâya mahsus bir heyetle küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedâhe, kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyûmiyetle olduğundan, herbir ceset muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak, bütün zîhayat ve mürekkebâtın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyûmiyeti ilân ederler."(1)
Allah'ı sevmeli mi yoksa ondan korkmalı mı?
Soru
ALLAH sevgi midir yoksa korku mudur?islamda neden hep bazı imamlar ALLAH korkusunu insanlara aşılıyorlar?KUR'AN neden sevgi yoğunluklu bir kitap değildir?
Kullanıcı: anonim | Tarih: 15-Ekim-2006, Saat: 11:48:43
Cevap
Değerli Kardeşimiz;
İslam dininde Allah sevgisiyle Allah korkusu orantılıdır. Allah'ın azabından korkan bir mü'min onun merhametine sığınır. Tıpkı annesinin tokadından korkup onun şefkatli sinesine sığınan çocuk gibi. Allah kur'anda bazı konularda azab edeceğini ifade ediyor. Bu onların yüksek mertebeler kazanıp cennete girmesi ve bu korkuyla yasak fiilleri işlemekten sakınması içindir. Tıpkı bir babanın ders çalışmayan çocuğunu onun faydası ve geleceği için uygun ortamı hazırlaması ve çocuğun yetişme döneminde oyunlara dalıp gelecekte perişan olmaması için azarlaması ve korkutması gerekirse tokatlaması gibi...
Kaldı ki bu azab ayetlerinden sonra kullarının ümitsizliğe kapılmaması için kendisinin son derece affedici ve merhametli olduğunu tevbe edip halini düzeltenlerin bu tehditten müstesna olduğunu belirtmektedir.
Bu konuyla ilgili bazı ayetler;
"Çünkü Allah, (sözüne bağlı kalıp doğru olan) sadıkları sadakatlerinden dolayı mükafaatlandıracak, münafıkları da dilerse azaplandıracak veya tevbe (nasib edip tevbe)lerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir"(Ahzab-24)
"Şundan ki: Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azaplandıracak; mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların tevbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. "(Ahzab-73)
"Allah sizi yeminlerinizdeki yanılmadan dolayı kınamaz, fakat kalplerinizle kasdettiğiniz yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Allah çok affedicidir, cezayı çabuklaştırmaz (tövbe için fırsat tanır). " (Bakara Sûresi,225)
"Onlar bu lânetin içinde ebedî kalacaklardır. Ne cezaları hafifletilecek, ne de yüzlerine bakılacaktır.
Ancak daha sonra tövbe edip nefislerini ıslah edenler, bu hükmün dışındadır. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur)". (Ali imran,88-89)
"Kıyamette, o büyük duruşma gününde onun cezası katmerli olur ve azapta, zillet içinde ebedî kalır.
Ancak şu var ki dönüş yapıp iman edenler güzel ve makbul işler işleyenler bundan müstesnadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara çevirir. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur)." (Furkan,69-70)
Allah'ın Kullarına Merhameti
Hiç düşündünüz mü; Hazreti Allah (cc) kullarını ne kadar seviyor, cehenneme gitmemelerini ne kadar istiyor?
İsterseniz sözü uzatmadan bir kudsî hadisin hatırlatmasına bir göz atalım, sonra diğer misallere geçebiliriz.
Rabbimizin en çok sevdiği şey nedir, biliyor musunuz?
Kudsî hadiste şöyle bildiriliyor:
– Rabbimiz kulunun işlediği amelleri içinde en çok tevbesini sever.
– Neden?
– Çünkü tevbe eden kul cehennemden kurtulur da ondan. Rabbimiz de kulunu cehennemden kurtaran ameli çok sever.
Hatta bir ana, yavrusunu ateşe atmayı nasıl istemezse Rabbimiz de kulunu cehenneme atmayı ondan çok daha fazla istemez.
Nitekim bir defasında ashabdan biri bir çocukluk hatırasını anlatırken demişti ki:
– Çalılıkta dolaşırken bulduğum bir kuş yuvasından yavruları alıp koynuma koymuştum. Tam bu sırada yavrunun anası başımda dolaşmaya başladı, acıdım, yavruları bırakmak için ihramımı açmaya çalıştığım sırada kuş hemen koynumdaki yavrusunun yanına daldı, kanatlarını yavruları üzerine gerip kollamaya başladı.
Efendimiz (sav)in buna sorusu şöyle oldu:
– Bu annenin yavrusuna bu kadar acıması sizi hayrete mi düşürdü?
Efendimiz (sav) şunu ilave etti: – Hiç şüpheniz olmasın Allah (cc)ın kullarına acıması bu annenin acımasından (kıyas kabul etmeyecek derecede) fazladır.
Bir defasında kadının biri çocuğunu kaybetmiş, deli gibi bir oraya bir buraya koşuyor, yavrusunu arıyor, bulduğu yabancı çocukları da bağrına basıp hemen oracıkta emdiriyordu.
Kadının bu heyecanını gören Efendimiz (sav) yanındakilere;
– Böylesine şefkatli şu kadın hiç yavrusunu ateşe atar mı, diye sordu.
– Atmaz! dediler.
Efendimiz (sav) de tasdik etti;
– Ben de öyle biliyorum, atmaz, dedikten sonra buyurdu ki:
– İşte Allah (cc) da bu kadından çok fazla merhametlidir. Kullarını ateşe atmaz, onlar kendilerini ateşlik amelin içine atmadıkça!
Evet, evet. Allah (cc) kullarını ateşe atmaz, kullar kendilerini ateşlik işin içine atmadıkça!
Bir yolculuktan dönülüyordu. Mola verilmiş, bir kadın da ateş yakarak hazırlık yapmaya başlamıştı. Ateşin alevleri yükselince kadın koşuşturan çocuğunun ateşe düşmesinden korktuğu için hemen onu bağrına bastı ve ateşe düşmesi halindeki dehşeti de tasavvur ederek buna gönlünün dayanamayacağını hayal edip orada bulunan Efendimiz (sav)e dönerek sordu:
– Sen Allah (cc)ın peygamberisin değil mi? Efendimiz (sav) de;
– Hiç şüphen olmasın, buyurdu.
Bunun üzerine kadın şöyle dedi:
– Allah (cc)ın kullarına merhameti bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok değil mi?
Efendimiz (sav):
– Hiç şüphen olmasın öyledir, buyurunca kadın:
– Öyle ise bir ana yavrusunu ateşe atmaz, diye sızlandı.
Efendimiz (sav)in gözleri yaşardı da buyurdu ki:
– Yüce Allah (cc) ancak kendisine isyan edenleri ateşe atar. Müstahak olmayanları asla!
Demek oluyor ki, Allah (cc) kullarını ateşe atmayı asla istemiyor, sonsuz merhamet ve şefkati ateşi gerektirmiyor. Ancak kullar dürüst hareket etmiyor, ille de ateşlik işler yapıyor, birilerine zulmediyor, haksızlıkta bulunuyor, Yaradanına da isyandan geri kalmıyor, böylece kendi amelleriyle kendilerini ateşe attırıyorlarsa bu da kulların kendi tercihleri...
Sözün özü bu olsa gerektir!..
“Havf ve reca (korku ve ümit) arasında olmak” ne demektir?
Havf:, “korku, korkutmak”, reca ise “emel, ümit, yalvarmak, dilek.” demektir. Sakin su, dalgalı deniz kadar güzel olamıyor. Rüzgârın esmesiyle sağa sola salınan dallar, sakin ağaçlardan daha hoş bir manzara sergiliyorlar. Rüzgârı göremiyoruz, eğer görebilseydik, onu da dalgalı bir deniz gibi seyredebilecektik.
Dalların âhenkli salınışları, rüzgârın o dalga dalga esişinin neticesi. İşte insan ruhu o dalgalı deniz, o salınan ağaç gibi. Melekler ise, sakin su, hareketsiz bitkiler gibi. İnsan ruhu imtihan rüzgârına mâruz. Ve insan kalbinde kararsızlık, değişkenlik hâkim.
İşte insan ruhundaki bu aralıksız değişme, bu fasılasız dalgalanma ona apayrı bir güzellik kazandırır. Onu meleklerin üstünde bir konuma çıkarır. O kalpte zıt renklerden tek bir kumaş dokunur. Celâl ve cemâl tecellileri o kalbi birlikte kemâle erdirirler. Kahır ve lütuf onda rıza olarak birleşirler.
İşte bu zıt tecelliler kalpte iki ayrı neticeyi birlikte doğurur: Havf ve reca.
Havf, tatlı bir korku: Allah’ın celâl, kibriya ve azameti karşısında haşyet duyma... Reca ise zevkli bir ümit: Onun lütuf, ihsan ve kereminden daima ümitvâr olma...
Dünya imtihanını kazanan insanlar, Allah’ın bütün sıfatlarına, fiillerine ve isimlerine birlikte inanırlar. Celâlî isimler, onların kalplerinde korku ve haşyet doğururken, cemâlî isimler gönüllerini ümitle, sürurla, sefayla doldurur...
Onlar, emir ve yasaklar denilen ikili bir imtihana tâbi tutulurlar. Karşılarına helâller ve haramlar çıkar, doğru ve yanlış arasında çoğu kez sıkışıp kalırlar. Hayırları işlemek amel-i salih, şerlerden kaçmak ise takvadır. Amel-i salih işlendikçe reca kapısı, takvada ilerlendikçe havf kapısı açılır. Her iki kapıdan da aynı neticeye erilir: Cennet.
Mü’min, hem ümit ve hem de korku içinde olmalıdır. Zira Allah hem Gaffar’dır, hem de Kahhar. Bağışlaması da vardır, kahrı ve perişan etmesi de.
Bize havf ve reca dersi veren bir hilkat tablosu:
Arzın merkezinde, magma bir ocak gibi durmadan yanıyor. Üstte güneş, alevlerini kilometrelerce öteye fırlatıyor. Ve nihayet, insanlar ve hayvanlar, denizler ve ormanlar varlıklarını bu iki ateş arasında devam ettiriyorlar.
İnsanın manevî terakkisi de iki ateş arasında sürüyor: Nefis ve Şeytan. Bu tablo karşısında insan şöyle düşünmeli: Madem ki bedenim, güneş ve magma arasında hayatını devam ettiriyor; ruhum, nefis ve şeytana rağmen hâlâ mü’min. O halde, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek için hiçbir sebep yok. Ve madem ki, bu iki ateşten de bir an olsun başım sakin olamıyor, öyleyse azaptan emin olmam da akıl kârı değil...
Havf da reca da mü’minin sıfatlarıdır. Bundandır ki, hangisi ruhtan çekilse, küfür tehlikesi belirir. Havf etmeyen insan, isyan yolunu tutar, bu yolun sonunun ise küfre çıkma tehlikesi vardır. Recanın azalması da ümitsizliğe yol açar. Bu da sonu küfre çıkabilecek bir başka yoldur.
Kur’an-ı Kerim’de bir kısım âyetler, mü’mini Cennetle müjdelerken, bir kısmı da âsileri Cehennemle tehdit ediyor. Kalbin bir atıp bir sessiz kalması gibi, insanı bir havfa bir recaya sevk etmekle hoş bir âhenk meydana getiriyorlar.
Fatiha Kur’an-ı Kerim’in fihristesi, hülâsasıdır. Onda da havf ve reca dersi birlikte veriliyor.
“Hamd”de medih ve sena hâkim.
“Mâliki yevmiddin”, havf dersi verir.
“İbadet” recaya, “istiane” havfa işaret ederler.
“Sırat-ı müstakime hidayet talebi” recadır.
“Mağdup ve dallinden olma korkusu” havftır.
Fatiha’yı okuyan bir mü’minin ruhu, o hissetmese de, havf ve reca dalgaları arasında seyran eder.
Allah'tan Korkmak Nasıl Olur?
HAŞYET:
Korku anlamına gelen ve Kur'ân-ı Kerim'de birçok ayette geçen "Havf" ile eşanlamlı bir kelime.
Eşanlamlı olmalarına karşılık, literatürde havf daha çok maddi olan, gözle görülür sebeplerden kaynaklanan korkuyu; haşyet ise saygıdan doğan, ümide yönelik, yüceltmeyle birlikte bulunan bir korku duyma durumunu anlatmak için kullanıla gelmiştir. Havf, dünyevî bir korku; haşyet uhrevî ve ilahî bir korku anlamını yüklenir olmuştur. Bu anlam yüklemesinin "gönül alçaklığı, boyun eğme, itaat" biçiminde duyulan duyguyu anlatmak için Arapça'da kullanılan ve haşyet kelimesiyle ise gerek kök, gerek manâ bakımından aralarında hiçbir bağ bulunmayan huşû' ile haşyet arasındaki ses benzerliğinden kaynaklanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm, haşyet ve havf kelimelerini, birçok âyetlerde birbirleriyle eş anlamlı olarak almıştır. Kur'ân'da Allah'tan korkmanın gereği vurgulanırken, haşyet sözcüğü kadar havf kelimesi de kullanılmış; insana ait bir endişenin anlatımında ise kimi yerde havf denirken, kimi yerde haşyet denilmiştir.
"Ama, kim Rabbının azametinden korkup, kendi nefsinin hevâsından alıkoymuşsa..." (en-Nâziât, 79/40) anlamına gelen âyet-i kerimedeki korkuyu karşılamak için haşyet sözcüğü daha uygun gibi göründüğü halde, Kur'ân-ı Kerîm havf kelimesini kullanmıştı. "Însan onlara, 'düşmanlarınız size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun dediler,' bu, onların imanını arttırdı da Allah bize yeter, O ne güzel Vekildir' karşılığını verdiler" (Alu İmrân, 3/173) anlamındaki âyette geçen korkunun ise, havf sözcüğü ile anlatılması beklenirken, Kur'ân-ı Kerîm burada da haşyet kelimesini kullanmıştır. "arkasında zayıf zürriyet bırakmış olmak korkusu" (en-Nisa, 4/9); "Ticarette kesat korkusu" (et-Tevbe, 9/24); "hazinelerin tükenme korkusu" (el-İsrâ,17/100). gibi dünyevî korkuları da Kur'ân-ı Kerîm hep haşyet kelimesi ile ifade etmiştir.
"Onlara savaş farz kılındığında, içlerinde bir takımı hemen, insanlardan Allah'tan korkar gibi, hatta daha çok korkar ve Rabbımız, bize savaşı niçin farz kıldın; bizi yakın bir zamana kadar erteleyemez miydin?' derler" (en-Nisâ, 4/77) anlamındaki âyette ise, hem insanlardan olan korku, hem Allah'tan korku hem de insanlardan Allah'tan daha çok korkulmakta olduğunu anlatan kelime olarak hep "haşyet" kelimesinin kullanılması, literatürdeki havf ve haşyet farklılaştırmasının zannî olduğunu açık bir biçimde gösterir. Nitekim, "Arkalarında zayıf zürriyet bırakmalarından korku duyanlar, haksızlık yapmaktan Allah'tan sakınarak dürüst söz söylesinler" (en-Nisâ, 4/9) anlamındaki âyet-i kerîmede dünyevî olan ilk korku haşyet'le kökdeş bir kelime olduğu halde, Allah'tan korkma olayı için havf kelimesi kullanılmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in ancak Allah'tan ve Kıyamet'ten korkanların uyanmasını sağlayabileceği (Yâsin: 36/11 ve Nâziât: 79/45); Kitab'ın Allah'tan korkanlara öğüt olarak indirildiği ve Allah'tan korkanların öğüt alacakları haber verilerek, haşyet ile iman arasındaki bağ belirtilerek açıklanır (Taha: 20/3 ve A'lâ: 87/10) Mü'minlerin Rablerinden korku duydukları (er-Ra'd,13/21); Bu haşyetle iman gereği titrenmekte olduğu bildirilir (el-Enbiya 21/25 ve Mü'minun: 23/57)
Üstelik bu görülmeyen bir Rab'dan olan korkudur ve korkuyu, ancak, bilgi sahiplerinin duyabilecekleri haber verilmiştir (el-Enbiya, 21/49, Fatır, 35/18, Kâf, 50/33) Haşyet duymamak ise, ancak, kalbi hasta olanlar için söz konusudur (el-Mâide: 5/52). Allah'ın hükümlerini uygulamadan insanlardan korkmayıp uygulamama halinde başa gelecek felâketlerden dolayı Allah'tan korkulması gerektiği de açıkça "Haşyet" olarak ifade edilmiştir (el-Maide 5/44)
Haşyet ve Allah'a ve Ahiret'e iman, namaz ve zekat ile birlikte (et-Tevbe; 9/18) Allah'a ve Peygamber'e itaatin yanı başında anılabilecek ölçüde önemli bir tutumdur (en-Nur, 24/52) Bunu yaşayabilen iyilikte yarışıp, öne geçenler (el-Mü'minûn, 23/23) ve Cennet'e kavuşacaklar bunlardır (el-Beyyine: 23/8) Kitab, bunları ürpertir. (ez-Zümer, 39/23) onlar insanlardan değil, Allah'tan korkmanın uygunluğunun (el-Ahzâb: 33/37) ve gerekliliğin (el-Mâide: 5/3) idrâki içinde bulunmakla, tebfiğ sırasında insanlardan çekinmezler (el-Ahzâb, 33/39)
Haşyet, yalnızca insanların duyageldiği bir korku değildir. Taşlar, Allah korkusundan yuvarlanır (el- Bakara; 2/74) ve dağlar, insanları ürperten Kur'ân-ı Kerîm'in kendilerine inmesi halinde Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olma istidadındadır (el-Haşr; 59/21)
Allah'tan korkmak için zorlanmaya veya korkunç bir şeyle tehdide de ihtiyaç yoktur. Yumuşak söz de "ona (Fir'avn'e) yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar" (et-Tâhâ: 20/44) anlamındaki âyette belirtildiği üzere, haşyet uyandırmağa yetebilir.
Zübeyr YETİK
İnsan Sadece Akılla Allah'a Ulaşabilir mi?
Allah’ı bilmenin ve tanımanın çok şubeleri, çok mertebeleri, çok dereceleri vardır. Allah’ın sadece varlığını bilip kainatta tedbir ve tasarrufunu inkar etmek ve Rububiyet ve Uluhiyetinin eserlerini ve ipuçlarını kainat üstünde okuyamamak da bir bilmektir, ama kafi bir bilmek ve tanımak değildir.
Halbuki Kur'an öyle bir marifet dersi veriyor ki; Allah'ın varlığının ve birliğinin yanında şuunatının, sıfatlarının ve isimlerinin kainattaki tecelli ve icraatlarını akla, kalbe ve hissiyatlara tesis ettirerek, dem ve damarlarına işlettiriyor. Her hadisede Allah'ın Rububiyet ve Uluhiyetini göstererek tam bir marifet dersi veriyor.
Ama aklı esas alan felsefe ise, Allah’ı sadece bir ilk sebep olarak görür, onun dışında kainatı ve içindeki icraatları sebeplere taksim eder. Allah’ın kainattaki Rububiyetini, Uluhiyetini isim ve sıfatların tecelliyatlarını göremez ve inkar eder. Bu şekil bilmek ise Allah'ın istediği bir bilmek değildir. Yani akıl vahyin terbiye ve idaresi altına girmeden, hakiki ve tahkiki marifeti elde edemez. Buna şahit ise akılda çok ileri giden felsefenin ve filozofların Allah hakkındaki marifetlerinin varlık boyutundan öteye geçememesidir. Halbuki Allah’ı bilmek, sadece varlığını ilk sebep olarak kabul edip, kainatı sebeplere taksim edip, kainatta Rububiyet ve Uluhiyetini inkar etmek değildir. Mesela aklı esas alıp vahye yüz çeviren felsefenin ukulu aşere düşüncesi ne denli tevhitten uzak şirke yakın ve Allah’ın marifetinden uzak olduğu, misal olarak gösterilebilir.
Yıldız böceği, küçük ışıkçığına itimat edip güneşin ışığına meydan okuduğu için, zifiri karanlığa mahkum olmuşlar. Bunun gibi filozoflarda vahiy güneşine teslim olmayıp kendi kafa fenerlerine itimat ettikleri için, kainat karanlığı içinde taklidi bir imanı zor elde etmişler. İbn-i Sina’nın, "Haşirde akıl ile gitmek imkansız, ama iman ile teslim oluruz." sözü, salt akılın olayları anlamakta ne kadar aciz ve ihatasız olduğunu gösterir. Ama aklı vahyin teslimiyetine ve terbiyesine verdiğin zaman, şu kainatın en ince ve en müşkül meselelerini açan bir anahtar hükmüne gelir. Kainatın ali ve yüksek bir mütefekkir nazırı olur.
Özet olarak vahiyden uzak ve vahyin terbiyesine girmeyen salt ve soyut akıl Allah’ı kamil manada bilemez ve tahkiki bir marifete yetişemez. Bu sebeple akıl vahyin tedbir ve terbiyesine girip onun dairesinde işlemesi gerekir, yoksa şirk ve küfür bataklığında kaybolur gider. Tarihte sayısız dahi derecesinde filozoflar, salt akılları ile kainatta boğulup küfür ve şirk çukurundan kurtulamamışlar.
Lügatler :
binaenaleyh : bundan dolayı
Cenâb-ı Hak : Hakkın tâ kendisi olan, sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
delil : işaret, alâmet; kendisine, doğru bir bakış açısıyla bakıldığında istenilen hedefe ulaştıran şey
ebedî : sonu olmayan sonsuz
elvan-ı seb’a : yedi renk; güneşin ışığındaki yedi ana renk
Esmâ-i Hüsnâ : Cenâb-ı Hakkın en güzel isimleri
fâni : geçici olan, ölümlü
fehim : anlayış, kavrayış gücü
hakikat : asıl, gerçek
i’lem eyyühe’l-aziz : “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
icmâlen : kısaca
ilâm etmek : bildirmek, duyurmak
ilka etmek : bırakmak, koymak
kâinat : evren, bütün yaratılmışlar
keza : bunun gibi
kıyas : karşılaştırma
maahaza : bununla beraber, bununla birlikte
mahzun : hüzünlü
malûm : bilinen
malûmiyet : bilinirlik, bilinir olma
mâruf : bilinen, tanınan
mârufiyet : bilinirlik, tanınır olma
menkûr : bilinmeyen; belirsiz
mesrur : mutlu
mevcud-u meçhul : bilinmeyen varlık
mevsuf : sıfatlanan; nitelendirilen, vasıflandırılan
mezkûr : ifade edilen, anılan, zikredilen
mir’at : ayna
mülâhaza : düşünme, akla getirme
nevi : çeşit
ömr-ü bâki : devamlı ve kalıcı ömür
örfî : âdetlerde olan, yapılagelen şeylerden
sa’y : çalışma
sekerat : ölüm sarhoşluğu, can çekişme hali
sema’ : duyuş, duyma, işitme
sıfât-ı mutlaka : Allah’ın yüce Zâtını niteleyen sınırsız ve sonsuz kutsal özellikler
sıfât-ı mutlaka-i muhîta : Allah’ın yüce Zâtını niteleyen ve bütün kâinatı kuşatan sınırsız ve sonsuz kutsal özellikler
şuâ : ışın, ince ışık hüzmesi
taklidî : taklid edilen
tavattun etmek : bir yeri vatan edinmek, bir yerde yerleşmek
tazammun etmek : içine almak, kapsamak
tebarüz etmek : ortaya çıkmak, belirmek, görünmek
tecellî etme : yansıma
tulû etmek : doğmak, görünmek, zuhur etmek
umur : işler, olaylar
ülfet : alışkanlık
ünvan : isim
vücud : beden
Zât-ı Akdes : bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah
ziyâ : ışık
İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!
İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakka malûm ve mâruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünkü, bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema’dır. Hakikati ilâm edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o unvan ile fehme gelen mânâ, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, Zât-ı Akdesi mülâhaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenâb-ı Hakka mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, mârufiyet şuâları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecellî eden sıfât-ı mutlaka-i muhîta ile, bu mevsufun o ünvandan tulû etmesi ağır gelmez.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Esmâ-i Hüsnânın herbirisi ötekileri icmâlen tazammun eder: ziyânın elvan-ı seb’ayı tazammun ettiği gibi. Ve keza, herbirisi ötekilere delil olduğu gibi, onların herbirisine de netice olur. Demek, Esmâ-i Hüsna, mir’at ve ayine gibi birbirini gösteriyor. Binaenaleyh, neticeleri beraber mezkûr kıyaslar gibi veya delilleri beraber neticeler gibi okunması mümkündür.
Allah'ın bilinemezliğine karşı Üstad Hazretleri neler diyor; Risalelerden alıntılar yaparak açıklar mısınız?
Allah’ın bilinemezliği, sadece Zat-ı Akdesi’nin mahiyeti ile ilgilidir. Yani; insan hiçbir zaman, Allah’ın Zatını ihata ile idrak edemez. Zira sonsuz bir varlığı, sonlu bir varlık idrak edip kuşatamaz. Bu yüzden insan, duyguları ve cihazları, Allah’ın Zatını düşünmekten menedilmiştir.
"Allah" diye, zihnimize ne geliyor ise; o "Allah" değildir. Şayet zihnimize gelen o tasavvura, Allah nazarı ile bakarsak, şirke düşeriz. Bu yüzden şeriat, Allah’ın Zatı hakkında tasavvur etmeyi yasaklamıştır.
Allah’ın isim ve sıfatlarının, kainat sahnesindeki tecellilerine bakarak, Allah’ı isim ve sıfatları ile tanımak marifettir. Şeriat bu marifeti emrediyor. Yani Allah’ı varlığı, birliği ve sıfatları ile tanımak caizdir. Zatının ne olduğu hakkında düşünmek haramdır.
Üstat bu konuda şu tespiti yapıyor:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Cenab-ı Hakka malûm ve mâruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünkü, bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema'dır. Hakikati ilâm edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o ünvanla fehme gelen mânâ, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, Zât-ı Akdesi mülâhaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenab-ı Hakka mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, mârufiyet şuâları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecellî eden sıfât-ı mutlaka-i muhîta ile, bu mevsufun o ünvandan tulû etmesi ağır gelmez."(1)
Burada özet olarak anlatılmak istenen şudur: Allah’ın Zatını zihnimizde tespit edersek, yani ona bir şekil ve suret verirsek, o zaman bizim zihnimizdeki Allah tasavvuru, kainatta tecelli eden mutlak isim ve sıfatlara merci olamazlar. Zira bizim zihnimiz sınırlı ve kayıtlı olduğu için, zihnimizin ürettiği Allah tasavvuru da, sınırlı ve kayıtlı olur, böylelikle kainatın bütününde parlayan isim ve sıfatlara merci olmakta dar ve yetersiz kalır.
Halbuki zihnimizde Allah meçhul olsa, yani bilinemez kalsa idi, o zaman sınırsız ve sonsuz olurdu ve kainatta tecelli eden mutlak isim ve sıfatlara merci olabilirdi. Bu yüzden şeriat Allah’ın zatını meçhul ve mukaddes olarak bilinemez ilan ediyor, ta ki zihinler şirke düşmesin.
Allah, kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu?
Bu içerikle ilgili dosyalar:
Bu sorunun temelinde "zaman" ve "ezel" kavramlarının yanlış değerlendirilmesi yatmaktadır. İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için her hâdise ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezel kavramını da zaman içinde düşünmekle yanlış bir kıyas yapmaktadır. Bu soru böyle yanlış bir kıyasın neticesidir.
"Zaman", mahlûkatın yaratılması ile başlayan ve içerisinde "olaylar zincirinin birbirini takip etmesi", "mahlûkatın birbiri ardınca akıp gitmesi" gibi hadiselerin cereyan ettiği mücerred bir kavramdır. Bütün mahluklar, bu zaman nehrinin içerisinde daima hareket etmekte ve akıp gitmektedirler. Mevcudatın yaratılması, değişimi, yaşlanması ve ölümü hep bu nehir içerisinde cereyan eder.
"Geçmiş, şu an ve gelecek" olmak üzere üçe ayrılan zaman, nisbî yani göreceli bir ifadedir. Yaşadığımız an, bir an öncesine göre gelecek idi, bir an sonrasında ise geçmiş olarak isimlendirilecektir. Bu ve benzeri bütün nisbetler ve izafetler mahlûkata göredir. Yâni, "asır, sene, gün, dün, bugün, yarın..." ancak mahlûkat için söz konusudur.
Ezel'e gelince, ezel zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir.
Ezelde "geçmiş, şu an, gelecek, mekân ve mahlûk" yoktur. Zihin ezel hakkında bir zaman silsilesi tasavvur edemez. Zaman "devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an..." gibi birimlere taksim edildiği halde, ezel için böyle bir taksimat yapılamaz. Ezel için bir başlangıç noktası da tasavvur edilemez.
Ezel, mutlak varlığın ancak mekân ve zamandan münezzeh olan Allah’a mahsus olmasından ibarettir. Bu gerçeği, Peygamber Efendimiz (asm.) "Allah vardı; beraberinde başka birşey yoktu."(1) hadîsi ile beyan buyurmuştur.
O halde Cenâb-ı Hakk'ın ezelî olması demek, O'nun kıdemi demektir. Yâni, “yegâne ve tek bir" olan O Vâcib-ül Vücud'un“evveliyetine bir başlangıç olmadığı” manasındadır.
Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti, devam ve bekası hâdiselerin zaman içerisinde akışı şeklinde düşünülemez. O’nun kıdem ve bekâsı hakkında zaman, boyut, silsile, geçmiş zaman, şu an ve gelecek söz konusu değildir. Öyleyse, zaman kavramı maziye doğru hayâlen ne kadar uzatılırsa uzatılsın Cenâb-ı Allah'ın ezeliyeti ile mukayese edilemez. Zamanın başlangıcından geriye doğru hayâlen gitsek ve şu kâinat gibi milyarlarca kâinat daha yaratıldığını düşünsek bu hayâli ve vehmî zaman yine Cenâb-ı Hakk'ın ezeliyeti ile beraber olamaz ve O'nunla kıyasa girmez. Zira, böyle bir mukayese, Kadîm'i (evveli olmayanı) hâdis (sonradan yaratılan) ile, mahlûku Hâlık ile, sonu olanı, sonsuzla mukayese etmek demektir.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi; Cenâb-ı Hak Kadîm'dir, ezelîdir; zaman ise mevcudatın yaratılması ile başlamıştır. Mevcudat yaratılmadan önce zaman yoktu ki, Allah hakkında böyle bir soru sorulabilsin.
Bu soru ancak şöyle sorulabilir:
"Ezelde Allah vardı. O'nunla beraber hiçbir şey yoktu. O halde ezelde Allah ne yapıyordu?"
Bu soruya cevap vermeden önce şunu ifade edelim ki, ezelde bir şey yapmak Cenâb-ı Hakk'a -hâşâ- vâcib olmadığı gibi, birşey yapmamak da O'nun için bir noksanlık değildir. Zira O, mahlûkatı yaratmasa da sonsuz kemâldedir. Yâni, mevcudatı yaratmakla kemâlinde bir artış, yaratmamakla da bir noksanlık olmaz.
Bu kısa açıklamadan sonra, söz konusu soruyu iki maddede cevaplandıralım:
1) Cenâb-ı Hak ezelde, kendi Zâtını, ulûhiyyetine mahsus izzet ve azametini, cemâl ve kemâlini bizzat müşahede ediyordu. Kudsî Zâtını ulûhiyetinin şanına uygun bir surette hamd, tenzih ve takdis ediyordu.
Allah’ın zâtını kemâli ile bilmek ancak O'na mahsus olduğu gibi, kendisini kemâliyle takdis ve tahmid etmek de yine O'na mahsustur.
Marifetullah'ta en ileri mertebede olan Peygamber Efendimiz (asm.) mi'râc mucizesi ile Allahü Azîmüşşân'ı bizzat gördüğü halde O’nu hakkıyla bilmek ve lâyıkıyla takdis ve tahmid etmekteki aczini şöyle itiraf etmiştir:
"Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni lâyıkı vechi ile bilemedim. Sana hakkıyla şükredemedim. … "(2)
Diğer bir hâdis-i şeriflerinde ise "Sen kendini sena ettiğin gibisin." buyurmuştur.(3)
2) Cenâb-ı Hak mukaddes varlığına, kudsî sıfatlarına ve esmâ-i İlâhiyesine tecelligâh olacak eşyanın hakikatlarını, mahiyetlerini, plân ve programlarını, manevî miktar ve suretlerini ezelde dâire-i ilminde takdir ve müşahade etmekteydi. (4)
O Zât-ı Zülcelâl, lütuf ve keremi ile dâire-i ilmindeki bu mahiyetlere harici vücud giydirmeyi irâde buyurdu. Ve "kün" emrini verip mevcudatı halk etti. Bu halk ve icad mahlûkat için bir ihsan, lütuf ve ikram idi. Yoksa, mahlûkatı yaratmakla O Zât-ı Akdesin kemâlinde bir artış olmamıştır.
Şu hususu önemle belirtelim ki, Cenâb-ı Allah'ın gerek kendi zâtını müşahede etmesi, gerekse ilmindeki eşyanın mahiyetlerini takdir ve tanzim etmesi zaman içinde değildir. Yâni bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez. Ezeldeki bu müşahede, bu takdir ve tanzimi insan aklı idrak edemez. Bunun hakikatine ne bir melek-i mukarrebin, ne bir nebiyy-i mürselin idrâk ve marifeti kavuşabilir. Bu hakikat, ancak Allah’ın malûmdur.
Dipnotlar:
---------------------------------------
(1) Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.
(2) Elmalılı Hamdi Yazır, H.D.K.D., Cilt 2, S:405.
(3) Ebu Davud, Salat 340, (1427); Tirmizi, Da'avat 123, (3561); Nesai, Kıyamu'l-Leyl 51, (3, 248-249)
(*) Merhum Elmalılı Hamdi Efendi'nin ifadesiyle, Allahü Azîmüşşân ezelde "inayet-i ezeliyesini, yani âlem-i takdir, halk ve icad fiillerini isdar ediyordu. Diğer bir tabirle "kün" emrini veriyordu. Âlemin yaratılması bunu takip etti. Binaenaleyh halk ezelî, mahlûk zamanî oldu."
Lügatler :
acz : acizlik, güçsüzlük
âşikâr : açıkça görülen
âyinedar : aynalık eden, yansıtan
azamet : yücelik, büyüklük
basar : görme
bilhassa : özellikle
cehl : cahillik, bilgisizlik
cilve : görüntü, yansıma
cüz’î : ferd, birey
cüz’iyât : ferdler, kısımlar
daire-i kesret : çokluk dairesi, maddî âlem
esmâ : Allah’ın isimleri
esmâ-i İlâhiye : Allah’ın isimleri
evsâf : vasıflar, özellikler
fakr : fakirlik
gayet : son derece
hâkezâ : bunun gibi
hakikat : gerçek, doğru
ihatalı : kapsayıcı, geniş
irade : dileme, tercih
îsal etmek : ulaştırmak, eriştirmek
kalbî : kalbe ait
kibriyâ : büyüklük
kudret : güç, iktidar
kudsî : her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddes
mahlûkiyet : yaratılmış olma özelliği
masnuiyet : san’atlı bir şekilde yaratılmış olma
medet : yardım
muhtar : bağımsız, kendi isteği doğrultusunda hareket eden
muktedir : gücü yeten, iktidar sahibi
müntehâ : en son, uç
müşahede olunmak : görünmek
neşretmek : yaymak
nümune : örnek, misal
sair : diğer, başka
Sâni : her şeyi san’atla yaratan Allah
Sâni-i Hakîm : her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah
sem’ : işitme
sırr-ı tevhid : herşeyin mülk ve tasarrufu bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma sırrı
sırr-ı vahdet : bir elden yönetme ve bir birlik içinde olma sırrı
suret : biçim, şekil
şehadet etmek : şahitlik yapmak
taayyün : görünür hâlde olma, ortaya çıkma, belirme
taife : grup, topluluk
teksir etmek : çoğaltmak
temerküz etmek : odaklanmak, bir noktada toplanmak
teşahhus : müşahhas, belli bir şekilde görünme
teşahhus-u ehadiyet : Cenâb-ı Hakkın birçok isminin bir şeyde tecellî etmesiyle, o şeyde mânevî şahsiyetinin görünmesi
zaaf : zayıflık, güçsüzlük
zahir : açık, gözle görünen
zîhayat : canlı, hayat sahibi
dağılır, gizlenir; ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünkü azamet ve kibriyâ perde olur; herkesin kalbi göremez.
Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zahir bir surette anlaşılır ki, onun Sânii onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Adeta, o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir Zâtın mânevî bir teşahhusu, bir taayyünü, imana görünür.
Ve bilhassa zîhayattan insanın mahlûkiyeti arkasında gayet âşikâr bir tarzda o mânevî teşahhus, o kudsî taayyün, sırr-ı tevhidle, imanla müşahede olunur. Çünkü o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem’ ve basar gibi mânâların hem numuneleri insanda var; o numunelerle onlara işaret eder. Çünkü, meselâ, gözü veren Zât, hem gözü görür, hem ince bir mânâ olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren Zât, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.
Hem esmânın nakışları ve cilveleri insanda var; onlarla o kudsî mânâlara şehadet eder.
Hem insan zaafıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip, yine zaafına, fakrına merhamet eden ve medet veren Zâtın kudretine, ilmine, iradesine ve hâkezâ, sair evsafına şehadet eder.
İşte, daire-i kesretin müntehâsında ve en dağınık cüz’iyâtında, sırr-ı vahdetle bin bir esmâ-i İlâhiye, zîhayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni-i Hakîm, zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.
Bu Birinci Meyve’nin hakikatine beni îsal ve sevk eden zevkî bir hissimdir. Şöyle ki:
Allahuteala, neden kendi sıfatlarını başkalarının gözüyle görmek istemiştir? Ezelde, mahlukat yaratılmadan önce, Hz. Allah'ın katında "gayr" mefhumu nasıl olur? Kendinden başkası yokken nasıl gayrı yaratmayı dilemiştir?
İkinci Şua da: "Gözü veren zat, hem gözü görür, hem ince bir mana olan gözün gördüğünü görür, sonra verir."(1) denilmektedir.
Yukarıdaki ifâdeler, zişuur varlıkların -insanların, meleklerin, cinlerin- kâinat sergisindeki san'at eserlerine nasıl baktılarını ve bu bakışın kalp ve akıllarda nasıl yankı bulduğunu, Allah'ın görmekte, bilmekte olduğunu ortaya koymaktadır. Bu bakışlarda, fıtratın gereği sergilenmesi durumunda, zişuur mahluk olan seyirciler, ebediyen seyirci olarak devam edeceklerdir izlemeye, Cennet ülkesinin muhteşem tablolarını.
Fıtratın gereği ise, kemâle takdir, cemâle sevgi, ihsâna minnetdarlık göstermektir. Yaratılan masnuata bu nazarla bakmak, bakışımızı izleyen eser sahibinde, bir memnuniyet-i mukâddese, lezzet-i mukâddese netice verecektir. Fıtratın aksiyle hareket edenler ise, güzel san'atları temâşa hakkından mahrum edilecek, fıtratı çiğnemenin cezası olarak ta, cehennem de azap çekeceklerdir. Bu temâşada fayda veya zarar gören, seyircilerdir. Eserlerin sahibi olan Allah değildir.
Allah ebedi olduğu için, onun sıfat ve esmaları da ebedi ve sınırsızdır. İnsan fani olduğu için, sıfat ve istidatları da fanidir, sınırlıdır. Ancak ahirette ebedi yaşayacaktır. Ahirette istidatlarındaki sınır da kalkacak mı?
İnsanın varlığını yoktan var eden Allah olduğu gibi, onu devam ettiren de Allah’tır. İnsanın İlahi bir vasfa sahip olması mümkün ve kabil değildir. Bu yüzden insanın sahip olduğu varlık ve buna bağlı olan kabiliyetler beka yurdu olan ahiret hayatında da Allah’ın var etmesine ve onun kayyumiyetine muhtaçtır. Yani insanın bir şeyi elde edip ondan sonra Allah ile irtibatı kesmesi söz konusu değildir.
İnsan, varlığının her boyutunda Allah'ın yaratmasına ve kudretine muhtaçtır. Ahiret aleminin bu dünyadan tek farkı fena ve ölüm hadisesinin olmamasıdır. Dünyada insanın elini ayağını kim kımıldatıyor ise, aynı şekilde ahirette de kımıldatacak O'dur.
Allah şimdi irade ve kudretini dünyadan çekse, her şey helak olup yok olur. Aynı mana cennet ve cehennemde de caridir. Varlığı ve bekayı ayakta tutan Allah’ın irade ve kudret sıfatıdır. Allah bu dünyadan ölümü kaldırıp yaşamaya devam edin emrini verse idi, yine biz bekaya mazhar olacaktık ama bu bekayı temin edip yaratan yine Allah olacaktı.
İnsanın bekası ile Allah’ın bekası arasında kıyasa gelmeyecek bir fark vardır. İnsanın bekası hadistir. Yani sonradan ve Allah tarafından verilmiş bir bekadır. Ama Allah’ın bekası ezeli ve ebedidir, başı ve sonu yoktur. İnsanın başlangıcı vardır, sonu ise Allah istemediği için yoktur. Bu sebeple insanın bekası Allah’ın bekası gibi vacip bir beka değil mümkün ve hadis bir bekadır.
Otuzuncu Söz'deki kayyumiyet meselesi bu konuda önemli izahlar getirmiştir, bakılabilir.
Kayyumiyet her şeyin Allah’ın kudreti ile ayakta durması anlamındadır. Yani atomdan ta galaksilere kadar her şey varlığında ve hareketlerinde Allah’ın kudreti ile varlar ve onun kuvveti ile hareket ediyorlar. Allah bir an kudretini bu kainattan ve varlıklardan çekse her şey yerle bir olup helak olur. İşte kudretin kainat ile olan bu münasebetine kayyumiyet deniyor.
Bu sıfatın bütün kainatta tecelli etmesine vahidiyet, yani celal ve azametli tecellisi denir. Kainatın küçük bir modeli olan insanda tecelli etmesine de ehadiyet, yani cemal ve rahmet tecellisi denir. Celal sıfatında azamet ve kibriya hükmederken cemal sıfatında ise ikram ve şefkat hükmediyor.
Dev galaksi ve yıldızların Allah’ın kudret ile kolay idare edilmesi onun büyüklüğünü hayretli bir şekilde bize gösterdiği gibi, aynı kudretin bir insan mide ve böbreğinde kayyumiyeti göstermesi de şefkat ve güzelliğinin bir tezahürüdür.
Kayyumiyet ile ezeliyet, tabir olarak biribirlerini tamamlayan ve bir birlerine lazım olan tabirlerdir. Kayyum mana olarak başlangıcı ve sonu olmayıp bir başka varlığa da dayanmadan kendi kendine yeten anlamında Allah’ın bir sıfatıdır. Allah kendi varlığının devamında ve bekasında başka hiçbir şeye muhtaç değildir. Ama bütün varlıkların devamı ve bekası ancak Allah’ın yaratması ve devam ettirmesi ile mümkündür.
İşte bütün mahlukları yaratıp varlıklarını devam ettiren sıfat, kayyum sıfatıdır. Allah’ın bu kayyum sıfatını da ayakta tutan ve devamını sağlayan sıfat ise ezeliyet ve ebediyet sıfatlarıdır...
Allah'ın Zatını Anlamak Mümkün mü?
Akıl, Allah’ın zatının varlığını bilir, ancak mahiyetini bilemez. Henüz kendi mahiyetini bilmeyen insan aklının, böyle bir yola girmesi onu ancak şirke düşürür. Çünkü Allah’ın zatı hakkında her ne düşünse bunlar onun kendi düşüncesinin mahsulüdür. İnsan ancak Allah’ın yarattığı şu varlık alemini anlamaya çalışabilir, O'nun mahlukatını tefekkür edebilir; zatını değil.
O'nun zatının kutsî mahiyetini ancak kendisi bilir.
Ne göz her varlığı görür, ne kulak her sesi işitir, ne de akıl her şeyi anlar. Her şey Allah ın mülkü ve mahlûku. Akıl ise, o her şeyden sadece bir şey. Ve her mahlûk gibi, o da mahdut, sınırlı. Henüz bir hücreyi bile tam olarak izah edememiş, genin şifrelerini çözememiş. Öte yandan galaksilere sınır biçememiş, semanın büyüklüğünü rakamlara dökememiş. Kısacası, insan aklı henüz mahlûkat dairesini bütünüyle anlamış değil. Bu hâliyle kalkıyor, hâlıkıyeti anlamaya, Allah'ın mukaddes zatı hakkında tahminler yürütmeye zorlanıyor.
Kaldı ki, akıl henüz kendini anlamaktan âciz. Akıl nedir? Nasıl çalışır? Duyu organlarıyla edindiği bilgileri nasıl yoğurur? Hâfızadan nasıl yardım alır? Elde ettiği neticeleri hâfızaya ne ile gönderir? Bu ve benzeri nice sorulara insanoğlu cevap bulmuş değil. Aslında aklın kendi mahiyetini bilmemesi insan için büyük bir irşat kapısı, büyük bir hidayet vesilesidir.
"Henüz kendini layığınca bilmeyen bir âletin öncülüğüne fazla güvenilmez." diye bir ikaz işaretidir. Hiçbir akıl kendi mahiyetini bilemez ve yine hiçbir akıl kendi varlığından şüphe etmez. Bu, ilâhi hikmetin bir şifresidir. Bu şifreyi çözebilen insan, ne bu âlemin bir sahibi olduğundan şüphe eder, ne de O'nun kutsî zâtını anlamaya zorlanır. Her biri değişik özeliklere sahip ve farklı işler gören organlarımızı; mesela gözümüzü, kulağımızı, kalbimizi, ciğerimizi bir an için şuurlu farz edelim ve onlara ruhu soralım, "ruhu nasıl bilirsiniz?" diyelim.
Bu organlardan, şuurunu yerinde kullananlar diyeceklerdir ki, o hepimizi idare eden ve hiçbirimize benzemeyen bir başka varlıktır. Onun hakkında ne konuşsak yalan olur. Onu neye benzetsek hata yaparız. İkisi de mahlûk oldukları halde, bedenin organları ruhu anlayamıyor. O halde, bir mahlûk olan akıl, kendi hâlikının kutsî mahiyetini nasıl anlayabilir? O'nun mukaddes zâtını nasıl kavrayabilir?...
Mahluk ve sınırlı olan insan aklı, bütün sıfatları sonsuz kemalde bulunan Allah'ın zatını elbette idrak edemez. O'nun zatının kutsî mahiyetini ancak kendisi bilir. Resulullah Efendimiz (asm.), Allah ın zatı hakkında tefekkür etmenin tehlikesini bize haber veriyor. Çünkü, akıl neyi anlarsa, hâfıza neyi alır, hayal neye ulaşırsa, bütün bunlar tıpkı, gözün gördüğü, kulağın işittiği, dilin tattığı varlıklar gibi birer mahlûk olurlar. Bu aletlerin hepsi yaratılmıştır ve bu terazilerin tartabildikleri de ancak mahlûk olabilir, hâlik olamaz.
Akıl mahluk olduğu gibi, onun düşündükleri de mahluktur. İnsan, Allah'ın zatı hakkında her ne düşünse, mahlukattan elde ettiği bilgiler ve görgüler çerçevesinde düşünecek ve mutlaka hataya düşecek, yanlış karar verecektir.
Allah'ı, kendi aklının sınırlı kalıplarıyla değil, Allah kelamı olan Kur’an ile bilen insan, hakikate ermiştir. Beşer aklının bu vadide konuşacağı sözler çok sınırlıdır. Allah'ın zatı gibi, sıfatları, fiilleri, isimleri, kullarından istekleri, emir ve yasakları hakkında da bu zayıf aklın kendi gücüyle bize söyleyeceği fazla bir şey yoktur.
Allah’ın kendi cemal ve kemalini görmek istemesi nasıl oluyor? Allah’ın haşa böyle bir şeye ihtiyacı var mıdır?
Allah’ın zatı için tecelli söz konusu değildir. Tecelli eden Onun esma-i hüsnasıdır. Bu isimlerin tecelli etmesine Allah’ın zatının muhtaç olmadığı da açıktır. Bir örnek vermek gerekirse, Rezzak ismi tecelli etmek ister. Bunun için de rızıkların yaratılması gerekir. Şu var ki, yaratılan bu rızıklara insanlar ve hayvanlar muhtaçtırlar.
Allah’ın rızka muhtaç olduğu düşünülemeyeceği gibi Rezzak ismini tecelliye muhtaç olduğu da düşünülemez. İhtiyaç ancak mahlukat için söz konusudur. Şu var ki, Cenab-ı Hak Rezzak ismini tecelli ettirerek rızka muhtaç mahluklarını rızıklandırmayı ister. Mahlukatını rızıklandırmaktan bir memnuniyet-i mukaddesesi de vardır. Bu memnuniyet bir ihtiyaç değil, bir rahmet ve ihsan tecellisidir. Diğer isimler de aynı şekilde düşünülebilir.
Bir hadis-i kutside, “Rahmetim gadabımı geçti.” buyuran Cenab-ı Hak, İlahi isimlerini tecelli ettirmekle hem o isimleri tecellisiz bırakmamış, hem de bu tecelli ile mahlukatına rahmet etmiştir.
Risale-i Nurda geçen “Lezzet-i mukaddese, şevk-i mukaddes, sürur-u mukaddes, memnuniyet-i mukaddes, iftihar-ı mukaddes” gibi tabirleri biraz açıklar mısınız?
Mukaddes; “noksan ve kusurdan uzak, temiz ve pak, takdis edilmiş olan” mânâlarına geliyor. Kutsî de aynı mânâ için kullanılır. Şu var ki, kutsîde mensubiyet yani ait olma mânâsı esastır.
Cenâb-ı Hakk’ın zâtı ve sıfatları gibi şuunatı da mukaddestir, noksan ve kusurdan münezzehtir. Allah’ın zatı hiçbir mahlukunun zatına benzemediği gibi sıfatları da hiçbir mahluk sıfatına benzemez. İnsanın kuvveti Allah’ın kudretinin anlaşılmasında bir vahid-i kıyasi vazifesi görür, ancak bu kudret İlahi kudrete Allah’ın kudreti insanın kuvvetine benzemekten münezzehtir.
Bu hakikat, sıfatlar için olduğu gibi şuuatta da geçerlidir. Yani insanın sevmesi, lezzet alması, iftihar etmesi gibi şuunatı insan mahiyetiyle ilgilidir. Mesela, bu şuunattan birisi “lezzet-i mukaddese”dir.
Allah’ın, bir kuluna merhamet etmesinde Onun zâtına has bir lezzet-i mukaddesesi vardır. Bu kudsî lezzet, mahlukat âlemindeki hiçbir lezzetle mukayese edilemez; onların hiçbirine benzemez, hepsinden mukaddestir, münezzehtir.
Nur Külliyatında geçen bu ifadeyi şöyle değerlendirmek gerekir:
Allah’ın zâtı vaciptir, mahlukatınki ise mümkin. Allah Kadîm ve Bâkidir, mahlukat ise hâdis ve fani. Allah’ın bütün sıfatları sonsuz ve mutlaktır, mahlukatın sıfatları ise sınırlı ve kayıtlı.
O hâlde, mahluk, mümkin, hadis, fani olan insan, Allah’ın zâtı ve sıfatları gibi, şuunatı hakkında da kendi kayıtlı mahiyetinin elverdiği ölçüde bir şeyler düşünebilir. Ama çok iyi bilir ki, bu düşünceleri Allah’ın şuunatını anlamakta ölçü olamaz, onları aksettirmekten çok uzaktır. Ve Allah’ın kudsî şuunatı insanın anlayışından sonsuz derece munezzeh ve mukaddestir.
Bal yapan arı, yuvasını ören bülbül, ağını dokuyan örümcek ve eserini kaleme alan bir âlim ayrı ayrı ve birbirinden çok farklı lezzetler alırlar. Âlimin ilim öğretmekten aldığı lezzeti bülbüle, örümceğe yahut arıya anlatmaya kalkışsanız şöyle demekten başka bir yol bulamazsınız: “O lezzet sizin anladığınız cinsten bir lezzet değildir, bunların hepsinden başka, hepsinden münezzeh ve mukaddestir.”
İkisi de mahluk oldukları hâlde, insanla, meselâ, arının aldıkları lezzetler arasında bu kadar büyük bir fark bulunursa, Rabbimizin bir İlâhî icraatındaki lezzet-i mukaddesesini kendi his ve zevk ettiğimiz lezzetleri ölçü alarak anlamamız elbette mümkün olamayacaktır.
Nurlarda geçen, “muhabbet-i münezzehe, şevk-i mukaddes, sürur-u mukaddes, memnuniyet-i mukaddese, iftihar-ı mukaddes” gibi tabirleri de bu mânâda değerlendirmek gerekir.
Lügatler :
mutlak : sınırsız
muzır : zararlı
hayat-ı içtimaiye-i beşeriye : insanların sosyal hayatı
kemâlât-ı insaniye : insana ait mükemmellikler
terakkiyat : ilerleme, yükselme
hikmet : her şeyin bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olduğunu gösteren ilim
hâdim : hizmetçi, hizmet eden
muaraza : mücadele etme, karşı koyma
dalâlet : hak yoldan sapkınlık
ilhad : dinsizlik, inkâr
tabiat : materyalist düşünce; tabiat için, “insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç” düşüncesi
vesile : sebep
sefahet : gayrı meşru zevk ve eğlenceye düşkünlük
lehviyat : haram eğlenceler, oyunlar
gaflet : âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli, umursamazlık
mu’cizekâr : mu’cizeli
hakikat : asıl, esas; doğru gerçek
ekser : pek çok
ecza : bölümler
mizan : ölçü, denge
burhan : kuvvetli ve sağlam delil
muvazene : karşılaştırma
müstakim : doğru yolda olan, dosdoğru
menfaattar : faydalı, yararlı
münafık : iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen
ehl-i medrese : medresede (okul) öğrenenler
istimal etmek : kullanmak
enaniyet-i ilmiye : ilimden, ilim sahibi olmaktan gelen benlik ve gurur
binaen : dayanarak
Zülfikar : Üstad Bediüzzaman’ın Kur’ân’a ve Peygamberimize (a.s.m.) dair bir eseri
mecmua : kitap, belli bir konuda yazılan yazıların biraraya toplanmasından oluşan kitapçık
münasip : uygun
mütekait : emekli
muallim : öğretmen
şakirt : öğrenci, talebe
neşir : yayma, yayılma
tab’ : yazma, basma
sermaye : servet, anamal, kapital
kısm-ı âzam : büyük kısım
teberru etmek : bağışlamak, karşılıksız olarak vermek
hâlis : içten, katıksız, samimi
has kardeş/has şakirt : Üstadın çok değer verdiği ilk sıradaki talebe
fedakârâne : fedakârca
hâlisane : halis bir şekilde, temiz kalplilikle
kaide-i şahsiye : şahsî, kişisel kural
muavenet etmek : yardım etmek
maslahat : fayda, gaye
refik : arkadaş, yandaş
Madem Risale-i Nur, makine ile taammüm etmeye başlamış ve madem felsefe ve hikmet-i cedideyi okuyan mektepliler ve muallimler çoklukla Risale-i Nur’a yapışıyorlar; elbette bir hakikat beyan etmek lâzım geliyor. Şöyle ki:
Risale-i Nur’un şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir. Belki muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemâlât-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’ân ile barışıktır. Belki Kur’ân’ın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.
İkinci kısım felsefe, dalâlete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi, sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dalâleti netice verdiğinden ve sihir gibi harikalarıyla Kur’ân’ın mu’cizekâr hakikatleriyle muaraza ettiği için, Risale-i Nur ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve burhanlı muvazenelerle, felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor; müstakim, menfaattar felsefeye ilişmiyor. Onun için mektepliler Risale-i Nur’a itirazsız, çekinmeyerek giriyorlar ve girmelidirler. Fakat gizli münafıklar nasıl ki bir kısım hocaları bütün bütün mânâsız ve haksız bir tarzda ehl-i medresenin ve hocaların hakikî malı olan Risale-i Nur aleyhinde istimal ettikleri gibi, bazı felsefecilerin enaniyet-i ilmiyelerini tahrik edip, Nurlar aleyhinde istimal etmek ihtimâline binaen, bu hakikati Asâ-yı Mûsâ ve Zülfikar mecmualarının başında yazılsa münasip olur.
Safranbolu, Eflâni Nahiyesi Mülâyim Köyünde mütekait muallim bir kardeşimiz ve Nurun has şakirdi, Nurların neşri ve tab’ı için âdetâ sermayesinin kısm-ı âzamını teberru etmek istiyor, kabulünü rica ediyor. Ben, bu hâlis ve has kardeşimizin fedakârâne ve hâlisane ricasını reddedemiyorum. Ve dünya malları kaide-i şahsiyeme girmediği ve muavenetleri kendime kabul etmediğim için, bu işteki maslahatı da bilemiyorum. İki Isparta’nın kahramanlarına ve Hüsrev ve Tahirî ve arkadaşlarına ve Nazif ve refiklerine bu meseleyi havale ediyorum. Nurun neşri için böyle çok büyük bir hayır ve sevaba mâni olamam. Sizler ya bütün niyet ettiği miktarı, veyahut bir kısmını, iki hisse ile, biri büyük Isparta’nın, biri küçük Isparta’nın makinelerine verilsin. Onun istediği gibi, ya teberru veya ileride başka muavenet edenler gibi bir mukabele nev’inde, ya Nurlardan veya başka bir istediği ne varsa vermek suretiyle o has kardeşimizi memnun edersiniz.
Felsefe okumak dinen günah mıdır? Filozofların düşünce tarzlarını benimsemenin sakıncası var mıdır? Felsefenin ortaya çıkış sebepleri ne olmuştur? Neden felsefecilere günahkâr gözüyle bakılmaktadır?
Felsefeyi tek bir açıdan ele alıp hakkında bir hükme varmak doğru bir yaklaşım olamaz. Felsefe, eşyanın hakikatini araştıran ve insanları da bu hakikata yönelten bir vazife üstlenmesi açısından şüphesiz faydalıdır. Bu noktada hikmet anlamında kullanılmaktadır.
Yukarıdaki bakış açısı, hiç şüphesiz Üstadımızın Emirdağ Lâhikası'nda geçen aşağıdaki tespitlerin bir yansımasından başka bir şey değildir. Bu tespitler zâviyesinden baktığımız takdirde neden felsefenin bazen müsbet ve bazen de menfi bir şekilde algılandığını kavramış oluruz.
"Risale-i Nur'un şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir. Belki muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlak ve kemâlat-ı insâniyeye ve san'atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur'ân ile barışıktır. Belki Kur'ân'ın hikmetine hâdimdir, muâraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.
"İkinci kısım felsefe, dâlalete ve ilhâda ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi, sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dâlaleti netice verdiğinden ve sihir gibi harikalarıyla Kur'ân'ın mucizekar hakikatleriyle muâraza ettiği için, Risale-i Nur ekser eczâlarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı muvâzenelerle, felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor, müstakim, menfâattar felsefeye ilişmiyor."(1)
Felsefeyle uğraşan Farabi gibi islam düşünürlerinin zamanla itikadlarında zedelenme meydana geldiği doğru mudur?
Felsefe, aklı esas alan bir düşünce metodudur. Filozoflar, kainatta olan biten bütün hadiseleri salt akıl ile anlamaya çalışırlar. Felsefenin, olayları ele alıp vardığı neticeden anlaşıldığı üzere salt akıl, olayları tam ihata ile kavramakta kifayetsiz kalıyor. Akıl, Vahyin, yani Allah’ın yardımına muhtaç bir mahiyette yaratılmıştır. Bu yüzden imana dair meselelerde akıl kendi başına hakikate vasıl olamıyor. Vahye tabi olmayan filozofların fikirleri meydandadır. Hiç birisi kamil manada doğru ve sağlam itikada ulaşamamışlardır. Bu yüzden felsefede gelişmiş filozoflar, itikatta gabileşmiş ve taklitten öteye geçememişlerdir. Vahye tabi olan avam bir müminin inanç kuvveti, felsefe ve akla tabi olmuş dev filozoflardan daha sağlam ve kavi olmuş. Bu yüzden Üstat, İbn-i Sina gibi filozoflar meslek itibari ile adi bir mümin derecesine çıkamıyor diyor.
Yıldız böceği, küçük ışıkçığına itimat edip güneşin ışığına meydan okuduğu için, zifiri karanlığa mahkum olmuş misillü filozoflar da vahiy güneşine teslim olmayıp, kendi kafa fenerlerine itimat ettikleri için, kainat karanlığı içinde taklidi bir imanı zor elde etmişler. İbn-i Sina’ın haşirde akıl ile gitmek imkansız ama iman ile teslim oluruz, sözü salt aklın, olayları anlamakta ne kadar aciz ve ihatasız olduğunu gösterir. Ama aklı, vahyin teslimiyetine ve terbiyesine verdiğin zaman, şu kainatın en ince ve en müşkil meselelerini açan bir anahtar hükmüne gelir. Kainatın ali ve yüksek bir mütefekkir nazırı olur.
Felsefe ile şiddetli iştigal etmek, imanı zedeler hükmü, ehil olmayanlar için doğrudur. Ama tahkiki imanı elde etmiş ve felsefenin fasit esaslarını talim edip imanı müdafaa edecek ehil kişiler müstesnadır. Mesela, Üstat ve İmam Gazali gibi allameler en az bir Aristo kadar felsefeye hakim zatlardır. Bu zatlar, felsefenin fasit esaslarını ve çelişkilerini göstermek için felsefe ile de iştigal etmişlerdir.
Felsefe nedir, Üstad'a Feylesof Denilebilir mi?
Felsefe kelime olarak, hikmet sevgisi ve hikmet arayışı demektir. Istılah olarak ise; tam bir tarifi ve herkesçe kabul edilen bir tanımı yoktur. Her felsefi ekol, kendi açısından ve kendi meşrebine göre tarif yapmıştır. Bu yüzden ortak ve genel bir tarif yapamıyoruz. Ama Risale-i Nur'da, öne çıkan vechesi ile felsefe doğru ve mutlak bilgiye ulaşmanın, ancak akıl ile mümkün olacağını savunan bir düşünce sistemidir.
Felsefe, vahyin terbiye ve riayetine girmez, bir nevi aklı ya da sair bilgi araçlarını vahyin yerine ikame eder. Felsefeye göre insan, aklı ile her şeyi bilebilir ve bulabilir, bu yüzden vahiy ve peygamberin terbiyesine girmeye mecbur değildir. Bu noktadan felsefi ekollerin büyük bir kısmı, dini ve vahyi inkar eder.
Üstad, Risale-i Nur'un çok yerlerinde, akıl ile vahyin mukayesesini yapar, aklın tek başına hakikate ulaşamayacağını kati deliler ile ispat eder. Aklı yıldız böceğine, vahyi ise güneşe benzetir. Şayet akıl kendine itimat edip, vahiyden kendini soyutlar ise; yıldız böceği gibi karanlıklar içine gömülür, kendi azalarını bile göremez hale gelir. Bu hali ile güneşe meydan okuması ise, gayet derecede trajikomik bir durumdur.
İnsan, cüzi aklı ile, Allah’ın sonsuz ilminden gelen vahye meydan okuması ve aklı kendine mutlak rehber görmesi zahir bir yanlıştır. Bunun en güzel delili, felsefe aleminin hakikatleri bulmaktaki acziyet ve zaafiyetidir. Felsefe aleminde her felsefi ekol, diğer ekolleri tezyif ve tenkir içindedir.
Felsefenin dahileri olan Aristo ve Sokrat gibi filozoflar, ilahiyat noktasında ne kadar iptidai ve verimsiz oldukları, eserleri ve fikirlerinde görünüyor. Aristo’nun ilk sebep tezi, Allah’ı anlamak noktasında, ne kadar aciz ve kısır olduklarını gösterir. Kainatta Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini bırak, varlığını bile görmekte zorlanmışlardır. Bu da, soyut aklın vahiy karşısında ne kadar aciz ve zayıf olduğunu gösteriyor.
Halbuki vahiy, her şeyde ve bütün kainatta, Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatların tecellilerini, en ami adama da okutturup ders veriyor. Aristo’nun okuyamadığı ince meseleleri, Kur'an’ın en basit talebesi bile okuyabiliyor.
Bu yönü ile Risale-i Nur'a felsefe kitabı, Üsta'da filozof demek doğru değildir. Yalnız aklı işlettirmek ve hakikatleri kainat yüzünde okumak anlamında, Üstad'a bütün filozoflar toplansa yetişemez. Zira Üstadımızın Üstadı Kur'an'dır. Kur'an, nasıl insan aklı ile mukayeseye gelmez ise; Kur'an’ın hakikatli bir tilmizi olan Üstat ile de filozoflar kıyasa gelmez.
Kur'an ile barışık olan ve istikamet üzere giden felsefe anlamında, Üstad'a filozof demekte bir sakınca yoktur. Üstat felsefeyi müspet ve menfi olmak üzere iki kısma ayırıyor; menfi felsefeye yukarıda değinilmiştir. Müspet felsefe ise; vahyin terbiyesinde ve riayetinde aklı ve sair insani duyguları işlettirmek ve tekemmül ettirmektir. Bu noktada Üstat asrın en büyük filozofudur.
Lügatler :
bârekâllah : Allah hayırlı ve bereketli kılsın
cihet : yön
fâil : işi yapan, özne
firak : ayrılık
güz : sonbahar
hakikaten : gerçekten
hakikî : gerçek, doğru
Hâlık : her şeyi yoktan yaratan Allah
hâşâ : asla, öyle değil
haşin : kırıcı, sert
hayr : iyilik
hayr-ı mutlak : tam ve kesin hayır, iyilik
hazin : hüzünlü, acıklı
hüsn-ü bilgayr : dolayısıyla güzel
hüsn-ü bizzat : bizzat güzel
hüsün : güzellik
ilzam etme : susturma
intihap edilmek : seçilmek
intizam : düzenlilik
iskât etme : susturma
isnad : dayandırma
iştirak : ortaklık
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kalb etmek : dönüştürmek
mahal : yer, mekan
masdar : kaynak
mazhar : görünme ve yansıma yeri
memer : geçilecek yer, köprü
merci : kaynak
meziyet : üstün özellik
muntazam : düzenli
müflis : iflas etmiş
münazara : tartışma
münfail : fiilden etkilenen
müşevveş : karışık, düzensiz
müteellim : acı çeken
nebâtât : bitkiler
nefisperest : nefsini seven, nefsine tapan
şer : kötülük
tabiatperest : herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia eden, tabiata tapan
tahribat : yıkıp bozmalar
tecelliyât-ı celâliye-i Sübhâniye : kusur ve eksiklikten yüce olan Allah’ın haşmet ve büyüklüğünün görünümleri
temessül : yansıma, şekillenme
tenzih : noksan ve çirkinliklerden yüce tutma
vazife-i fıtrat : yaratılış görevi
zahirî : görünürdeki
Zât-ı Mukaddese-i İlâhiye : Allah’ın mukaddes zâtı
ziyade : çok, fazla
Evet, sen, benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yani, fâil ve masdar değilsiniz; belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var. O da, hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmemenizden, şerre sebep olmanızdır.
Hem siz birer perde yaratılmışsınız, tâ güzelliği görülmeyen zahirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlâhiyenin tenzihine vesile olasınız. Halbuki, bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıt bir suret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalb ettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz! Demek nefisperest, tabiatperest gayet ahmak, gayet zalimdir.
Hem deme ki, “Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.” Zira, temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun.
Hem deme ki, “Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.” Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi. (HAŞİYE)
İKİNCİ NOKTA
اَحْسَنَكُلَّشَىْءٍخَلَقَهُ1 âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:
Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:
Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1: “O [Allah] herşeyi en güzel şekilde yarattı.” Secde Sûresi, 32:7.
(HAŞİYE) : HAŞİYE Hakikaten, ben de bu münazarada Yeni Said nefsini bu derece ilzam ve iskât etmesini çok beğendim ve “Bin bârekâllah” dedim.
Yaratan mutlak iyidir; ancak yaratılan insanı gözettiğimizde ise kötülüklerle doludur. Mutlak iyi olan yaratıcı, nasıl kötü bir şey yaratır? Bu durum onun mutlak iyi olmasıyla çelişmez mi? Risalelerde bu konuda bir açıklama var mıdır?
Evvela, kainatta mutlak galip olan hayır ve güzelliktir. Üstad Hazretleri bu hakikate şu şekilde işaret ediyor:
"Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var."
" Ezcümle: Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazin firak perdeleri arkasında, tecelliyât-ı celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hadiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhafaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşvünemasız kalan birçok istidat çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılâplar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur."(1)
İkincisi, şer ve çirkinlik kainatta izafi ve nispidir. Bu yüzden hakikat noktasında şer ve çirkin diye bir kavram yoktur.
Hakaik-i Sâbite: Allah’ın kudret ve irade sıfatı ile yarattığı ve kainatta sabit olup değişmeyen her bir hakikate denir.
Mesela, sıcaklık, ışık, güzellik, madde sabit birer hakikattirler... Bunların kainattaki miktarı nisbi hakikatlere nazaran daha azdır. Zaten nispi hakikatler de bu sabit hakikatlerin aralarındaki bağlar ve orantılardan ibarettir. Mesela, sıcaklığın sabit bir hakikati vardır, lakin soğuk denen nisbi hakikat devreye girince sıcaklığın milyonlarca nispi derece ve hakikatleri açığa çıkıyor. Üstad'ın "Hakaik-ı nisbiye denilen şeyler, kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır.”sözü bu manayadır. Buradaki ecza sabit hakikat; aralarındaki rabıta denen bağlar ise nispi hakikatlerdir.
Hakaik-i Nisbiye : Allah’ın İrade ve Kudret sıfatına konu olmayan, yani ona taalluk etmeyen ve hakikatte varlığı olmadığı halde , bir başkasına nispet veya kıyas edildiğinde anlaşılan ve bilinebilen hakikatler demektir. Büyük-küçük, sağ-sol, ön-arka, üst-alt birer nisbî emirdirler ve bunların hiç birisi de mahlûk değildirler.
Mesela, bir bina düşünelim; bu binanın maddi kalıbı sabit bir hakikattir. Bu sabit hakikat olan binayı usta çekiç ve çivisi ile yapmıştır. Yani bizzat kudret ve iradesi ile yapmıştır. Ama binanın önü-arkası, sağı-solu, altı-üstü, gibi kavramlarını usta çekiç ve çivisi ile yapmamıştır. Bu kavramlar yani bu nisbi hakikatler binanın maddi kalıbına terettübi olarak yerleşmişlerdir.
İşte çirkinlik denen şey de güzelliğin derece ve mertebelerini insanlığa ihsas ettirmek için, yani bildirmek için güzelliğe terettübi olarak takılmış nisbi bir varlıktır. Çirkinlik olmasa idi güzelliğin hem kıymetini hem de derece ve mertebelerini idrak edemeyecektik. Öyle ise şer ve çirkin bilinen şeyler hizmet ettiği maksat ve netice noktasından aynı güzellik ve hayır gibi güzel ve hayırdırlar.
Üçüncüsü, aynanın bir şeffaf ve parlak yüzü vardır, bir de pürüzlü ve parlak olmayan kesif yüzü vardır. Aynanın şeffaf ve parlak yüzünde her şey berrak ve net iken, pürüzlü ve kesif yüzünde her şey karmaşık ve bulanıktır. Şeffaf yüzünde tecelli ve yansıma tam ve mükemmel iken, pürüzlü ve kesif yüzünde tecelliler ve yansımalar kuvvetli bir dikkat ve tahkikat ile anlaşılır.
Mesela, aynanın şeffaf yüzüne baktığımız zaman bizim simamız kusursuz bir şekilde görünürken, kesif ve pürüzlü yüzüne baktığımız zaman simamız belirsiz ve bulanık olarak görünür. (Bunlar ince ve derin hakikatleri akla yaklaştırmak için getirilen temsillerdir. Temsillerin her noktasını ve köşesini hakikate tatbik etmek gerekmez. Maksada işaret etmesi yeterlidir.)
Mülk, aynanın pürüzlü ve kesif yüzü ile ifade edilirken, melekut aynanın şeffaf ve parlak yüzü ile ifade edilmiştir. Eşyanın mülk yüzünde hayır şer, iyi kötü, güzel çirkin, sebep sonuç beraber bulunduğu için, herkes her şeyin hayırlı ve güzel yönünü keşfedemeyebiliyor. Bu sebeple görünüşte çirkin ve şer gibi duran şeylerin Allah’a isnat edilmemesi için Allah araya sebepleri koyuyor. Sebepler bir çok şeyin arkasındaki güzel ve nezih halleri perdeleyip örtüyor. Bu perde ve örtüler ancak tahkiki bir iman ve tefekkür ile delinebilir. Ama eşyanın içyüzü olan melekut cihetinde ise her şey güzel ve berrak olduğu için, orada sebepler değil, bizzat Allah’ın isim ve sıfatları hükmediyor.
Şuurca batının zahirden daha tam olması demek, batında yani eşyanın içyüzünde her şeyin anlaşılır ve berrak olmasıdır. Eşyanın içyüzünden maksat, Allah’ın o eşya üstündeki tasarrufatının tam manası ile anlaşılması ve okunabilmesidir. Eşyanın dış yüzünde sebepler ve imtihan araya girdiği için eşya üzerinde esma-i ilahiye tam ve berrak olarak görünmüyor. Görmek için iman ve tefekkür gerekiyor. Ama eşyanın içyüzünde sebepler ve imtihan olmadığı ve Allah’ın her maksat ve planı tam tezahür ettiği için şuurca tam oluyor. Ayrı bir gayret ve tefekküre ihtiyaç bırakmıyor.
Hızır’a (as) eşyanın melekut yüzü gösterildiği için her şeydeki hayır ve güzelliği hilafsız ve karışıksız okuyabiliyordu. Ama Hazreti Musa’da (as) o melekut bilgisi olmadığı ve olayları zahire göre yorumladığı için Hazreti Hızır (as)’in yaptıklarına tahammül edemiyordu. Yani eşyanın içyüzünde şuur tam iken, dış yüzünde imtihanlı ve karmaşıktır.
Mesela, deprem bir hadisedir; dış ve iç olmak üzere iki yüzü vardır. Depremin dış yüzünde herkes muradı İlahiyi okuyamaz. Allah bize o hadisenin içyüzünü ledünni olarak gösterse, herkes ağlarken biz güleriz. Herkes hüzünlenirken biz mutlu oluruz. İşte batında şuur tam iken, zahirde şuur perdeli ve kapalı oluyor. Lakin zahirde de iman ve teslimiyet ile mükellefiz. Şayet batın noktasından bize tam şuur verilse, kainatta şer ve çirkinliğin İlahi nizam açısından olmadığını bizzat görürüz ve sorunun da mantığı kalmaz.
Dördüncüsü, sanat ile sanatkar arasında fiziki bir bağ kurmak yanlış ve safsata bir vehimden ibarettir. Sanatkar, sanatı üstünde istediği gibi tasarrufta bulunabilir. Sanatın üstündeki bu arızi vasıflar sanatkara sirayet edecek değildir. Allah’ın kasıtlı ve çok hikmetlere binaen yaratmış olduğu zahiri ve nispi çirkinlikler -haşa- Allah’ın çirkinliğine delil değil, tam aksine, onun sonsuz cemaline nispi ve itibari bir kıyas olur.
Özet olarak, nasıl güzel bir adam maslahat gereği çirkin bir resim çizebilirse, sonsuz güzellikte olan Allah da bazı hikmetlerden dolayı zahiri çirkinlikleri yaratabilir. Burada bir tenakuz yoktur.
Lügatler :
acip : ilginç, hayret verici
akik : çoğunlukla kırmızı renkte olan bir süs taşı
cevher : kıymetli taş
cihet-i rüçhaniyet : üstünlük yönü, tercih sebebi
ders-i terbiye : terbiye dersi
fezleke : özet, netice
hakaik : hakikatler, gerçekler
hâkim-i namdar : ün sahibi meşhur padişah, hâkim
hayat-ı içtimaiye : toplum hayatı
hayat-ı şahsiye : kişisel hayat
hikâye-i temsiliye : analojik, kıyaslamaya dayanan benzetme şeklinde hikâye
hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hikmet-i fenniye : fen ve felsefe ilmi
hikmet-i kudsiye : mukaddes, kusursuz ve eksiksiz hikmet
hikmet-i Kur’âniye : Kur’ân’ın hikmeti
hurufat : harfler
i’câz : mu’cize oluş
icmâlen : kısaca
istimal etmek : kullanmak
kamet : manevi biçim ve şekil; endam
kelâm : söz, konuşma
kelimât : kelimeler
kelimât-ı İlâhiye : Cenab-ı Allah’a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar
kıymettar : kıymetli, değerli
kudsiyet : kusur ve noksandan uzak oluş, kutsallık
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
libas : elbise
lü’lü’ : inci
maânî : mânâlar
mu’ciznümâ : mu’cizeli
muvazene : karşılaştırma
mücessem : cisimleşmiş, maddî
münakkaş etme : nakışlarla süsleme
nakkaş : nakışlayan, süsleme yapan sanatkâr
nev’ : çeşit
sair : diğer
şayeste : layık, yaraşır
taife : topluluk, grup
tenevvü : çeşitlilik
On İkinci Söz
بِسْمِاللهِالرَّحْمٰنِالرَّحِيمِ
وَمَنْيُؤْتَالْحِكْمَةَفَقَدْاُوتِىَخَيْرًاكَثِيرًا1
Kur’ân-ı Hakîmin hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmâlen muvazenesi; hem hikmet-i Kur’âniyenin, insanın hayat-ı şahsiyesine ve hayat-ı içtimaiyesine verdiği ders-i terbiyenin gayet kısa bir fezlekesi; hem Kur’ân’ın sair kelimât-ı İlâhiyeye ve bütün kelâmlara cihet-i rüçhaniyetine bir işarettir. İşte bu Sözde Dört Esas vardır.
BİRİNCİ ESAS
Hikmet-i Kur’âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak.
Bir zaman hem dindar, hem gayet san’atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki, Kur’ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i’câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte o nakkaş zat, Kur’ân’ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için, bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrütle ve bir kısmını lü’lü’ ve akikle ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altın ve gümüşle yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temâşâsından hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatin nazarına, o surî güzellik, mânâsındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işârâtı olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1: “Kime hikmet verilmişse, işte ona pek çok hayır verilmiştir.” Bakara Sûresi, 2:269.
Üstad'ın felsefe hakkındaki birkaç düşüncesini benimle paylaşır mısınız?
Üstad, felsefiyi müspet ve menfi olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Menfi kısmını şiddetli bir şekilde tenkit ederken, müspet kısmına da sıcak bakmıştır. Üstad, Risale-i Nur'un çok yerlerinde menfi felsefenin bozuk ve esassız temellerini kati deliller ile çürütmüştür.
Menfi felsefe, aklı esas alıp, vahye meydan okuyan, dine muarız bir yoldur. Müspet felsefe ise; vahye tabi, onun terbiye ve rehberliği ile hareket eden, din ile barışık bir yoldur. Risale-i Nurlarda muzır ve dalalet olarak gösterilen menfi felsefedir.
*Felsefe, kainata ve mevcudata manay-ı ismi ile bakar. Yani felsefeye göre kainat, Allah’ın isim ve sıfatlarının talim edildiği bir mektep değil, kendi hesabına manasız ve sanatkarsız bir tesadüf yumağıdır.
*Felsefe insana kendine itimadı ve benlik duygusuna kuvvet vermesini telkin eder. Kur'an ise; insana, Allah’a itimat ve tevekkülü ve benlik davasından vazgeçmesini ders verir. Bunların muvazene ve mukayesesi Risale-i Nur'un çok yerlerinde geçiyor.
*Felsefe; insanı dünyanın adi ve süfli aruzlarına teşvik ederken, Kur'an insanı müteal yani; aşkın alemlere teşvik eder.
*Felsefe; insanın nefis ve hevasını serbest bırakırken, yani bunları tatmin için çabalarken, insandaki kalp, ruh, vicdan gibi ulvi hissiyatları mahkum ve mahpus ediyor. Kur'an ise; tam tersi nefis ve hevaya gem vurup, ulvi olan kalp, ruh ve vicdan gibi hissiyatları tatmin eder.
*Felsefe; kainattaki bütün olayları manasız ve tesadüfi olarak değerlendirirken, Kur'an her şeyin dizgin ve terbiyesinin, Allah’ın kudret elinde olduğunu ve hikmet ile hareket ettiğini gösterir.
*Felsefe; eşyanın dış yüzündeki sönük nakışlarını nazara verirken, Kur'an; her şeyin iç yüzünü ve Allah’ın isim ve sıfatlarına bakan noktasını nazara veriyor.
*Felsefe; kafa feneri hükmünde olan akla dayandığı için temeli güdüktür, eşyanın hakikatine nüfuz edemiyor. Kur'an ise; Allah’ın sonsuz ilminden süzülüp geldiği için, her şeyin özünü ve hakikatini kuşatmıştır ve muğlak bir nokta bırakmamıştır.
Risale-i Nur'da daha buna benzer yüzlerce tespitler vardır, hepsini buraya almak mümkün olmadığı için, biz numune nevinden birkaçını buraya aldık.
Konuyla ilgili risale için tıklayınız:
Ehl-i Dalalet ve Ehl-i İmanın Bakış Açıları Neden Farklıdır?
Ehli iman, mevcudata ve hadiselere vahyin terbiyesi ve talimi ile bakıyor. Ehli dalalet olan ehli felsefe ise, kendi dar ve ihatasız aklı esas alarak bakıyor. Vahiy Allah’ın ilminden süzülüp gelen bir bakış açısı. Felsefe ise, insanın aciz ve zayıf aklından çıkan bir fikir ile elde edilen bir bakış açısıdır.
Ehli imanın hocası Allah'ın talim ve terbiyesinden geçmiş olan Hazreti Muhammed (sav)'dir.
Ehl-i dalaletin hocası ise, cüz’i ve sönük kafa feneri ile hareket eden Aristo, Sokrat gibi filozoflardır.
Mesela, vahyin nazarı ile ölüme bakıldığı zaman, ölüm ebedi bir hayatın başlangıcı, bir mekan değişikliğidir. Ama ehl-i dalaletin felsefi nazarı ile bakılırsa, ölüm, yokluk ve hiçlik olarak karşımıza çıkacaktır.
Yine vahyin nazarı ile kainata baksan, kainat mükemmel ve hikmetli yazılmış nurani bir kitap iken, felsefi nazarla baksan, manasız, başı bozuk, karmaşık bir muamma olduğu anlaşılacaktır.
Vahiy, öyle bir iksirki, onu içtiğin zaman, her şeyin sırrı ve hakikati açılıyor. Her hadisenin altındaki gizli manalar gün yüzüne çıkıyor, her mevcudun mutasarrıfı ayan beyan oluyor.
Felsefe ise sönük bir fener gibi eşya ve varlıkları tam aydınlatamıyor. Buna şahit, felsefe içindeki ihtilaf ve nizadır. Hepsi bir hakikatin ucunu görür gibi oluyor.
Ama tamamıyla ihata edemediği için, tam keşif yapamıyor. Ama vahiy, Allah’ın ilminden süzülen bir mana olmasından, her şeyi tamamı ile ihata ediyor ve insanlığa tam ders veriyor. Hem de tabaka ve mevki gözetmeden.
Özetle; Allah ile insan, nasıl kıyasa gelmez ise, onların sanatları da kıyasa gelmez. Vahiy, Allah’ın sanatı ve bakışı, felsefe ise, insan aklının ürünü ve bakışıdır. Onun için mukayeseye gelmeyecek kadar aralarında fark vardır.
Okunma Sayısı : 716
Bilim ve Teknoloji çok ilerlediği ve kainatta tevhid delilleri açık-seçik görülmeye başlandığı halde, pek çok ilim adamı niçin hala Allah'a inanmıyorlar?
İslam dininde ilim öğrenmek farzdır. Kur'ânın bir çok âyeti, ilmi elde etmeyi (Zümer Sûresi, 39/9), okuma, düşünme, akıl erdirme, tefekkür etme ve bildiklerimizi yaşamayı (Fâtır Sûresi, 35/28), öğrendiklerimizi başkalarıyla paylaşıp öğretmeyi (Bakara Sûresi, 2/283) teşvik eder, tavsiye eder ve emreder. Hiç şüphesiz ilmin başı, esası ve temeli Allah'ı bilmektir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m): “Allah'ı bilerek yapılan az amel fayda verir. Fakat Allah'ı bilmeden yapılan çok amel fayda sağlamaz.” Buyurdu. (Gazâlî, İhyâ, 1/23;)
Sorduğunuz soruya cevap verebilmek için, en evvel bazı tariflere açıklık getirmek gerekir. Çünkü; İlim ile Bilim, Hikmet ile Felsefe tabirleri çoğu kez birbirine karıştırılmaktadır. Bu gibi tabirlere getirilecek gerçek ve yerinde tanımlar, meseleyi aydınlatmakta önemli rol oynayacaktır.
Bilim, kainattaki fenlere nüfuz etmeye ve anlamaya çalışmak, mevcudatın kendilerinde görünen şeyleri bilmeye yoğunlaşmaktır. Böyle bir biliş, insana kemalat veremez. Çünkü, Allah'ı bildiremeyen bir bilgi, odun gibidir. Ne ısıtır ne de aydınlatır. İlim ise, bu bilgileri basamak olarak kullanıp, Allah'a ulaşmaya çalışmaktır. Kısaca ilim, bilimi nurlandırmak ve hakikatine ulaştırmaktır.
Hikmet: “İşleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak.”, “Eşyanın hakikatinden bahseden ilim.”, “Eşyada gizli İlâhî sırlar ve gayeler.”,
“Hikmet: İlim ve onunla ameldir. Her ikisini cem edemeyene hakim denmez.” (Elmalılı Hamdi Yazır)
“Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona pek çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara Sûresi, 269)
Felsefe'ye de eşyanın hakikatinden ve gayesinden söz ettiği için “İlm-i hikmet” denilmektedir. Ama bir felsefeci bu çalışmaları sonunda ortaya insanların tatbik edecekleri bir hayat anlayışı, bir ahlâk düzeni koymuyorsa, sadece lâf ile oyalanıyorsa bu hakiki mânâsıyla hikmet değildir. Felsefe, mevcudatın kabuğuyla oyalanırken, Hikmet, kabuğun içindeki öze ulaştırır. Ne temaşaya şayan bir ibret ve hikmet manzarası! Aynı bakış ve biliş birini şükre götürüyor, diğerini şirke. Birisinin cennetteki makamını ve lezzetini artırıyor, diğerinin cehennemdeki azabını. Demek ki, o mevcudun yaratılış hikmeti içinde cennet de saklı, cehennem de. İmam-ı Gazali'den farklı bir hikmet tarifi: “Hikmet, varlıkların en yücesini, ilimlerin en faziletlisi ile bilmektir.”
Bediüzzaman Said Nursi; “Bütün ulûm-u hakikiyyenin esası ve nuru ve ruhu marifetullahdır.” (Sözler, s: 317), derken, hakiki ilmin Allah'a ulaştıran ilim olduğunu veciz bir şekilde ortaya koymaktadır.
“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” emriyle Allah Resulüne (a.s.m.) ve onun şahsında da bütün ümmetine marifet sahasında mesafeler kat etme emri verilmiş. Bu tarzda kainat bakmayan insanların marifetten ve Allah'ı bilmekten mahrum olacağı da, belirtilmektedir. Netice: Allah namına kainatı okumayan ve Allah'ı tasdik etmeyen bilim adamlarının elde ettikleri bilgiler, ne kadar derin olursa olsun yine de marifete ulaştırmaz. Çünkü tesadüfe ve tabiata verilen fiiller, netice itibariyle çirkin ve abes olur. Bu anlamda kainata bakan insanlar, ister istemez aşağıdaki ifadeleri de hak ediyorlar:
Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere, tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalaleti karıştırma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma. ( Bediüzzaman, sözler, s: 358)
İnsan, ister istemez içtimai hayata giriyor; kadın olsun, erkek olsun. Çalışma ortamında karşı cinsle beraber olma, tokalaşma gibi durumlar oluyor. Ne yapmalıyız, bu konuda Üstad'ın beyanı var mı?
İnsan medeni, sosyal bir varlıktır. Toplumdan uzak bir şekilde yaşaması mümkün değildir. Hem dine hizmet etmek için de yine toplumla bir şekilde iç içe olmak durumundayız. Ancak imkanların el verdiği nisbette kendimizi muhafaza etmeyi birinci gaye haline getirmek durumundayız. Gerekirse tokalaşmayacağız. Büyük günahlardan uzak duracağız.
Bu konu için Üstad'ın takva mektbunu tavsiye ederiz. Orada "Farzlarını yapan ve büyük günahları işlemeyen inşallah kurtulur" buyurmaktadır. Küçük günahlardan ise kaçınmalı ama çamur gibi üstümüze sıçrarsa da ümitsiliğe girmeden yola devam etmeliyiz. Küçük günahları temizlemenin bir yolu olarak da Üstadımızın aşağıdaki mektubunu istifadenize sunuyoruz:
"Aziz, sıddık kardeşlerim,"
"Lâtif ve mânidar ve beşaretli iki hâdiseyi beyan ediyorum."
"Birincisi: Meyusâne bir hatıradan müjdeli bir ihtar:"
"Bugünlerde hatırıma geldi ki, hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara mâruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. “Bu kadar günahlara karşı insanın hususî ibadeti ve takvâsı nasıl mukabele edebilir?” diye meyusâne düşündüm."
"Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur şakirtleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’âniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:"
"Risale-i Nur’un hakikî ve sadık şakirtlerinin mâbeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mâl-i uhreviye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dille mukabele eder. Bazı melâikenin kırk bin dille zikrettikleri gibi, hâlis, hakikî, müttakî bir şakirt dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur."
"Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takvâ ve içtinab-ı kebâir derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir."(1)